Son Dakika



Dostoyevski yoksullar evinde, köylü kanından bir annenin, soylu bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Stefan Zweig’in* dediği gibi, Dostoyevski ile kaderi arasında bitmek bilmeyen bir mücadele, bir tür sevgi dolu düşmanlık vardır. Kaderin yükü altında dizleri bükülmüş halde ellerini inançla yukarı kaldırır ve hayatın yüceliğine şahadet eder.

Dini kuralları aile içinde atılan Dostoyevski, inançla inançsızlık arasında gidip gelmiştir. Ama bu gidip gelişler onu inançsızlığa götürmemiştir. Bu açıdan onu Nietzsche’den ayıran özellik Ortodoks inancının temcilcilerinden biri olmasıdır. Ortak yanları ise ikisinin de varoluş felsefesinin köklerinden beslenmeleridir. Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar'ı  bilinen ilk varoluş romanıdır.

Nietzsche’nin Dostoyevski’yi tanıması da Şubat 1887’de bu eserin Fransızca çevirisini okumasıyla olur. Sonrasında Ezilenler'i, Suç ve Ceza'yı okur. Dostoyevski’nin eserlerinde huzur içinde nefes alıp, dinlenen, hedefine ulaşmış bir tek insan yoktur. Dostoyevski’nin eserlerinde kendi yaşamından da kesitler görürüz. Nietzsche’nin hayatın en verimli kanunu dediği sonsuz amor fati’siyle kaderini sevmiştir. Kader ona sert bir darbe indirdiğinde, kanlar içinde yere yıkılırken yeni darbeler için adeta yalvarır.

Ceza ve imtihan kimini ayağa kaldırırken, kiminin de pestilini çıkarabilir. Oscar Wilde mesela, o da Dostoyevski gibi hapishaneye düşmüş, ancak Zweig’in dediği gibi Wilde, imtihanda havanda dövülmüş gibi un ufak olur. Wilde, hapishaneden çıktığında bitip tükenmiştir, Dostoyevski ise daha yeni başlamaktadır. Dostoyevski felaketleri dönüştürür, öyle ters yüz eder ki, ancak en sert kader ona uygun olabilirdi. Zor elbette felaketleri dönüştürebilmek! Eserlerinde de isyanı, insanın kendisine öfkesini görürüz.

Dostoyevski okuyucuları onun eserlerinde mutlaka bir kahramınında kendilerini görür. Bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, hâlâ okunuyor olmasının nedenlerinden biri de bu olsa gerek.

Dostoyevski’nin hissetme tutkusu insanın acılarını boyunduruk altına almıştır ve yazar Dostoyevski onları dinleyerek acıların efendisi olur. Hayatının illeti olan sara hastalığını bile sanatının en büyük sırrına dönüştürmüştür. Beethoven’in sağırlığından, Byron’ın topallığından, Rousseau’nun mesane hastalığından yakındığı gibi yakınmamıştır hastalığından. Muazzam bir zaman aralığında, hayatın orta yerinde ölüm yaşanır ve her seferindeki ölümden önceki son anda, varoluşun en güçlü, en sarhoş edici, “kendini duyumsamanın” doruğa ulaşmış patolojik gerilimi duyumsanır.

Dostoyevski’ye göre, krizden hemen önceki son anda saralının içine sonsuz bir haz duygusu dolar. Bu sonsuz haz anının saatlerce sürüp sürmediğini hiçbir zaman bilemese de, bunu hayatının tüm mutluluklarına değişmeyeceğini söyler.

Her krizden sonra Dostoyevski’nin durumu budala bir karanlıktır ve bunun dehşetini Prens Mişkin’de kendine acı verecek açıklıkla anlatır. Yatakta yorgun argın, genellikle örselenmiş halde yatar; dil sesin, el kalemin emirlerini dinlemez, beyninin berraklığı dağılıp gider, yakın şeyleri bile hatırlayamaz olur.

Bir keresinde Ecinniler’i yazarken geçirdiği bir kriz sırasında, yazdığı şeyde olan biten hiçbir şeyi hatırlamadığını dehşetle fark eder, kahramanların isimlerini bile unutmuştur. Sırtında sara dehşeti, dudaklarında ölümün arta kalan tadı, sefalet ve yoklukların kırbacıyla ortaya çıkmıştır en büyük romanları. Ve sanatçı Dostoyevski bütün tehlikeleri hakimiyeti altına alıp dönüştürüyor. “Ey harika dönüşüm, kalbimin bütün krizlerinde verimlisin sen!”

DOSTOYEVSKİ'NİN KÖTÜ HUYU

Kötü huylarından biri şans oyunlarına duyduğu sevgidir. Daha çocukkken tutkulu bir iskambil oyuncusuydu. Dostoyevski bu tutkusunda da tüm ölçüleri aşıp son haddine, bir kusur haline gelecek raddeye vardırmıştır. Durmak, tedbirli, düşünceli davranmak ona yabancıydı: “Her yerde ve her şeyde, hayatım boyunca sınırları aştım.” Çocukken iskambil oyundan bile hile yapardı. Suç ve Ceza’daki trajik delisi Marmeladov’un içki hırsı yüzünden karısının çoraplarını çalması gibi o da karısının parasını ve dolaptan elbisesini çalardı gidip rulette kaybetmek için.

Bodrum yılları”ndaki sefahat düşkünlüğü ne derece sapıklığa kadar vardı, Svidrigaylov’un, Stavrogin’in ve Fydor Karamazov’un “şehvet örümceklerinden” ne kadarı onda cinsel bozukluklar halinde yaşandı, biyografi yazarları araştırmaya cesaret edemiyorlar. Ancak şurası kesindir: Dostoyevski şehvette de burjuva ölçülerini aşan biriydi. Onun ahlakı, klasik olana ve normlara değil, yoğunluğa yönelikti. Doğru yaşamak ona göre, güçlü yaşamak ve her şeyi yaşamak, iyi ve kötü her ikisini birden en güçlü, sarhoş edici biçimde yaşamak!

Dostoyevski kendini yargılamak, değiştirmek, iyileştirmek istemiyor, bir tek şey istiyordu: Kendini güçlendirmek!

Suç ve Ceza’da şöyle der: “Acı ve üzüntü engin bir bilinç ve derin bir yürek için her zaman zorunludur... Gerçekten büyük insanlar, büyük acılar çekmek zorundadır...” “insan doğası gereği despottur ve acı çektirmeyi sever...”, “dış görünüş aldatıcıdır; çiçeklerin altında yılanın beslendiğini acı tecrübelerle öğrenir...”

René Girard, Dostoyevski’yi şöyle anlatır: “Dostoyevski’nin saltık arayışı boşuna değildir; iç sıkıntısı kuşku ve yalanla başlayıp kesinlik ve sevinçle biter. Yazar kendini herhangi bir değişmez özle değil, belki de başyapıtlarının en büyüğünü oluşturan o heyecan verici yolculukla tanımlar. Bu yolculuğun aşamalarını görebilmek için, Dostoyevski’nin yapıtlarını tek tek karşılaştırmak  ve birbirini izleyen bakış açılarını açığa çıkarmak gerekir...”

*Stefan Zweig – Üç Büyük Usta, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Nilüfer Kuzu
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)