Felsefenin karşı karşıya olduğu en büyük sorun felsefecilerdir / Prof. Dr. Abdullah Kaygı
Günümüzde felsefenin karşı karşıya kaldığı en büyük sorun felsefecilerdir. Bu sorun, vahim dünya sorunlarından daha da ağır ve tehlike arz eden bir sorundur.
Çok çok ağır olsalar da, dünya sorunları buna göre ikinci sırada gelir. Dünya sorunlarına çözüm önerecek, çözüm gösterecek, felsefenin bu işi yapmasına aracılık edecek olanlar felsefeciler olduğu için değil; felsefenin kendisi dünya sorunları karşısında söyleyecek sözü olmayan bir şey olarak gösterildiği için. Hatta seyirci kalınırsa, bu gidişle felsefe söyleyecek sözü olamayacağı bir hale getirilecek, hem de felsefeciler eliyle. Günümüzde bazı felsefecilere göre, felsefe insanın “kafasını açacak”, insanın “zekâsını arttıracak, geliştirecek” bir şeydir. Felsefe bazı felsefeciler tarafından böyle sunuluyor, böyle bir şey sanılıyor. Aynı iş acaba satranç oynayarak da gerçekleştirilemez miydi? Bazılarına göre, felsefe insana bir sürü dünya görüşü sunar, insanlar da şiir ya da roman veya öykü okur gibi bunları okurlar. Okuması da güzel olur hani! Felsefe yapma etkinliği ise, böyle birçok dünya görüşü ile oynama, en çoğu onları bir süreliğine bir tür giyinme (sanki onları bir süreliğine benimsiyormuş gibi yapma) etkinliği sayılmaktadır. Ama oyun bitince, yani giyilenin modası geçince, kişinin bunlarla olan ilgisi de bitiyor. Felsefe metinlerinde söylenenlerden kimsenin kendi üstüne bir şey alınması gerekli görülmüyor. Bunlar kendilerine “postmodernist” demiyorlarsa, “plüralist” diyorlar; sözde “tek yanlılık”tan kurtulmuş, böylece “atgözlüğü”nü atmış oluyorlar. Demokraside olağan kabul edilebilecek plüralizm gibi bir kavramı böyle bir bağlamda düpedüz kötüye kullanıyorlar. Böyle birçok felsefe hocası bile var! Şu Filozof böyle demiş, öteki şöyle demiş! Yazarların, şairlerin eserlerini okutur gibi sunuyorlar felsefi görüşleri ve sunum bitince her şey orada kalıyor. Onlara göre, felsefenin bizimle bundan öte herhangi bir ilgisi olamaz. Kendimizle ilgisini kurabileceğimiz, üstümüze alınacağımız başka bir şey yoktur onlara göre. İnsanla ilgisi “görülüp kurulamadıktan sonra, böyle bir şey olarak görülen felsefenin dünya sorunlarıyla ilgisinden söz etmek de bu durumda pek bir şey ifade etmiyor. İlle de benim gibi felsefenin bizimle ilgisi var, o esasen bizim hak kımızdadır diyen olursa, bu sefer de bunu bir filozofçu, yani bir filozofun yanlısı olmakla, yani Aristotelesçi, Kantçı, Marxçı vb. olmakla karıştırıyorlar. Bu şöyle oluyor: Bir filozofun bir söylediğinin yaşamda, insanda, bizde karşılığını göstermeye, onu böyle bizim hakkımızda, insan hakkında olan bir şey olarak okutup anlatmaya kalkıyorsanız, o zaman siz, bu anlayışa göre, o filozofçu olabilirsiniz ancak, çünkü siz o filozofun düşüncelerini, şiirden, romandan daha öte güzel düşünceler, güzel sözler olmaktan öte gerçeklikte, bizde karşımı olan bir şey gibi görüp gösteriyorsunuz. Yani bu durumda ya Aristotelesçi ya Kantçı ya Marxçı vb. birisinizdir. Siz aksini öne sürseniz de, o düşünürün söylediklerinin çeşitli insani sorunlar bakımından önemi ve doğruluğu değil de, onun “güzel sözler”ine hayranlığınız ve bundan kaynaklanan taraftarlığınız konuşturuyordur sizi. Eh bu da bağışlanabilecek bir zaaf sayılır! Ne var ki, felsefe hocası iseniz, her gün aynı filozofu öğretmenisiniz elbette: Bugün Aristoteles’i anlatırsınız, yapmak istediğinizi Aristotelesçilik olarak anlarlar, yarın sıra Kant’a gelir, bu defa da sizi Kamçı yaparlar, daha sonra ise kimci, “neci” olduğunuzu bir türlü anlayamazlar! Böylece de ne idüğü belirsiz biri olup çıkarsınız! Hayırlı olsun! Ama anlık bağışlanmanız zordur! (Ama tümüyle imkânsız da sayılmaz! Herkese hak vermeyi, herkesle hoş geçinmek hoşgörü amacıyla bir politika olarak uyguluyorsanız, belki hâlâ şansınız olabilir. Sizi anlayabilirler! Bağışlanmasa da, felsefenin dünya sorunları karşısında bir işe yaramanın önkoşulu, onun ilginç ya da güzel sözler içeren bir edebiyat türü ya da dalı olarak değil, insanla ilgili doğrudan bir bilgi alanı olarak görülmesidir. Aksi halde felsefeyle ciddi bir iş görülemez. Felsefenin bizim hakkımızda, insan hakkında olduğunu felsefeci önce kendisi görüp sonra öğreneceklere, başkalarına göstermeye çalışırsa iş değişir. Ne mi olur? O zaman örneğin, bir filozof okutulurken onun söylediğinin sunması da söz konusu olur. Ne? Ben ne dediğimin farkında mıymışım? Demek şımarık! Böyle diyorlar bu düşünce karşısında. Birçok felsefeci böyle diyor! Dünya görüşleri ile felsefeyi birbirinden ayıramayan bazı felsefe hocalarının reaksiyonu -tepkisi değil, reaksiyonu!- çünkü onlar insandır! Tepkiyi tek hücreliler bile gösterebilir -aynen böyle oluyor.- Felsefenin karşı karşıya olduğu en büyük sorunun bazı felsefeciler, sayıları hiç de az olmayan bazı felsefeciler olduğunu bunun için söylüyorum. Dünyayı bir bütün olarak nesne edinemediğimiz, dolayısıyla dünya görüşlerini de sayamayacağımız doğrudur. Ama felsefe, yani philosophia ise söz konusu olan, söz konusu olan bilgelik sevgisi ise, söz konusu olan bilgeliğin temeli olan erdemlerden, değerlerden, insanlık değerlerinden yana olmak ise. Bu konudaki görüşleri, bilgileri sınamak pek âlâ da olanaklıdır. Bu sınama için ne teleskopa ne de mikroskoba ihtiyacımız var. İnsana, kendimize bakmak ye ter. Ama çok yönlülük sanılan şaşı bakışlarla, şaşı gözlerle değil. Demek istediğim esasen çok basit bir şey: Platon, hatta Aristoteles okutuyorsak, en başta yapılacak şeylerden birisi de, insanlar arasında, bunca kültüre, farklılıklara karşın, bu farklılıkların yanında erdemler ya da değerler de denen ortak bu anlamda evrensel idelerin olup olmadığını tartışmak, sınayarak görmek, göstermektir. Örneğin, dürüstlüğün ya da cesaretin veya cömertliğin vb, onca kültürel farklılığa karşın, her kültürden insanlarca -en azından her kültürden bazı insanlarca değerli bulunup bulunmadığını, her kültürden insanlar üzerinde etkili olup olmadığını tartışmak durumundayız. Elbette her bir kültürün yaşandığı toplumda, her kültürün içinde, bazı, hatta birçok kişi üzerinde böylesi değerlerin etkisinin olmadığını öne sürmede kullanılabilecek örnek olaylar da görülebilir. Sık sık böyle örnekler kullanılıyor. Her kültürün içinde, o kültürün kendisinin de yeterince etkili olmadığı, o kültürün kendince yeterli şekilde belirleyemediği kişiler oluyor. Bunlar neyin göstergesi sayılacaktır? Yani, moda deyişle, "kültür aşırı değerlerin" olup olmadığı tartışılırken, “kültür aşırı değerlerin” olamayacağı öne sürülürken, her kültürün içindeki, ona aykırı düşen örnekler ne olarak değerlendirilecektir? İnsan varlığı, insan tekleri, tamamen kültürlerin biçimlendirdiği bir şey olarak düşünüldüğüne göre (çünkü “kültür aşın evrensel değerler”in olabileceğinin kabul edilmeyiş nedeni budur), böyle aykırı örnekler imalat hatası olarak mı görülecektir? Oysa insan, kültürlerden önce insan olduğu için kültürlerin üreticisi ya da taşıyıcısı olabilmektedir. İnsanın dışındaki herhangi bir canlı, kültürlerden herhangi birinin taşıyıcısı olamıyor. Kültürleri, onların farklılığını önceleyen yönleri vardır insanların. O nedenle kültürlerin belirleyemediği yönleri de vardır. Yani kültürler arasındaki farklılıklar, ortak evrensel değerlerin ve bunlarla ilgili fikirlerin, idelerin olmadığının kanıtı olarak görülürken, dayanılan öncül, kültürlerin kişileri belirlediği ise (kişilerin, kültürlerinin ürünü olduğu ise), her bir kültürün kendi içindeki kendine aykırı örnekler ne olacaktır 0 zaman? Kısacası böylesi erdemlerin veya değerlerin, ortak idelerin olduğunu gösterebilecek tarihi ya da güncel birçok örnek bulunabilir. O zaman bu düşünürleri, günümüzün de sorunları olan bu gibi sorunları göz önüne alarak okumak ve okutmak zorundayız. Kant okuyor ya da okutuyorsak, aynı şekilde, örneğin, insanın Kant’ın diliyle doğa nedenselliğinden, yani çıkarlarından bağımsız isteyebilme, eyleyebilme olanağı gibi bir olanağa sahip olup olmadığını, insanın böyle bir olanağı gerçekleştin gerçekleştiremeyeceğini tanışarak, Kant’ı, Kant’ın söylediklerini sınamak, insana onun baktığı bu açıdan bakmayı öğrenmek ve öğretmek durumundayız. Dolayısıyla, çıkarlarından başka bir şeyi düşünebilecek durumda olmayan bazı kimselerin, sözde özgürlük taleplerinin, özde de öyle olup olmadığını, özgürlüğün, insanın kişisel çıkarlarından (Kant’ın diliyle doğa nedenselliğinden) bağımsız isteyebilirliğiyle, eyleyebilirliğiyle ilgisini de tartışmak, düşünmek zorundasınız. Burada da asıl sorun Kant değil, asıl sorun, insanın insansal olanaklarını görüp görememedir. Yani sınama ile asıl amaçlanan şey, sonuçta Kant’ı övecek daha başka vesileler yaratmak değildir. Asıl amaç, Kant’ın baktığı yere, insana bakmayı öğrenmektir. Bunu öğrenmedikten sonra felsefe tarihi ne işe yarar ki? Marx okuyor ya da okutuyorsanız, en azından, insanın sınıfsal belirlenim dışında da belirlenip belirlenemeyeceğini, insanın tarihsel bir varlık olmasının, insanda tarihsel akış içinde her şeyin değiştiğini kabul etmeyi zorunlu kılıp kılmadığım, bu iki yönden hangisi benimsenirse, hangi sonuca varılacağım tanışmak durumundasınız. İnsan tarihsel tek varlıktır ve tarihi olan tek varlıktır. Bu çok önemli. Ama acaba tarihsel değişmeye karşın, bu tarihsel varlığın bazı değişmezleri de yok mu? Değer yargılarıyla karıştırıldıkları için, değerlerin de tarihsel ve değişken olduğu farz edilecek olursa, elde bütün tarihi değerlendirmeye girişeceğiniz bir ölçütünüz kalıp kalmayacağını, yabancılaşmaya (insanın insansallığına yabancılaşmasına) karşı savaşmak için, ondan önce dayanılacak bir evrensel insanlığının farz edilip edilmeyeceğini, bunun idealizm olup olmayacağını vb tartışmak durumundasınız. Koca Marx’ ın, isteseydi kendisi de Hegel gibi yaşayabilecek olan ama Londra'nın rutubetli bodrumlarında kendisinin ve çoluk çocuğunun hayatını feda eden Marx’ ın, hayatını uğruna harcadığı değerlerin evrensel, sınıflar üstü olup olmadığını tartışmak durumundasınız. Onun kişiliğini hangi ekonomik yapıya indirgeyerek tüketebilmek mümkündür ki? Yahut yanılgılarından, hatalarından hangisi ondaki büyük insanlık bilincini değerden düşürebilir? Marx’ın hayatını uğruna harcadığı değerler, eğer sadece o günün değerleri iseler, bizim için bir önemleri olacak mıdır, olmayacak mıdır? Neden? Bugün de, örneğin “paydos” laflarının dolaştığı bir zamanda, insanlık değerleri de dediğimiz bazı değerlerin iş görme özelliğini yitirmiş olup olmadığını tartışmak durumundayız. Tanışma mı dendi? Ondan kolay ve bol ne var? Tartışmak için felsefe bilmeye ne gerek var. Bazıları böyle düşünüyor. Fakat yapılacak tartışma, sanki ilk defa o anda yapılacakmış/yapılıyormuş gibi davranılsa, o zaman insanın tarihi olması ne işe yarar? İnsanın tarihi sırf savaşlar tarihi değildir, bir de Felsefe Tarihi var! Aynı tanışmaları ciltler dolusu yapmış olanları görmezden gelenler tartışma değil patinaji yapabilirler ancak. Ama bırakalım bin yıllar tutan felsefe tarihini az çok anlayıp akılda tutmayı, çoğu felsefeci, yapılan tartışmada on dakika önce kabul etmek zorunda kaldığı bir önermeyi, on dakika sonra tamamen unutuyor, her dakika ayrı bir kişiymiş gibi davranıyor. Ah nerde o tarihi olan varlık o tarihsel varlık? İnsanlar (birçok insan) içlerinden geçen bazı şeyleri düşünce ve kendi düşünceleri sanıyor, güya onları “argüman” olarak kullanıyorlar! İnsanlar kendilerindeki insan ile hayvanı ayıramadıkları sürece, tartışma diye, her seferinde, her bir anda rastlantısal olarak içlerinden geçecek şeyle sizi karşı karşıya bırakacaklardır. Benim şansımdan mıdır, nedir, karşı karşıya kaldığım şey çoğu kez bu oluyor. Ayıkla ayıklayabilirsen. Şanstan değil elbette, filozof hikâyeleri anlatmak yerine, insanları tartışmaya zorlarsan olacağı budur! Kültürel kirliliğin yarattığı engeller aşılarak bakılabilirse, görülebilir ki felsefenin bugün de karşı karşıya olduğu sorunların özünde değer sorunları vardır ve aslında bu sadece bugün böyle değildir, yukarıdaki örneklerle kısaca değinerek anlatmaya çalıştım: bu hep böyle idi. İlkçağda da felsefenin temel sorunu değerin, değerliliğin ne olduğu, değerli yaşam biçiminin hangisi olduğu, nasıl yaşamanın insanca bir yaşam olacağı, yani nasıl yaşamanın daha değerli bir yaşam olacağı sorunu idi. Öteki konular ancak bu en temel sorunlarla uğraşma ortamı ve araçları olabilmişlerdir her zaman, “hacim”leri ne olursa olsun. Değer sorunlarının ve etik sorunların felsefenin özü olduğu yönünde konuşurken bunun çok yadırganabileceğini, hatta bazı meslektaşları fena halde kızdırabileceğini tecrübeyle biliyorum. Ne demek istediğimi, yakınlarda bir dergiye verdiğim bir makalenin İngilizce “abstract”ını çevirip buraya aktararak şöyle özetleyebilirim: Dünya karşısında tavır almak insanın en temel ihtiyaçlarındandır ve ona özgü bu tavır dünya açıklamalarından, dünya görüşlerinden çıkarılmaktadır. Dünya karşısında, dünya açıklamalarına göre alınan farklı tavırlar kavgalara neden olabilmekte ve bu yüzden de yanlış bulunmaktadır. İnsan yanlıştan kaçmak, doğru bildiğini yapmak ister. Ne var ki dünya açıklamasından mantıksal zorunlulukla çıkarılan tavır keyfi değildir, seçime yer bırakmaz; dolayısıyla dünya açıklaması benimsendiğinde ondan mantıksal olarak çıkarılabilecek tavır da zorunlu olarak benimsenmiş demektir, yani bu aşamada seçim söz konusu olamamaktadır. Genel olarak tüm açıklamalar karşısında, doğruluklarına göre seçim yapılabilirse de, bütün olarak dünya açıklamalarını sınamak pek kolay olmadığından, bunlar karşısında sınamaya dayalı olarak seçim yapmak da kolay değildir. Bu durumda, dünya açıklamaları konusunda bir seçim yapmaksızın, dünya karşısında uygun ya da etik bakımdan doğru tavrı almak zorunluluğu vardır, ki felsefe dünya karşısında bu tavrı, bu duruşu, dünya açıklamalarının çokluğundan, farklılığından ve birbirine zıtlığından bağımsız olarak belirleme etkinliğidir. Etik bakımdan doğru tavrı belirlemek de (yine kesin bir dünya açıklamasından bağımsız olarak) erdemin, değerin ve değerliliğin ne olduğunu belirlemeyi gerektirmektedir. Bunun ilk büyük örneğini veren düşünür Sokrates’tir. Onun uğraştığı sorunlar, bizimle ilgili sorunlardı. Peki biz neyle Uğraşmaktayız? Prof. Dr. Abdullah Kaygı
('Dünya Sorunları Karşısında Felsefe', XXI. Dünya Felsefe Kongresi 10-17 Ağustos 2003 - İstanbul)
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR