Dünyanın en iyi on romanı / Somerset Maugham
İngiliz yazar Somerset Maugham'ın Türk Dili dergisinin 1965 yılında yaptığı 'Roman' özel sayısında yayımlanan bu yazısı, hemen hemen tüm zamanlarda roman yazarı, roman ve roman okuru üzerine yazılmış en önemli yazılardan biri olarak duruyor.
Dünyanın en iyi romanını gösteren listem şöyle oldu: 1 — Tom Jones, 2 — Gurur ve Önyargı, 3 — Kızıl ile Kara, 4 — Goriot Baba, 5 — David Copperfield, 6 — Rüzgârlı Bayır, 7 — Madame Bovary, 8 — Moby Dick, 9 — Savaşla Barış, 10 — Karamazof Kardeşler. Ancak, şunu söylemekle başlıyayım ki dünyanın en iyi romanından söz açmak saçma bir şeydir. Dünyanın en iyi romanı diye bir şey yoktur. On değil, belki yüz tanedir, hattâ buna bile güvenemiyorum; şayet iyi okumuş temelli kültürü olan eli kişi dünyanın en iyi yüz romanın listesini yapsalar en aşağı iki ya da üç yüz tanesinin, bir kereden fazla adı geçeceğini sanırım, ama bana öyle geliyor ki, bu elli listenin İngilizce konuşan kimseler tarafından yapıldığı düşünülse, benim seçtiğim on roman elli listede yer alır, İngilizce konuşan kimseler diyorum, çünkü, listemdeki romanların hiç deşilse bir tanesi, Moby Dick, öğrenim görmüş Avrupa halkınca bilinmemektedir; İspanyolca, Almanca ya da Fransızca'nın da İngiliz Edebiyatı üzerine incelemede bulunanlardan başka bir kimse tarafından okunduğundan şüpheliyim. Romanların diğerleri üzerinde meydana çıkan bu görüş çeşitliliğinin başlıca nedeni, bence, romanın tam bir biçim olgunluğuna ulaşmış olmamasından ileri geliyor. Hiçbir roman eksiksiz değildir. Seçtiğim romanlar içinde bir tanesi yoktur ki, okur şu ya da bu sebepten dolayı kusur bulmasın; nitekim romanların her biri için yapacağım girişte ben de öyle yapmak niyetindeyim. Çünkü okura, genellikle klâsik olarak kabul edilen eserleri hiç fark gözetmeksizin övmekten daha büyük bir kötülük edilemez. ROMAN ZEVKLE OKUNMALIDIR Okur, kitabı okur ve şu ya da bu olayı hiç olmayacak şey, şu ya da bu kişiyi gerçek olmaktan uzak şu ya da bu tasviri can sıkıcı bulur. Eğer sabırsız bir insansa, okumakta olduğu romanın bir başşaheser olduğunu söyleyen eleştirmenlerin bir sürü kaçık olduğunu haykırır, yok daha alçakgönüllü ise, kabahati kendinde bulur, esere aklının ermediğini, onu anlamanın kendi harcı olmadığını sanır; ama ısrarlı ve inatçı bir tabiatte ise, kitabı hakkıyle, ama zevk almadan okumaya devam eder. Oysa roman zevkle okunmalıdır. Eğer zevk almazsa değersiz demektir. Bu böyle olunca her okurun kendisi için en iyi eleştirmen olması gerekir, çünkü zevk alıp almadığını ancak kendisi bilir. İnsanı roman okumaya zorlayan bir şey yoktur. Eleştirmen genellikle büyük sayılan bir romanın kendi kanısınca değerlerinin ve kusurlarının neler olduğunu göstermek işinde yararlı olabilir. Ancak, yukarıda söylediğim gibi okur her şeyden önce bir romanda olgunluk aramak noktasında uyarılmalıdır. Bu söylediklerimi daha çok açıklamadan önce roman okurları üzerinde bir şey söylemek isterim. Romancının onlardan bir şey istemeğe hakkı vardır. Üç, dört yüz sayfalık bir kitabı okumak için gerekli azıcık çabayı göstermelerini istemeğe hakkı vardır. Yazarın, kendilerini ilgilendirmeğe çalıştığı sahneleri göz önüne getirebilecek ve çizmiş olduğu portreleri zihinlerinde tamamlayabilecek kadar hayal gücüne sahip olmalarını istemeğe hakkı vardır. Son olarak, romancının, okurlarından biraz sevgi göstermelerini de istemeğe hakkı vardır, çünkü o olmadın bir romanın kişilerinin sevgilerine, üzüntülerine, dertlerine, tehlikelerine, maceralarına girilemez. İYİ BİR ROMAN NASIL OLMALI? Şimdi, kendi kanıma göre, iyi bir romanda bulunması gereken nitelikleri belirteceğim. Romanın geniş ölçüde ilgi çekici bir teması olmalıdır. Demek istediğim şudur ki, ister yalnız eleştirmenlerden, profesörlerden, bilginlerden, isterse kamyon şoförlerinden ya da bulaşıkçılardan meydana gelmiş olsun tek bir topluluğu değil, kadın erkek herkesi ilgilendirecek kadar geniş ölçüde insancıl bir teması olmalıdır. Ne demek istediğimi bir örnekle göstereyim. Biri çıkıp Mentessori sistemi üzerine bir roman yazabilir ve yazdığı, eğitmenleri ilgi ile sarabilir, ama bunun tatsız bir romandan başka bir şey olabileceğine ben dendi mi inandıramam. Hikâyenin altı üstünü tutmalı, kandırıcı olmalı, bir başı, bir ortası, bir sonu bulunmalı, sonu başına doğal bir sonucu olmalıdır. Olaylar yalnız akla yakın olmalı, temayı geliştirmekle kalmamalı, aynı zamanda romanın konusundan doğmalıdır. Romancının yarattığı varlıklar kişilerini korumalı, davranışları karakterlerinden meydana gelmelidir. Okura hiçbir zaman «filân böyle davranmazdı» dedirtmemeli, tersine olarak «Ben de filânın tam böyle davranacağını ummuştum» dedirtmeli; kişilerin kendilerinden ilgi çekici bulursa elbet daha iyi. Flaubert, duygusal eğitim adıyla, pek iyi birçok eleştirmenlerce beğenilmiş bir roman yazdı, ama kahraman olarak bile bile o kadar boş, karakterden öylesine yoksun bir adam seçti ki onun ne yaptığı ve ne olduğu ile ilgilenme olanağı yoktu, onun için bütün değerlerine rağmen ortaya güç okunur bir kitap çıktı. Romancıdan büsbütün yeni karakterler yaratmasını beklemek aşırılık olur. Roman dünyasının bütününe bir göz attığım zaman, tam orijinal biricik yaratma olarak Don Kişot'u görüyorum, eğer günün birinde çok bilgiç bir eleştirmen ona da uzak bir büyük baba bulup çıkarırsa hiç şaşmam. Eğer yazar, kişilerini kendi kişiliği içinden görebilir ve kendi kişiliği de onlara aldatıcı bir orijinallik verecek kadar «harcı âlem» olmaktan kurtulmuşsa, ne mutlu ona. Davranış karakterden doğduğu gibi, konuşma da ondan doğmalıdır. Olayların hikâye edildiği parçalar canlı olmalı ve ilgili kişileri hareke getiren sebepleri ve içinde bulundukları durumları belirli ve kandırıcı yapmak için gerektiğinden daha çok uzatılmamalıdır. Yazılacak, orta öğrenim görmüş bir insanın kolayca okuyacağı kadar sade olmalı; söyleyiş, iyi biçilmiş bir ayakkabı taraklı bir ayağa nasıl uyarsa, söylenene öyle uymalıdır. Bütün bunlardan sonra, roman eğlendirici olmalıdır. Bunu en sona koydum ama nitelik çok önemlidir ve o bulunmadıkça öteki niteliklerin hiçbiri bir şeye yaramaz. Aklı başında hiç kimse öğrenmek, düşünce ve ahlâk bakımından yükselmek için roman okumaz. Eğer öğrenmek, düşünce ve ahlâk bakımından yükselmek istiyorsa bunun için yazılmış kitapları okumayan kaçığın biridir o. Bir romanda bütün nitelikler bulunsa bile, bir elmasın içindeki kusur gibi, yine de olgunluğa erişilmez bir hale getiren bir biçim bozukluğu vardır. Kısa hikâye, uzunluğuna göre, on dakikadan bir saate kadar bir süre içinde okunabilen bir parçadır ve iyice sınırlanmış maddi ve manevi tastamam tek bir konuyu, bir olayı veya birbirine sıkı sıkıya bağlı bir olaylar dizisini ele alır. Ona bir şey eklemek ya da ondan bir şey çıkarmak olanaksız olmalıdır. Bence burada olgunluğa erişmek olanağı vardır. Ve bana öyle geliyor ki böyle çok sayıda kısa hikâye bulabilmek güç değildir. Ama roman, belirsiz uzunlukta bir parçadır, içinde bir dönem süresince bir olaylar dizisinin anlatıldığı ve geniş sayıda karakterlerin varlığı Savaş Barış kadar uzun ya da Carmen kadar kısa olabilir. Somerset Maugham (1874 - 1965) Yazar hikâyesini ve kişilerini akla yakın bir hale getirebilmek için hikâyesi ile ilgili olduğu halde kendileri ilginç olmayan bir takım olaylar anlatmak zorunda kalır. Olayları çoğu zaman, bir zaman aralığı ile ayırmak gerekir. Ve yazar eserinde denge sağlayabilmek için birşeyler uydurarak elinden geldiğince aradaki boşluğu doldurmağa çalışır. Bu bölümlere köprü denir. Birtakım yazarlar bir olaydan öbür olaya atlayarak bundan kaçınmağa çalışmışlardır, ama bunun başarılı bir örneğini hatırlamıyorum. Çoğu romancılar köprüden geçmeğe razı olurlar ve az ya da çok ustalıkla geçerler, ama bunu yaparken çok olasıdır ki, biraz can sıkarlar. Yazar da insandır, onun da kendine göre gönlünün çektiği, içinin istediği şeyler olabilir. Roman, özellikle İngiltere'de, ya da Rusya'da yazıldığı gibi, romanda şeklin gevşek olması, yazara gönlünün sevdiği herhangi bir konu üzerinde yayılma fırsatını veren ve kendisi için ne kadar ilginç olsa da romanının işlenmesi için gerekmedikçe, onun romanda yeri olamıyacağını fark edemiyecek kadar akıl gücünü ya da eleştiri duygusunu pek seyrek olarak gösterir. YAZARDA ETKİLENME Bundan başka romancı, herkesten daha çok etkilenmeğe elverişli olduğu için zamanın modasına uymaktan kendini alamaz ve çoğu zaman eserine, modası geçince çekiciliğini kaybeden şeyler yazmasına yol açar. Buna bir örnek vereyim: On dokuzuncu yüzyıla kadar manzaraya pek az dikkat edilirdi; bir iki söz bütün söylenecekleri söylemeğe yetişirdi; ama romantik okul herkesin hayalini büyüleyince, tasvir için tasvir yazmak moda oldu. Bir adam sokağa çıkıp eczaneden kendine bir diş fırçası mı alacak, yazar onun önünden geçtiği evleri, dükkânları ne gibi mallar satıldığını anlatmazsa olmazdı. Şafak vakti, güneşin doğuşu, yıldızlı gece, bulutsuz gökyüzü, ayın doğuşu ve batışı, hırçın deniz, başı karla örtülü dağlar, karanlık ormanlar; bütün bunlar sonsuz tasvirlere yol açardı. Bunların birçoğu kendi başına güzel şeylerdi ama yersizdi. Bir manzara tasvirinin ne kadar şairane yazılmış ne güzel söylenmiş olursa olsun, gerekli olmadıkça, yani yazarın hikâyesini ilerletmesine yardım etmedikçe ya da romanına koyduğu kişiler üzerine okura bilmek istediği bir şeyi öğretmedikçe, yersiz olduğunun anlaşılması için çok zaman geçmesi gerekti. Bu, romanda dıştan gelme bir kusurdur, ama bir tane daha vardır ki romanın tabiatı gereğidir. Roman hayli uzun bir eser olduğu için yazılması epeyi bir vakit, en aşağı birkaç hafta, genel olarak birkaç ay, kimi zaman birkaç yıl ister. Bir yazar için bu kadar uzun bir zaman esininin büyüsü altında kalma olanağı yoktur. Esin sözünü kullanmağı sevmiyorum. Düzyazı için kullanınca onda bir şey seziliyor, onu daha çok şairlere bırakıyorum. Şairin romancıdan daha çok soylu bir sanatı vardır; ama romancının da şaire göre zararını kapatan başka bir yanı vardır: şiir en yüksek nitelikte olmazsa ihmal edilebilir; oysa roman birkaç kusurıyle bile değersiz olmaktan uzak kalabilir. Ama ne denilirse denilsin roman, esinin değilse bile, daha iyi bir söz bulamadığım için bilinçaltı diyeceğim, bir şeyin etkisi altında yazılır. Belki de bir dereceye kadar anlamı tariflenmemiş belirsiz bir terim olduğu için yazarda bulunan bir duyuyu yeteri kadar anlatır. Yazar bir de bakar ki, bildiğini bilmediği şeyleri yazıyor, nereden geldiğini bilmediği güzel şeyler aklına geliyor, umulmadık bilgiler hazırlıksız tertiplenmiş bir davete gelen konuklar gibi içeri giriyor. Bunda esrarlı bir şey olduğunu sanmıyorum; umulmadık bilgiler geçmişteki uzun denemelerin etkileridir, güzel düşünceler herhangi bir düşünce çağrışımının etkisidir, bilmediğini sandığı şeyler de belleğinin boşluklarına istif edilip kalmış şeylerdir. Onlar şimdi bilinçsiz olarak yüze çıkmışlardır, kalemden kâğıda aktarılmağa başlamışlardır. Ancak bilinçaltı dediğimiz şey dik başlıdır, kararsızdır, zora gelmez, irade çabası ile çalışmaya geçirilemez; o istediği yöne esen rüzgâr gibidir, doğruya da eğriye de biteviye yağan yağmura benzer. Tecrübeli yazarların onu okşayıp tatlılıkla yardımlarına getirmek için usulleri vardır, ama kimi zaman inatçılığı tutar. Roman gibi ister istemez uzun olan bir eserde bu hal seyrek değildir. O zaman tek başına kalan yazarın yapacağı şey dişini sıkıp alabildiğine çalışmak ve genel bilgi ve ehliyetine başvurmaktır. Eğer bu çarelerde okurların dikkatini çekmeği başarırsa, mucize olur. Romancının ne çok engellerle karşılaştığını ne çok tehlikelerden kaçınmak zorunda kaldığını düşündükçe en büyük romanların bile kusursuz olmayışına şaşmam, nasıl olup da daha çok kusurlu olmadıklarına şaşarım. Onun için on roman seçip de bunların en iyileri olmadıklarını söylemekteki olasızlık daha çok bundan ileri gelir. On kitaplık başka bir liste de yapardım ve bu da yaptığım liste kadar iyi olurdu. Anna Karenina, Suç ve Ceza, Coussinne Bette, Parma Manastırı, Kandırma, Tristan Shandy, Gurur Panayırı, Mat Ortası, Büyükelçiler, Gil Blas... İlk seçtiklerim için makül nedenler gösterebileceğim gibi bu kez seçtiklerim için de aynı derecede makbül nedenler gösterebilirim. Seçişim keyfidir. ESKİ ROMAN OKURLARI Geçmişte okurların çok uzun roman istedikleri anlaşılıyor, ona göre yazar da anlatacağı hikâyenin gerektirdiğinden daha çok yazıyı basımevine vermeğe çalışırdı. Bunun için kolay bir çare bulmuştu. Kimi zaman romanına, kendi konusu ile hiçbir ilgisi olmayan ya da pek az ilgisi olan, kısa roman denilecek uzunlukta hikâyeler eklerdi. Hiçbir yazar bunu Cervantes'in Don Kişotunda yaptığı kadar umursamazlıkla yapmamıştır. Bu eklemelere her zaman ölmez eser üzerinde lekeler gözü ile bakılmış ve bunlar ancak sabırsızlıkla okunmuştur. Çağının eleştirmenleri bundan dolayı ona hücum etmişlerdir; yazar, kitabın ikinci cildinde bu kötü huyundan vazgeçmiş, böylelikle, son tarafın baş taraftan daha iyi olması gibi yapılması imkânsız sayılan bir şey ortaya koymuştur, ama, bu hal sonra gelen (ve herhalde bu eleştirileri okumamış olan) yazarların yayınevlerine bol bol yazı vermek gibi kolay bir usulde baş vurmalarını önleyememiştir. 19. yüzyılda yeni yayın usulleri yazarların yeni yeni konulara kapılmalarına yol açmıştır. Aylık dergiler sayfalarından çoğunu, değerden düşürürcesine hafif edebiyat adıyla anılan yazılara ayırarak büyük başarılar kazanmışlar, bu yazarlara eserlerini halka tefrika halinde sunmak ve böylelikle daha çok kâr sağlamak olanağını vermiştir. Yine aynı sıralarda yayın evleri tutulmuş yazarların romanlarını aylık formalar halinde yayınlamayı kârlı bulmuşlardır. Her iki halde de yazar şu kadar sayfayı doldurmak için şu kadar yazı vermeyi üstüne almıştır. Bu usül yazarı rahat çalışmaya ve uzun yazmaya teşvik etmiştir. Fransa'da satır başına para aldıkları için yazarlar elden geldiğince çok satır yazmağa çalışmışlardır. Ne yapsınlar, çalışarak geçimlerini sağlıyorlardı. Yine de geçimleri pek yolunda değildir. Bir aralık Balzac, İtalya'ya gidip, orada gördüğü resimlerin etkisi altında kalmış (kim kalmaz ki), o zaman yazmakta olduğu romanın olaylarını anlatmayı yarıda bırakarak onun yerine oturup İtalya'da gördüğü resimler üzerine basbayağı bir makale yazıp romanına bunu koymuş. Bir tefrikayı belirli bir tarihte basımevine teslim etmek zorunda kalmanın forma halinde tefrika yazanlara, hattâ bunlar içinde Dickens, Thackeray, Trollope gibi en iyi yazarlara ne iğrenç bir yük yüklediğini kendi itiraflarından öğreniyoruz. Bunların romanlarına konu ile ilgili olmayan yersiz şeyler sokuşturmalarında şaşılacak şey yoktur. Bir romanın kusurları, ister roman türünün kaçınılmaz bir gereği olsun, ister romancının güçsüzlüğünden, günün modasından, ya da yayın usullerinden ileri gelsin, okurun bunları sabırla karşılaması için hiç bir sebep yoktur. Aklı başında bir insan romanı iş diye okumaz, avunmak için okur. Kendi kendinden uzaklaştırılmasını ister. Romanın kişileri ile ilgilenmeye hazırlanmıştır, onların belirli bir durumda nasıl davranacaklarını başlarına neler geleceğini bilmek ister; sıkıntılarına üzülür, sevinçlerinden haz duyar, kendini onların yerine koyar ve bir dereceye kadar onların hayatını yaşar. Hayat üzerine görüşleri, insan düşüncesinin büyük konular karşısında tutumları ister sözle anlatılmış ister davranışlarıyla gösterilmiş olsun, kendisinde şaşırma, haz ya da öfke tepkileri uyandırır. Ama kendisini asıl ilgilendiren şeyin nerede olduğunu iç güdüsü sayesinde bilir. Ve tazı tilkinin kokusunu nasıl izlerse o da onu öyle izler. Ama, kimi zaman yazarın başarısızlığı yüzünden kokuyu kaybeder. Bunun üzerine onu yeniden buluncaya kadar etrafı arar tarar. Sonra da sayfaları atlar. Herkes atlar, ama bir şey kaybetmeden atlamak kolay değildir, benim bildiğim o tabiatın bir vergisidir ve belki de deneme ile elde edilir. Ama, ne yazık ki ister türün özünden doğan kusurlar ister yazarın yetersizliğinden, ya da yayın usullerinden ileri gelmiş olsun, insanın ilgisini kaybetmeden başından sonuna kadar okuyabileceği pek az roman vardır. Atlamak kötü bir huy olabilir ama, okurun uymak zorunda kalacağı bir huydur. Şu da var ki insan bir kere atlamağa başladı mı durması güç olur. Ve böylelikle okumakta büyük yararı olan birçok şeyleri kaybedebilir. Somerset Maugham SOMERSET MAUGHAM KİMDİR? William Somerset Maugham 25 Ocak 1874 - 16 Aralık 1965) Oyunları, romanları ve kısa öyküleriyle tanınan bir İngiliz yazardı. İlk on yılını geçirdiği Paris'te doğan Maugham, İngiltere'de eğitim gördü ve bir Alman üniversitesine gitti. Londra'da tıp öğrencisi oldu ve 1897'de hekimlik diploması aldı. Hiç tıp mesleğini icra etmedi ve tam zamanlı yazar oldu. İlk romanı, gecekondu mahallelerindeki yaşamı inceleyen Liza of Lambeth (1897) ilgi çekti, ancak ulusal üne ilk kez oyun yazarı olarak kavuştu. 1908'de Londra'nın West End bölgesinde aynı anda dört oyunu sahneleniyordu. 1933'te 32. ve son oyununu yazdı ve ardından tiyatroyu bırakıp roman ve kısa öykülere odaklandı. Maugham'ın Lambethli Liza'dan sonraki romanları arasında İnsan Esareti (1915), Ay ve Altı Peni (1919), Boyalı Peçe (1925), Kekler ve Bira (1930) ve Ustura Sırtı (1944) yer alır. Kısa öyküleri, Casuarina Ağacı (1926) ve Önceki Gibi Karışım (1940) gibi derlemelerde yayımlandı; birçoğu radyo, sinema ve televizyona uyarlandı. Büyük popülaritesi ve olağanüstü satış rakamları, onu yalnızca yetenekli biri olarak küçümseyen entelektüel eleştirmenlerin olumsuz tepkilerine yol açtı. Daha yeni değerlendirmeler, yoğun otobiyografik öğeler içeren İnsan Esareti kitabını genellikle bir başyapıt olarak değerlendiriyor ve kısa öyküleri de eleştirmenler tarafından büyük beğeni topluyor. Maugham'ın sade düzyazı üslubu, anlaşılırlığıyla tanındı, ancak klişelere olan güveni olumsuz eleştirilere yol açtı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Maugham, İngiliz Gizli Servisi için çalıştı ve daha sonra 1920'lerde yayınlanan öykülerinde deneyimlerinden yararlandı. Maugham ömrü boyunca dünyayı dolaştı. Gittiği her yerde kurguları için malzeme topladı. Maugham, İkinci Dünya Savaşı'ndan kısa bir süre sonra roman yazmayı bıraktı ve son yılları bunamayla gölgelendi. 91 yaşında öldü.
(Türk Dili dergisi “Roman Özel Sayısı”, 1964 Sayı:154 /159 2 Cilt)
Gercekedebiyat.com
















YORUMLAR