Doğal olmayan afet: iç savaş
İnsan türünün insanlaşma süreci aynı zamanda doğadan kaynaklanan tehlike ve tehditlerle savaşım ve doğaya egemen olmaya çalışma sürecidir de. Bu durumun gözden kaçırılmaması gereken püf noktalarından biri şu: insan da doğanın bir parçasıdır. Bunun bir anlamı, hiç bitmeyen ölüm kalım savaşında insanın taraflardan biri ve -bazı durumlarda çaresiz kalsa da- en güçlüsü olduğudur. Diğer bir anlamı ise insanın tehdit olarak algıladığı doğanın kendisi ve diğer tüm parçaları için tehdit oluşturduğu; kendi cinsi dâhil. Günümüz insanının atası Homo sapiens’in 200 bin yıllık, özellikle Afrika’dan dünyanın her yerine yayılışını izleyen 70 bin yıllık evrimini inceleyen bilimcilere göre insanın en güçlü canlı olmasını sağlayan başat etkenler gelişmiş bir beyin, alet (ve kuşkusuz silah da) yapma ve geliştirme yeteneği ile işbirliğine yatkınlığıdır. Ne yazık ki, insanı doğanın egemeni yapan bu üstün özellikler aynı zamanda insan topluluklarının birbirine karşı kullandığı, insanlığı zaafa uğratan, yaşamını zaman zaman cehenneme çeviren özelliklerdir aynı zamanda. "Modern insan olağanüstü bir işbirliği yeteneğine sahip. Ve işbirliği yaptığımız insanlarla akrabalık ilişkimizin bulunması gerekmiyor. Hatta bu insanlar bizlere tamamen yabancı bile olabilir. Öyle ki akrabamız bile olmayan insanlarla el ele verip, başka gruplara savaş açabiliyoruz ve düşman bellediğimiz yabancıları acımasızca öldürüyoruz. Bilim insanları bu özelliğin öğrenilmiş bir eğilim olmadığını; yalnızca Homo sapiens’lere özgü genetik bir özellik olduğunu söylüyor."(*) Bu “genetik özellik” sayesindedir ki insan, türünü hedef alan tehlikelere, iş ve güç birliği yaparak, böylece en örgütlü ve en güçlü tür haline gelerek karşı koymuş, varlığını sürdürmüştür. Bununla kalmamış, karşılaştığı arkaik insan topluluklarını, iri hayvan türlerini ortadan kaldırmış, ekolojik sistemlerde köklü değişikliklere neden olmuştur. Hayvan türlerinin kimini evcilleştirerek egemenliği altına almış, vahşi olanları kendi yaşam alanlarından uzaklaştırmıştır. Kendinden güçlü ama birlikte davranma yeteneği olmayan ortak düşmanları, birlik olarak alt etmiştir. Deprem, sel, yanardağ patlaması, yangın vs. gibi doğal afetlerle yine dayanışmayla başa çıkmış ve varlığını güçlenerek sürdüre gelmiştir. Ancak, ortak düşmana karşı birleşme ve işbirliği yeteneği, en ilkel topluluklar halinde yaşarken bile insanların birbirleriyle çatışmalarını önleyememiştir. "Çatışmaların nedeni genellikle ekonomikti; başka bir deyişle yiyecek stoklarını yabancılara karşı korumaktı. Burada da kural şöyle işliyordu: Bol ve sürdürülebilir bir miktara sahip kaynakların söz konusu olduğu durumlarda, gruplar arası çatışmalar daha şiddetli ve acımasız bir yol izliyordu. Bugün de aynı kural geçerlidir. Etnik gruplar ve ulus devletler, petrol, su ve zengin tarım toprakları gibi bol ve öngörülebilir kaynakları tehlikeye girdiğinde çatışmaya girmekten çekinmezler.”(*) Günümüze değin geçen 70 bin yılda insan nüfusu binlerce kat artmış, birbirine karşı örgütlenip işbirliği yapan topluluklardaki insan sayıları milyonları aşmış, uluslar arası, hatta küresel karmaşık işbirlikleri ve örgütler ortaya çıkmıştır. İnsanın ortak düşmanı sayılan başka canlı türlerini hedef alan silahlarda önemsenmeyecek düzeyde gelişme görülürken, insan topluluklarının birbirini dolayısıyla tüm insanları (ve kuşkusuz tüm canlıları) tehdit eden silahlarda akıl almaz ilerlemeler kaydedilmiş, insan türünü bir çırpıda yok edebilecek kitlesel imha silahları düzeyine gelmiştir. "Modern insan zekâsının ve işbirliğinin ilk kurbanı Neanderthaller bugün dünyayı kana bulayan soykırımların nasıl oluştuğuna ışık tutuyor. Yiyecek ve toprak kıtlığı belirdiğinde bize benzemeyen veya bizim gibi konuşmayan insanları ‘diğerleri’ (ötekiler-a.g.) olarak nitelendirme eğilimi güçlenir. Ve onları ortadan kaldırma gerekçesi de yalnızca bu farklılıklarıdır.”(*) Görüldüğü gibi, doğadan gelebilecek her türlü tehdide karşı insan türünün en büyük silahı yine işbirliği yeteneğidir. Çıkar çatışmaları nedeniyle bu işbirliğinin birbirine karşı konumlanmış topluluklar içine hapsedilmesi silahın insanın kendisine döndürülmesidir. Şoven milliyetçilik, ırkçılık, dilsel, dinsel-mezhepsel ayrımcılık vb. gibi yollarla insanların birbirini ötekileştirmesi, düşman sayıp yok etmeye çalışması bunun kaçınılmaz sonuçları olacaktır. Kuşkusuz her savaş yıkım, kan ve acı getiren insan yapımı bir tür “doğal olmayan afet”tir. Ancak afetler içinde biri var ki en derin yaraların, en büyük acıların, parçalanmaların, dağılmaların nedenidir: iç savaş! Çünkü aile içidir, en kirli, en çürütücü, en yakıcı olandır. Doğal afetlerin bile yararlı denebilecek bir yanı var: insanlar arasında dayanışma, yardımlaşma ve paylaşmayı güçlendirmesi. Doğal afetlerin yıkımı ve acılarına karşı insanlar yerel, ulusal hatta uluslar arası düzeyde dayanışma ve birlik içinde davranır. İnsanlar, topluluklar, uluslar çıkar gözetmeden afete uğrayanın yaralarını sarmaya koşar, özveri ve yardımlaşma öne çıkar, insanlığın ölmediği duyumsanır. Çünkü doğal afetler ortak düşmandır. Buna karşılık aynı ülkenin halkı ırk, renk, din, dil, mezhep farklılıklarından biri veya birkaçı nedeniyle ayrışıp çatışmaya girdiğinde her bir taraf diğeri için öteki, düşman, yok edilmesi gereken durumuna gelir. Böylesi ortamlarda akıllar tutulur önce, dil çatallaşır, kulaklar birbirini duymaz olur, aynı dilde anlaşmak olanaksızlaşır. Artık dişler bilenmiş, gözler kararmış, vicdanlar körelmiştir. Verilen bir ölüm kalım savaşımıdır. Dolayısıyla öldürmek, hayatta kalmanın koşuludur. Öyleyse öldürmek öz savunmadır diye düşünülür. Bu uğurda yapılan savaş kutsanır, savaşı kazanmak için her yol mubah görülmeye başlanır. Taraflar öyle düşünmeye başlayınca herkes kendi ölüsüne ağlamaya, ötekininkine sevinmeye başlar. Oysa o andan itibaren o kutsal sanılan savaş bir kirli savaşa dönüşmüştür. Her türlü yalanı, iftirayı, kışkırtmayı, kalleşliği, pusuyu, sabotajı, zulmü, gaddarlığı, ihaneti bünyesinde barındırır. Karşılıklı kirlilik birbirini besler, ortam kimsenin temiz kalamayacağı kokuşmuş bir bataklığa dönüşür. İnsanlıktan, yaşamın kutsallığından, savaşın yıkıcılığından, barışın değerinden söz etmek anlamını yitirir. Bunlardan söz edenlerin hangi taraftan yana oldukları sorgulanır. Çoğu zaman barış dostları ne İsa’ya ne Musa’ya yaranır. Eleştirileri nedeniyle taraflarca kendilerine karşıt, dolayısıyla ötekinden yana gibi algılanır ve dışlanır. Sesleri, gür çıkmadığı sürece duyulmaz veya kulak ardı edilir. Ancak o ses önünde sonunda duyulacaktır; barışseverlerin sayısı yeterince arttığında veya savaşanların sesi kesildiğinde! Ne yazık ki ikincisi ölümlerden, yıkımlardan ve büyük acılardan sonra gerçekleşebilmektedir. Barış çağrılarının duyulmadığı ve dikkate alınmadığı durumlarda ödenen ağır bedellerin savaşların sonucu ve barışın nedeni olduğunu tarih pek çok kez göstermiştir. Egemenler ve egemenlik kurma peşinde olanlar, tarih boyunca çıkarlarını içine sakladıkları vatan, millet, din, inanç özgürlük gibi halkın kutsallarını sömürerek, bunları savunmanın bayraktarlığını yaparak, bunların uğrunaymış gibi yapılan savaşları da kutsal göstermeye ve benimsetmeye çalışmışlardır. Milliyetçilik, vatanseverlik kavramlarının yüceltilmesi, savaşlarda yiğitlik gösterenlere kahraman, yaralananlara gazi, ölenlere şehit payesi verilmesi aynı amaçladır. Klasik savaşlarda duruma göre kabul edilebilirliği olan bu nitelemeleri, kardeş kavgası olan iç savaşlarda onaylamak olası mı? Birbirini öldüren aynı ülke vatandaşlarından kimin kahraman, kimin hain; Allah ü ekber çığlıklarıyla birbirlerini boğazlayan din kardeşlerinden kimin şehit, kimin katil olduğunu sorgulamak gerekmez mi? Aynı dini inancı taşıyan çarpışan tarafların kendi ölüsünü şehit, karşı tarafınkini din düşmanı, terörist veya katil ilan etmesi akla, mantığa sığabilir mi? (*) Cumhuriyet Bilim Teknoloji, 7 Ağustos 2015, sayı: 1481, “Homo sapiens dünyayı nasıl istila etti?” Derleyen: Reyhan Oksay Ali Günay
(Deliler Teknesi-Eylül-Ekim 2015)
Gerçek Edebiyat
YORUMLAR