Son Dakika



Bir roman nasıl yanlış okunur?

Filmde gördüklerinizi unutun!

Frankenstein romanı bir korku romanı mı?

Cani olan kim? Bilim adamı Frankenstein mı yoksa ucube mi?

Ezberler neden işe yaramaz…

Frankenstein ya da modern Prometheus[1]

Birçok insan, Mary Shelley’in Frankenstein kitabını bir korku romanı sanır. Evet, o birazcık korku romanıdır fakat aslında emekçilere mutlu bir dünya vadeden kapitalizmle ve özellikle de “güneşin sofrasında yer bulamayan emekçilerin bu dünyadan çekip gitmelerini” arzulayan nüfus teorisyeni Robert Malthus’la bir hesaplaşma denemesidir.[2]

Romanın yazarı Mary Shelley, 18. yüzyılın son yıllarında özgürlük, eşitlik ve kadın hakları konusundaki radikal görüşleriyle ünlenen Mary Wollenstonecraft’ın (Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi[3] kitabının yazarı) ve William Godwin’in (Siyasal Adalet Üzerine adlı kitabın yazarı) kızlarıdır.[4] Mary Wollenstonecraft, kızının doğumundan on gün sonra lohusa hummasından hayatını kaybeder. Böylece Mary de bir bakıma talihsiz bir yaşamının ortasına atılmış olur. Babası ve annesinin görüşlerinden oldukça etkilendiği görülen Mary, henüz 16 yaşındayken İngiliz edebiyatının yetenekli genç ozanlarından ve sonradan evli olduğu anlaşılan Percy Shelley’le çalkantılı bir aşk ilişkisi yaşar.[5] Eserinden de anlaşıldığı gibi Mary, Percy Shelley’nin yakın arkadaşı şair Lord Byron’dan da oldukça etkilenecektir.[6]

1816’da Cenevre’de tatildeyken, Lord Byron’un şatosunda sık sık bir araya gelen küçük bir topluluğun üyesi olan Mary ve Percy, sırf eğlence olsun diye, o günlerde pek moda olan zamanı korku hikayeleri anlatarak geçirme oyununa dahil olurlar.[7] İşte Frankenstein romanının ilk taslağı, dışarıya çıkılamayacak kadar yağmurlu olan o günlerin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.[8] Eser bir korku romanından ziyade siyasi-felsefe ağırlıklı bir kitaptır ki her sayfası da buna tanıklık eder.

Birçok biyografik unsurun da yer aldığı romanın kahramanı Victor Frankenstein, Goethe’nin Dr. Faust’u gibi yeni bir şey yaratabilmek için ruhunu şeytana satmaya hazır bir bilim adamıdır. Ele avuca sığmayan Victor da sıradan bir biliminsanı değildir. O, doğa felsefesinin metalleri altına dönüştüren sihirli formülüyle insana ebedi gençlik bahşedecek yaşam iksirinin peşindedir.[9] Victor, bilim alanında herkesi şaşırtacak ve ismini tarihe yazdıracak bir devrimin peşindedir. O da Tanrılardan çaldığı ateşi insanlığa armağan ederek metallerin işlenmesini sağlayan ve böylece uygarlığın başlatıcısı sayılan Prometheus gibi insanlığa kalıcı ve unutulmaz bir armağan sunmak istemektedir. Nitekim o, ölü maddeye can vererek; bir insan, daha doğrusu bir ucube yaratarak, peşine düştüğü unutulmaz ününü de yakalamış olacaktır.

Mary Shelley (1797-1851)

19. YÜZYILDA BİLİMSEL DENEYLER

Peki Mary Shelley, romanına konu ettiği ve edebiyatta hiçbir benzeri olmayan “ölü insan uzuvlarından canlı bir varlık yaratma” fikrini kimden görmüş veya kimden almış olabilir? O günlerde Avrupa’da birçok doğa bilimci, sadece kimyasal enerjinin elektrik enerjisine dönüştürülebileceğine ilişkin teoriler ortaya atmamakta, aynı zamanda bu alanda deneyler yaparak zihinlere yeni ufuklar kazandırmaktadırlar.

Bu bilim insanlarından biri de ölülere ait cansız uzuvlar üzerinde deneyler yapan İtalyan hekim Luigi Galvani’ydi. Dr. Galvani’ye göre adalede depolanan elektrik enerjisi, galvanizm (uzuvların kimyevi enerjisinin solüsyon üzerinden elektrik enerjisine dönüştürülmesi) yoluyla serbest bıraktırılabilecektir. Bir doğa bilimci olan Erasmus Darwin (sonradan evrim kuramıyla insanlık tarihinin yeniden yazılmasını sağlayan Charles Darwin’in dedesi) de o günlerde Avrupa’da çok ses getiren buna benzer bir deneye imza atacaktır. Dede Darwin, ölü kurbağa bacaklarını elektrik şokuyla hareket ettirmekteydi.[10] Kimya ve mekanik biliminin gelişmesi Avrupa’da, 18. yüzyılın sonlarından itibaren bu türden çalışmalara ivme kazandırmıştı. Bilimsel gelişmeleri yakından takip eden Mary Shelley’in romanına ilham veren deney ve icatlar sadece bunlardan ibaret değildi. O yıllarda bilimsel deneyler ve buluşlar alabildiğine artmıştı.

1785’de mekanik dokuma makinesi geliştirilmişti.

1791’de Dr. Galvani, ölülere ait uzuvlar üzerinde ilk deneyini gerçekleştirmişti.

1796’da sıvı basıncı, ilk kez mekanik güce dönüştürülmüştü.

1799’da elektrik depolayan akü sistemi bulunmuştu.

1800’de buhar gücü, mekanik güce dönüştürülerek fabrikalarda kullanılmaya başlanmıştı.

1803’te ulaşımda raylı sistemin ilk deneyleri yapılmaya başlanmıştı.

1806’da hayvansal kimya ilk kez derslerde işlenmişti.

1808’de elektrik ilk kez ışıklandırmada kullanılmıştı.

1809’da elektro kimya üzerinden telgrafın kullanımına başlanmıştı.

1812’de silindir sisteminin kullanılmasıyla matbaa ve fabrikalarda rotatif sisteme geçilmişti.

1814’te ilk lokomotif, raylar üzerinde hareket ettirilmişti.

Bu buluş ve icatların benzerleri tıp alanında da görülmekteydi.

Mary Shelley, ailesinden aldığı eğitim sayesinde edebiyatın ve sosyal bilimlerin birçok alanına ilişkin derin bir birikim edinmişti.

İHANETE UĞRAYAN ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK ÖZLEMİ

1789 Büyük Fransız Devrimi, insanların sadece özgürlük ve eşitlik özlemlerini değil aynı zamanda bilimsel buluş ve makineleşmeyle insanlığın ezeli sorunlarından olan yoksulluğun, kıtlığın ve sefaletin de üstesinden gelinebileceğine ilişkin inançları kamçılamıştı. Ancak sonraki yıllar, birçok insanı ve özellikle de aydınları derin bir hayal kırıklığına uğratacaktı. Avrupa’da iktidara gelen burjuvazi, vadettiği gibi insanların ne özgürlük ve eşitlik özlemlerine yanıt verebilmiş ne de bilim ve teknolojinin gelişmesiyle açlık ve sefaleti ortadan kaldırabilmişti. Aksine siyasal alanda baskılar daha da artmış; teknolojinin üretime uygulanmasıyla mevcut sömürü sistemi daha da katmerleşmişti. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, sanıldığı gibi ne topluma refah getirmiş ne de kentli aydınların hayatını mutlu kılmıştı, aksine kent ve köy hayatının tekin ve huzurlu ortamını belirsizlikle donatarak insanlarda bir gelecek korkusuna ve endişesine neden olmuştu.

Üstelik 1815’te Viyana’da toplanan Avrupa’nın hükümdarları, Fransız Devrimi’nin kazanımlarını tersyüz etmek için aralarındaki çatışmaları durdurmaya ve bundan böyle her türden devrimci gelişmeyi anında henüz filiz halindeyken boğmak için karşılıklı yardımlaşma ve işbirliği yapmaya karar vermişlerdi. Avrupa’da 30 yıl sürecek olan gerici dönem de böylece başlamış oldu. Mary Shelley romanını tam da bu tarihsel dönemeçte yazarak hem Avrupa devletlerinin siyasal ve toplumsal sistemlerini eleştirmiş hem de bilim ve teknolojinin karanlık yüzünü ortaya sermiştir.

Her ne kadar dönem gerici ittifakların, Avrupa’da estirilen terör ve baskının dönemi olsa da yine de emekçilerin mücadelesi durdurulamamış ve özellikle İngiltere’de bastırılamamıştı. 1797 doğumlu Mary Shelley, devrimci görüşlerin Avrupa toplumlarını sardığı bir çağın insanıdır ve romanını da 1818’de bitirmiştir. İngiliz işçi sınıfı ise oluşumunu 1790-1820 yılları arasında tamamlamıştı. Görüleceği gibi bu dönem, aynı zamanda işçilerin ve kent yoksullarının dayanılmaz çalışma koşullarına ve hayat pahalılığına karşı başlattıkları isyanlarla ve direnişlerle belirlenmişti.[11] 1800’lü yılların ilk 30 yılı, sanayileşmekte olan İngiltere’de onlarca çatışmaya, katliama ve sınıf mücadelesinin çeşitli eylemlerine sahne olmuştu. Toplumsal gelişmeyi; makine kırıcıları olarak adlandırılan Ludditlerin eylemleri, fabrikalarda, tersane ve madenlerde baş gösteren grevler, işçilerle, polis ve jandarma arasındaki çatışmalar belirliyordu…

Londra, Cornwall, Kingswood, Norwick, Yorkshire ve Batı İngiltere’nin birçok kenti, emekçilerin eylemleriyle sürekli çalkalanıyordu. Olaylar, Mayıs 1812’de İngiliz başbakanı Spencer Perceval’ın parlamentoda öldürülmesiyle doruk noktasına ulaşmıştı.[12]

 

FRANKENSTEİN VE UCUBENİN ÇATIŞMASI

Romanın merkezinde Victor Frankenstein’la onun bir yaratımı olan ucubenin hesaplaşması yer alır. Roman, Binbir Gece Masalları’ndan da bildiğimiz çerçeve hikâye (hikâye içinde hikâye anlatmak) tarzında yazılmıştır. Yine roman, o günlerde Avrupa’da pek revaçta olan mektup tarzında kurgulanmıştır.

Hikâye, Kuzey Kutbundan bir yol bularak dünyanın öbür yakasına geçmeye çalışan İngiliz asıllı Robert Walton’un İngiltere’de yaşayan kız kardeşine gönderdiği mektuplardan oluşur. Gemileri kutba yakın bir bölgede buz tabakaları arasında sıkışan Walton’un ekibi, bir hayalet gibi bir kızak üzerinde ilerleyen Victor Frankenstein’la karşılaşır. Ölmek üzere olan Victor, geminin kaptanı Walton’a gerçek hikayesini anlatırken yarattığı ucubenin düşüncelerini de bire bir aktarır.

Aslında Mary Shelley bu romanla babasından ve annesinin kitaplarından edindiği düşüncelerden hareketle gelişmekte olan kapitalist sistem ve onun teorisyenleriyle hesaplaşmaktadır. Nitekim kitabını babası William Godwin’e ithaf etmesi de bu görüşü desteklemektedir. Romanın kahramanı Victor da, tıpkı kapitalistler gibi, yeni yaratımıyla (emekçiler) toplumu nasıl bir felakete sürükleyeceğinin farkında değildir. O bunu zamanla anlayacaktır fakat iş işten geçmiş olacaktır.

Victor’un ağzından şu öz eleştirileri okuruz:

“Olgun bir insan, her zaman sakin ve huzurlu bir zihin yapısını korumalı; tutkuların, geçici bir arzunun sükunetini bozmasına asla izin vermemeli. Bilgi peşinde koşmak da bu kurala istisna teşkil etmez bence. Üzerinde yoğunlaştığımız çalışmalar, sevgi hissinizi zayıflatıyorsa, basit şeylerden aldığınız dışarıdan hiçbir şeyin karışması gereken tadı yok ediyorsa, o çalışmalar uygunsuz demektir; yani insan zihnine uymazlar. Bu kurala her zaman dikkat edilseydi, hiçbir insan, uğraşlarının herhangi bir şekilde ev içindeki sevginin sükunetini bozmasına izin vermeseydi, Yunanistan köleleştirilmezdi, Sezar ülkesini kurtarırdı, Amerika’nın keşfi daha kademeli gerçekleştirilirdi, Meksika ve Peru’daki imparatorluklar yok edilmezdi…”[13]

Burada sadece tarihte emekçilerin alın terinin sömürülmesinin yarattığı sefalet koşulları değil aynı zamanda Avrupa kapitalizminin ilk sermaye birikimini oluşturmak için Amerikan yerlilerinin köleleştirilerek katledilmesi de eleştirilmektedir.

Romanlardan ve kuramsal kitaplardan bildiğimiz o kaba saba ve varoşların çamurlu sokaklarında büyüyen emekçiler gibi Frankenstein’ın da canlandırdığı ucube çirkin mi çirkin, korkunç mu korkunç, kaba mı kabadır…

Fakat o, bir melek kadar masum ve iyilik doludur; yaptıklarından da mesul değildir…

Victor Frankenstein laboratuvarında

Emekçi sınıflar gibi o da hırslı ve bencil kimseler tarafından yaratılmış ve sonra da vicdansız, anlayışsız ve iki yüzlü toplumun insafına terk edilmiştir. Victor’un ağzından eserini nasıl meydana getirdiğini ve ucubenin sözüm ona korkunçluğunu dinleyelim:

“Kasvetli bir Kasım gecesi emeklerimin neticesini gördüm… Bu felaket karşısındaki hislerimi nasıl anlatayım, sonsuz meşakkat ve ihtimamla şekillendirmeye çalıştığım biçareyi nasıl tarif edeyim? Uzuvları orantılıydı. Yüz hatlarını güzel olacak biçimde seçmiştim. Güzel! Yüce Tanrım! Sarı cildi, alttaki kasların ve atardamarların işleyişini zor örtüyordu. Saçları parlak, siyah ve uzun; dişleri inci beyazlığındaydı; fakat bu zengin görüntü, onun nemli, içinde bulunduğu kirli beyaz yuvalarıyla neredeyse aynı renkteki gözleriyle, buruş buruş yüzüyle, kapkara dudaklarıyla korkutucu bir karşıtlık içindeydi.

“Hayatın farklı olayları, insan duyguları kadar değişkendi… Yarattığım varlığın görüntüsüne tahammül edemeyerek odadan dışarı fırladım… [İlk defa] o rezile baktım; yarattığım sefil canavara…”[14]

Aslında romanın vermek istediği mesaj, Victor’la ucubenin uzun diyaloglarında gizlidir. Bu diyaloglarda sanki filozof Godwin’le Malthus tartışmaktadır. Mary, bir bakıma babasının özgür ve eşit bir toplum yaratma ülküsünü roman üzerinden devam ettirmektedir.

Bir kulübede gizlenerek insanları dinlemek suretiyle konuşmayı ve okumayı öğrenen ucubenin okuduğu kitapların seçimi de ilginçtir. Bunlardan biri Plutarhkos’un Paralel Hayatlar’ıdır ki bu kitapta yazar, antikçağ cumhuriyetlerinin önemli adil devlet adamlarının, bilge düşünürlerinin hayatlarını kaleme almaktadır. İkinci kitap 1640 İngiliz Devrimi’nin ünlü ozanlarından ve adaletsizliğe ağıt yakan John Milton’ın Kayıp Cennet’idir. Üçüncü kitapsa von Goethe’nin, lekesiz aşk ve erdemin dile getirildiği Genç Werther’in Acıları’dır. Genç Werther’in Acıları’nın İngilizce çevirmeninin Robert Malthus olması da bir başka ilginç ayrıntıdır. Bu eserler sayesinde adalet, dayanışma ve iyilik nosyonlarından haberdar olan ucube, toplumda tam tersi davranış ve geleneklerle karşılaşır. O, adeta bir değerler şoku yaşar. Çünkü o, kitaplarda yazanla somut pratik arasındaki uçurumu görecek kadar zekidir.

Mary Shelley romanında ucubeyi şöyle konuşturur:

“Herhangi bir varlık bana karşı iyiliksever duygular besleseydi, karşılığını yüzlerce misliyle verirdim…”[15]

“[Fakat] ben yaşayan her şeyden daha sefilim, nasıl nefret ediliyorum kim bilir! Ama sen yaratıcım, aramızda ancak birbirimizin yok edilmesiyle çözülebilecek bağlar bulunduğu halde, kendi yaratığından tiksiniyor, beni reddediyorsun. Öleyim istiyorsun [Malthus da işi olmayan emekçilerin ölümünün en iyisi olduğunu söylüyordu]. Yaşamla böyle oynamaya nasıl cüret ediyorsun? Bana karşı vazifeni yerine getirirsen, ben de sana ve tüm insanlığa karşı vazifemi yerine getiririm. Şartlarıma uyarsan, onları ve seni rahat bırakırım. Fakat reddedersen, ölümün midesini doldurmaya başlarım; geriye bıraktığın dostlarının kanına doyuncaya dek…

“Yeterince çekmedim mi, niçin ıstırabımı artırmaya çalışıyorsun? Hayat acıların toplamından ibaret olsa da, benim için kıymetli, onu savunurum… Senin adaletini, hatta merhametini ve sevgini en fazla ben hak ediyorum. Senin yaratığın olduğumu unutma…”[16]

[Sana] beni eski halimden çıkarıp şimdiki halime getiren duygulara yol açmış hadiseleri anlatacağım…

“Bir insanın nasıl olup da arkadaşını öldürebileceğini, hatta niçin yasaların ve hükümetlerin bulunduğunu epey zaman kavrayamadım; fakat ahlaksızlıkların, kıyımların ayrıntılarını duyunca merakım dindi, bu konuyu nefret ve tiksintiyle bir kenara bıraktım… İnsan toplumunun garip sistemini anlıyordum. Mülk taksimini, muazzam serveti ve kirli sefaleti, mevkiin, soyun sopun, asil kan sahibi olmanın anlamını öğrendim [Bunlar ve devamındaki görüşler, William Godwin’in Siyasal Adalet Üzerine adlı kitabındaki eleştirilerdir].

“Kelimeler kendime döndürdü beni. Sizin türünüzden yaratıkların en çok itibar ettiği varlığın, zenginlikle bir araya gelmiş yüksek ve lekesiz bir soy olduğunu öğrendim. İnsan bunların sadece biriyle saygı görebiliyordu ama ikisine de sahip değilse, istisnai durumlar haricinde, olanca gücünü seçilmiş azınlığın çıkarı için harcamaya mahkûm bir serseri, bir köle gözüyle bakılıyordu ona! Ben neydim peki? Yaradılışım ve yaratıcım hakkında hiç fikrim yoktu ama param, dostum, herhangi bir mülküm olmadığını biliyordum. Üstelik korkunç bir şekilde biçimsiz, iğrenç bir yapım vardı; insanlarla aynı tabiata bile sahip değildim…

“Bu düşüncelerin bana nasıl azap verdiğini anlatamam… Benim dostlarım, akrabalarım neredeydi? Çocukluk günlerimi izlemiş bir baba, beni tebessümlerle, okşamalarda kutsamış bir anne yoktu. Varsa bile, artık tüm geçmişim bir lekeden, hiçbir şey seçilemeyen kör bir boşluktan ibaretti…”[17]

Romanda ucubenin yaratıcısına karşı savunmasını okuduğumuzda, davasında yerden göğe kadar haklı olduğunu anlarız. Ancak buna rağmen ondan, korkunç görünümü, yani yüzyıllardır beynimize kazının “güzel” imgesine uygun olmamasından dolayı korkarız. Çirkin olan içindeki güzelliği boğarken, güzel görünense içindeki çirkinliği saklayabilmektedir. Bu yüzden insanlar, emekçilerin kaba görünümünden, makine kırıcılarının (Ludditler) tekinsiz eylemlerinden ürkmekte ve korkmaktadırlar.

Romanda çok açık bir şekilde görüleceği gibi Victor (bir bakıma burjuvazi ve kapitalizm), kendine aşırı güvenle başlattığı “dizginsiz eylemiyle” toplumu geri dönülmez; ve bir nevi iki karşıt ve düşman sınıfın mahvıyla sonuçlanacak bir sürece sokmuştur. Her ikisi de birbirinden kopamayacakları kadar birbirine bağlıdırlar: “Haydi bakalım düşmanım; ölümüne kapışacağımız vakit de gelecek, ama o vakte dek nice zorlu ve sefil saat geçireceksin.”[18] Frankenstein’in ölümünün ardından ucube şöyle der: “Onu da katletmekle suçlarımı tamamladım. Varlığımın sefil dizisi sonuna geldi artık! Ah Frankenstein! Asil, kendini yıkıma sürükleyen varlık! Şimdi beni affetmeni istesem neye yarar?”[19]

Fransız Devrimi de özgürlük eşitlik ve kardeşlik vaadetmişti. Ardından gelense emekçi sınıfların ve onlarla birlikte toplumun yıkımı olmuştu.

Romanın ilerleyen bölümlerinde ucube, dışlanmışlığa ve sonradan uğrayacağı şiddete şiddetle karşılık verir. Böylece kitaplardan öğrendiği iyi değerlerin sonuçta yararsız ve toplumda yerleşik hale gelmeyen boş değerler olduğunu düşünür. O da kötülüğe karşı kötülükle yanıt verir. Okur, bilgi ve eğitimin, eğer bunların kökleşmesini sağlayacak toplumsal çevre ve imkanlar yaratılmazsa, hiçbir işe yaramayacağını anlar.

Mary Shelley, mevcut toplumsal değerlere sadece emekçilerin davası üzerinden eleştiriler yöneltmez aynı zamanda hakikat peşinden koşmayan ve gösterişten ibaret olan yargı sistemini de topa tutar. Yazara göre kapitalist sistemin ikiyüzlü aile yapısı huzur ve mutluluktan uzaktır ve böylece aile yapısı da eleştirilerden nasibini alır.

Romanda sıklıkla belirtildiği gibi eğer toplumsal koşullar, yaratılan varlıkların (sınıflar, insanlar ve bilimsel keşifler) gelişmesine uygun bir şekilde düzenlenmemişse, yaratımınızdan yarar sağlayamayacağınız gibi onların yaratıcısına zarar veren birer canavara dönüşmesi de mümkündür ki Mary Shelley’in annesi Mary Wollenstonecraft da Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi kitabında özellikle buna dikkat çeker. Frankenstein’ın yazarını da derinden etkilemiş olan o pasajı aktaralım: “Aristokrasiyi savunan bazı insanların, yoksulların eğitilmesine de benzer savlarla karşı çıktıklarını duydum. Bu kişiler, “yoksullara okuma yazma öğretirseniz” diyor, “onları, doğanın uygun gördüğü yerden çekip almış olursunuz.’ Etkileyici bir kaleme sahip olan bir Fransız bu kişilere cevap vermiş bulunuyor; onun söylediklerine başvuracağım. Bu kişiler, bir insanı barbarlığa mahkûm ettiklerinde, onun her an acımasız bir canavar olarak karşılarına çıkabileceğini de göze alıyorlar demektir. Bilgi olmadan ahlak da olamaz.

“Cehalet, erdemi içine koyamayacağınız kadar dayanıksız bir kaptır!”[20]

[1] Mary Wollenstonecraft Shlley, Frankenstein ya da Modern Prometheus, 7. Basım, çev. Yiğit Yavuz, İş Bankası Yay., İstanbul, 2020; Frankenstein oder Der Moderne Prometheus, Bastei Lübbe, Bergisch Gladbach, 1994.

[2] Nüfus teorisyeni Robert Malthus, Nüfus İlkesi Üzerine adlı kitabını, William Godwin’in eşitlikçi ve anarşist görüşlerinin İngiliz toplumu üzerindeki etkisini kırmak için kaleme almıştı. Fransız devriminin (1789) etkisinden korkan İngiliz aristokrasisi, Malthus’un kitabına dört elle sarılmıştı. Kitabın 3 bölümlük eleştirisi için bkz. https://sadikusta.com.tr/william-godwinden-malthusa-nufus-teorisi-ve-korona-1-bolum/

[3] Mary Wollenstonecraft, Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi, 7. Basım, çev. Deniz Hakyemez, İş Bankası Yay., İstanbul, 2020. Ayrıca çev. Duygu Akın’ın çevirisiyle (2019) Kafka Kitap’tan geniş bir özeti de yayımlanmıştır.

[4] William Godwin hakkında etraflı bilgi edinmek için kaleme aldığımız makaleye bakınız: https://sadikusta.com.tr/william-godwinden-malthusa-nufus-teorisi-ve-korona-1-bolum/

[5] Harriet Westbrook’la 1811’de evlenen Percy Shelley’nin o tarihlerde 4-5 yaşında bir de çocuğu vardır. Mary ile yaşadığı aşk skandalına tepki gösteren Harriet, 1818’de intihar ederek hayatına son verecektir.

[6] Asıl adı George Gordon Byron (1788-1824) olan Lord Byron, sadece yetenekli bir şair değildir,  aynı zamanda 1829’da Yunanistan’ın bağımsızlık savaşına da bizzat katılarak Yunanlıların davasının Avrupa’da taraftar toplamasına katkıda bulunmuştur.

[7] 1790-1820 yılları arasında Avrupa’da korku hikayelerinin pek revaçta olduğu görülmektedir.

[8] 1816 yılı, tarihe yazsız sene olarak tarihe geçmiştir. O sene Endonezya’da patlak veren Tambura Yanardağı, bütün dünyanın iklimini altüst etmişti.

[9] Mary Shelley, Frankenstein, s.39.

[10] Mary Shelley, 1831 baskısına yazdığı önsözde bunlardan bahseder.

[11] E.P. Thomson, Die Entstehung der Arbeiterklasse, Bd.2, s. Suhrkamp, Frankfurt, 1987, s.554 vd.

[12] George Rude, Die Volksmassen in der Geschichte, Unruhen, Aufstaende und Revolutionen in England und Frankreich 1730-1848, Campus Verlag, Frankfurt, 1979,s.62, 73, 74.

[13] Mary Shelley, Frankenstein, s.57.

[14] Mary Shelley, Frankenstein, s.59,60.

[15] Mary Shelley, Frankenstein, s.158.

[16] Mary Shelley, Frankenstein, s.107.

[17] Mary Shelley, Frankenstein, s.125, 129, 130.

[18] Mary Shelley, Frankenstein, s.225.

[19] Mary Shelley, Frankenstein, s.241.

[20] Mary Wollenstonecraft da Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi, s.97.

Sadık Usta
(sadikusta.com.tr)

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)