Derdedeva banyosu / Celal İlhan
Yerde, elde dokuma iki parça eski kilim… Sedirde, yün minder, halı yastık… Duvarda, Hazreti Ali, Atatürk, Hacı Bektaş Veli resimleri vardı.
Hz. Ali hüzünlü, Atatürk kararlı, Hacı Bektaş dingindi.
Çizgi ve renklerindeki abartı nedeniyle resimler; gerçeklik boyutundan bilerek uzaklaştırılmış, insanları düş evrenine sürükleme amacı güdüyormuş gibi görünüyordu.
Sarahmet, halkın gönlüne girebilmenin güçlüğünü, bu güçlüğü aşmanın büyük çabalar gerektirdiğini, inadının ve ömrünün buna yetip yetmeyeceğini düşündü. Gözleri bir kez daha gezindi resimler üzerinde. Düşünü gerçekleştirebilmek için yardımlarına gereksinimi vardı onların.
Başkent’in bu gecekondu mahallesinde, elleriyle yapıp çattığı ve içinde yaşadığı bu gecekondunun en dikkat çekici yanı, yüksekliği iki metreyi aşan, üstleri kesici cam kırıklarıyla döşenmiş bahçe duvarlarıydı. Daha evin arsasını aldığı gün diktiği dört kavak ağacı duvarları çoktan aşmış, bahçenin dört köşesinden minarelerle yarışan bir düzgünlükte göğe yükseliyordu. Kavakların arasında kalan alanda; iki kayısı, görkemli bir elma, mayıs aylarlarında kokusu tüm mahalleyi teslim alan azmanlaşmış bir de iğde vardı. Duvarın yüksekliğinden bahçeyi göremeyen meraklılar Sarahmet’in, içerde hangi hinlikler peşinde koştuğunu düşünmeden edemezlerdi.
Fadime, gözleri dolu, şaşkın, umutsuz baktı babasına. Boğazına tıkanan yumruğu eritmeye çalıştı bir süre. Papatya tarlasını andıran giysisi içinde, kırgın ve mutsuzdu. Yüz adım ötedeki evinden, kocasının homurdanmalarına aldırmadan, babam sever diye kapıp geldiği; yufka ekmek, yaprak sarma, yoğurt ve kayısı hoşafıyla yüklü sinideki yemek, ağız dalaşı yüzünden unutulup gitmişti.
Aralarındaki gerginlik, tek başına yaşayan babasının ayrıksılıklarıyla ilgiliydi.
Fadime, yanık ve iyi evlat sesiyle, “Altından su çıkmış gibi evinde bir soluk oturmuyorsun baba!” dedi. “Yaşıtlarına bak, zorunlu kalmadıkça evlerinden dışarı adım atıyorlar mı hiç? Yalnızlığını düşününce içim sızlıyor, çocuklara, dedeniz ne yapıyor gidin bir bakın diyorum; ‘Nerden bakalım anne? Her taraf duvar, kapıyı çalıyoruz açmıyor’ diye yoklamaya bile gelmek istemiyorlar. Ne kimsenin yanına gidip bir merhaba diyorsun ne yanına yaklaşılmasına izin veriyorsun. Kapın kilitli, perden kapalı, bahçe duvarın iki adam boyu. Konu komşu olmadan yaşanır mı?! O köy senin bu köy benim, dere tepe demeden deli derviş gibi dolaşıyorsun! Aklın fikrin otta çöpte.”
Sarahmet, başka zaman olsa bu sözleri söyleyen kızını çoktan kapı dışarı ederdi ya, bu kez parlamadı nedense. Aşla gelene, taşla gitmek istememiş olmalıydı.
Sesine alaycı ve aşağılayıcı bir hava vererek, “Fadimanım” dedi, “Seni içinden bir şey dürtüp duruyor mu?... Yok! Ama beni dürtüyor, rahat bırakmıyor! Ben emsallerim gibi yaparsam üç günde çatlar ölürüm. Gerçi sizin istediğiniz de bu ya!”
Fadime’yi içinden dürten bir şey yoktu ama babasının sözleri, kabasına iğne batırılmış gibi oturduğu yerden fırlamasına neden oldu.
“Ne dürtmesi! Ne çatlaması! Ölmeni isteyen kim baba?!” diye, denetimsiz bağırdı. “Şu başımıza gelenlere bak büyük Allahım! Yetmiş yaşına geldin aklın hâlâ bir karış havada. Biraz durul, yaşıtların gibi al tespihini eline, sedirinde bağdaş kur otur. Elâlemin arkandan neler söylediği seni hiç mi ilgilendirmiyor?”
Fadime, sözünün kesilmediğini, dahası dinlendiğini görünce, o güne değin korkudan söyleyemediği ne varsa hepsini sayıp dökmeye karar verdi. Ağlamaklı sesiyle, “Yalnız dolaşsan yine iyi baba!” dedi. “Ailemizde kim avuç açıp dilenmiş bugüne değin? Ben bilmiyorum, biliyorsan söyle? Hiç Allah korkun yok mu senin, çocuklarını, torunlarını hiç mi düşünmüyorsun? Oğlumuz, kızımız evde kalacak senin yaptıkların yüzünden!”
Bu kez yerinden fırlayan Sarahmet’ti.
“Bak heleee!” diye bağırarak kızının üstüne yürüdü. Bir anda eski Sarahmet oluvermişti.
“Şunun yediği boka bak! Benim Allah’tan başka kimseden korkmadığımı bilmiyor musun? Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Hiç Allah korkum yok muymuş. Tövbe tövbe, elimden bir kaza çıkacak. Ben ne yapmışım da çoluk çocuğunuzun kısmetini kesiyor, evde kalmasına neden oluyomuşum ha?! Onu diyen ırzı kırıklar önce kendilerine baksınlar! Asıl dilenmek diye, aç karnını doyurmak için çoluk çocuğunun eline bakıp oturmaya derim ben. Hem insanların derdine çare bulmak için o dağ senin bu tepe benim, yırtık çarık gibi dolaşacağım, hem de cebimden para harcayacağım öyle mi? Dünyaya ot gelip çöp gidecek adamlardan olmadığımı bir türlü anlayamadı benim sıpalarım. Anamın a… dan düştüm başladım gerçeği aramaya, yetmiş ya da yüz yaşında olmuşum hiç fark etmez. Elim tutuyo gözüm görüyosa yine de ararım.”
Yeniden duvardaki resimlere çevirdi başını. Kocaman elleri önce Hz. Ali’yi, sonra ötekileri okşadı saygıyla. “Bunlar” dedi, “başkaları gibi davrandıklar için mi duvarlarımızı, gönüllerimizi doldurdu? Köyden kente, oradan da başkente giden yolları kim gösterdi köylüye?! Babanız değil mi?
Ben Veysel’e inanırım Fadimanım!
‘Her kim ki olursa bu sırra mazhar / Dünyaya bırakır ölmez bir eser.’ diyen âşığa.
Bu sözlerin anlamını biliyor musun?”
Bilmiyordu, bilmek istediğinden de emin değildi Fadime. Uzun uzun baktı babasının gözüne. Kızıl, çapaklı, yırtık gözlerinde sevginin, sıcaklığın eseri yoktu.
Yalnız kızgınlık ve inatlaşma gördü onlarda.
“Baba…” diye, bir konuşma girişiminde bulunduysa da susmak zorunda kaldı.
“Sarahmet’in bacakları tutmaz olmuş, çocuklarına sığınmış diyeceklerine, dilenci desinler daha iyi” dedi. “İçine sıçılası bir ömürdür öylesi. Sizin istediğiniz öyle bir baba ama ben daha ölmedim. Sürüne sürüne, hem de aradığı bir şey olmadan yaşamak; bir gün bile katlanmam o zillete.”
Kızıyla savaşırken ellerini kullanamayışı bunaltıyordu onu. Eskiden olsa bir iki tekme tokatla bu işi bitirdi ama şimdi işler değişmişti. Yuvadan uçmalarından, hele karısının ölümünden sonra onlara, çocuklarına el kaldırma ayrıcalığı da son bulmuştu. Bağırıp çağırsa da fazla ileri gidemiyordu. Saldıracakmış gibi üstlerine yürümekle, el kol hareketleriyle sınırlandırmıştı babalığını. Eski alışkanlıklarını sürdürürse, çocukları dahil kimsenin kapısını açmayacağını, dünyada tek başına kalacağını da görebiliyordu.
“Amma” dedi, “size de, o menfur hastalığa da boyun eğmeyeceğim. Topal Haydar gibi dizlerimi kırıp oturmayacağım. Her derdin bir dermanı olmalıdır. Cenabı Allah, dermanını vermediği derdi vermez kuluna. Romatizma illetine bir çare bulmadan ölmeye hiç niyetim yok.”
Fadime, babasının inançlı kararlılığı karşısında bir kez daha yelkenleri indirmek zorunda kaldı. Gözleri dolu, yalvaran bir sesle, “Baba, ayaklarını öpeyim! Sen aklını mı oynattın? Dünyanın doktoru, profesörü, hastanesi harıl harıl çalışıyor, romatizmaya çare bulamamış da dilencilikle kazandığın üç beş kuruşla sen mi bulacaksın? Kendini Lokman Hekim mi sanıyorsun? Ben beni bileli bu ayrıksılığın, ele benzemezliğin başımıza beladır. Neredeyse biz geldik elli yaşımıza, sen halen ot da su da durmayan bir çocuk gibisin” dedi. Babasının kılının kıpırdamadığını, öfkesinin daha da köpürdüğünü görerek içini çekti umutsuzca. Bahçede, elma ağacının dibinde ilk kez gördüğü, içine üç kişinin sığabileceği büyüklükte, dört ayak üstüne oturtulmuş kazanın ne işe yaradığını, çok merak ettiği halde sormadı. “Babana akıl vermeyi bildiğine göre onu da bilirsin her halde.” diyeceğini, kendisiyle alay edeceğini adı gibi biliyordu. Çiçekli yemenisiyle gözlerini silerken boşa konuştuğunu, onu etkilemesinin olanaksız olduğunu içi acıyarak gördü. Giderayak, “Ben aklımın erdiğini söyledim, nasıl bilirsen öyle yap baba” dedi. “Senin yanında, şu duvarın taşıca kıymetimizin olmadığını biliyorum ama kızım demedi demeyesin diye söylüyorum bunları! Ben sonra çocukları gönderir siniyi aldırırım.” dedi. Gözleri yaşlı çıktı evden.
Sarahmet, bu kez de kızının saldırısını “defettiğini”, ona yenilmediğini düşündü. Arkasından söylenmekten de çekinmedi, “İki kap yemek getirip başımı kakıçlayacaksan, hiç getirme daha iyi. Siz benim kim olduğumu daha öğrenememişsiniz. Sarahmet demişler bana, aç yatarım, yavan ekmek yerim kimseye minnet etmem.”
*
Önce karnını doyurdu. Ne denli istese de yavaş yemeyi başaramıyordu. Şükrederek kalktı sofradan. Rahmetli babasının, “Ulan it eniği, elinden alan mı var derdin ne? Çiğnemeden, ağıla toklu atar gibi atıyorsun lokmaları” diye azarlaması geldi aklına. Buruk gülümsedi. Babasının saldırısına karşı; asker ocağında, bölük komutanı Kemal üsteğmenin söylediği bir söze sığınarak savunurdu kendini. “Bir insan nasıl yemek yerse, öyle çalışır” derdi komutanı.
Köy yerinde elinden gelmeyen iş yoktu. Sülalede, dedesinden miras kalan taş ustalığını sürdüren bir o vardı. Askerliğini istihkam bölüğünde yapmış olması, yapı işlerinde yeni teknikler öğretmişti ona. Dokuz yüz kırklı yıllarda çavuş olmak her babayiğidin harcı mıydı? Terhis olduktan sonra, “Evden yetişme danadan öküz olmaz.” anlayışından çok çekti. Ustalığını kabul ettirene değin, köyün tüm ince işleri onun tarafından hiç karşılık beklenmeden yapıldı. Kimi konularda ağabeylerine ve babasına akıl vermeye, yöntem öğretmeye kalkışması dayak yemesine bile neden olabiliyordu. Sarahmet, aklına koyduğu her işi yapamadıysa da yılgınlığa düşmedi. Sabır ve inadının da omuz vermesiyle, çevresindekilerden farklı olduğunu kanıtladı, çok konuda amacına ulaşmayı başardı.
Asıl ününe ise; bir Anadolu köyünde asla benzeri yapılamayacak, kimsenin düşünemeyeceği ve inanamayacağı bir eser yaratarak kavuşmuştu Sarahmet.
Köy halkı bir sabah, leyleklerin yuvada şakırdamalarını, cilveleşmelerini andıran ama ondan kat kat güçlü bir sesle uyandı. Neye uğradığını anlayamayan uykulu insanlar, sesin geldiği yere doğru koşuştular şaşkınlık içinde. Sarahmet’in evinin önünde, yüz yıl düşünseler akıllarına gelmeyecek bir şeyle; pervane ve kanatları azgın poyraza çılgınca saldıran tahta bir tayyare ile karşılaştılar. Bu, gerçekten olağanüstü bir şeydi köylü için. Yıllarca unutulmayacak olayın gerisinde, Sarahmet’in altı aydan fazla süren emeğinin olduğunu yalnız ailesi biliyordu.
O, kış boyunca samanlığının bir köşesine kapanarak çalışmış ter dökmüştü bu tayyareye. İcadını şenlik havasında sunabilmek için bekliyordu bir süredir. Deli deli esen bir poyrazın, arkasını Korunun Yüzü’ne dayamış köyü, kıyasıya kamçılamasına bağlıydı başarısı. Beklediği yelin ucu akşamdan kendini göstermiş, onu coşturmuş, sabahı zor etmesine neden olmuştu. Sabaha karşı uyandığında, ilk yaz poyrazının beklediğinden de deli estiğini gördü. Bu onu korkutmak bir yana, sevindirmişti bile.
Altı ay önceden, kabuğunu soyup budaklarını temizledikten sonra kurumaya bıraktığı, boyu dört metreden az olmayan dayanıklı kavak sırığını, kışlık odasının hemen önüne, önceden hazırladığı çukura yerleştirdi. Yerinden oynayıp sallanmaması için damdan uzanan bir hezenin ucuna yaslayıp alttan, üsten, yanlardan bağlantılar yaparak sağlamlaştırdı. Sert esen poyraza rağmen kan ter içindeydi. Tayyaresinin altına özenle açtığı yuvaya, sırığın ucunu geçirmekte zorlandıysa da yılmadı. Eserinin başına bir felaket gelmemesi için ne gerekiyorsa yaptı. Yaptıklarını birkaç kez gözden geçirip unuttuğu bir şeyler aradı. Emin olunca, pervanenin arasına sıkıştırdığı sopayı çekti. İcadını, poyrazın serin kollarına tan yeri ağarırken gönül rahatlığıyla bıraktı.
Bu tayyare icadı uzun yıllar dilden dile dolaştı, köylerden, kasabalardan görmek için çok gelen giden oldu.
Sarahmet ünlendi de ünlendi.
Çevredeki tüm köylerde; zengin kimselerin mezar taşlarını yontmak başta olmak üzere, dam çatmaktan mazı çıkarmaya, döven dişlemekten kapı pencere doğramaya dek ustalık gerektiren hangi iş varsa akla ilk gelen Sarahmet’ti o yıllarda.
Ününün tadını çıkarmaktan da geri durmadı. O devirlerde pek az kimsenin tadabildiği güzel sevdalar yaşadığı da dillerde dolaştı.
Sarahmet’in yetenekleri yapma / çatma işlerindeki ustalığıyla da sınırlı değildi. Deyme veterinerlerin bile karar verirken ikirciklendiği bir işlemi, o, herkesi hayrete düşüren bir ustalıkla sonuçlandırmış, ününe ün katmıştı. Burnundan gelene dek yediği taze yoncayı hazmedemeyen obur bir ineği; karnında açtığı delikten, işkembesindeki gazı ve otu boşaltarak, çatlayıp ölmekten kurtarışını kim unutabilirdi? Kazazede ineğin yeniden sağlığına kavuştuğunu, sahibine süt ve yavru verdiğini, ikinci yavrusunun da kendisine armağan edildiğini mutlulukla anımsardı.
Kafasında filizlenen geçmişinin aydınlığında, içini heyecanla dolduran yeni icadı daha da inandırıcı geldi Sarahmet’e. İcadını gerçekleştirmek için gereksindiği güçten fazlasına sahip olduğunu fark etti. Yalnız kalınca hep yaptığı gibi, yüreği ağzında, otluğunun önünde buldu kendini. Hep kilitli tuttuğu odanın kapısını açmasıyla, alışık olduğu hoş bir koku karmaşasıyla yüz yüze geldi. Ayırdına varabildiği tek koku, ‘toprağın ana kokusu’ dediği kekik kokusuydu.
Yere serilmiş gazete kâğıtlarının üstünde, her biri başka türden yüzlerce ot demeti bulunuyordu. Kollarını açıp göğsünü şişirerek derin derin soluk aldı. Ciğerlerini dolduran kokunun, ömür bağışlayıcı, sağlık ve dinginlik veren sesini duydu yüreğinde. Tüm eklem yerlerini saran ağrılarının ise, yıllardır başka şey düşünmeden planladığı, adını Derdedeva Banyosu koyduğu banyo ile üstesinden gelecekti. Yörenin yakın dağları ve tepelerinde ayağının basmadığı yer, elinin değmediği ot kalmamıştı. Her bitki bir derde deva olmayabilirdi ama o, birini ötekinden üstün tutmuyordu. Banyosunda hepsine yer vermekten yanaydı. Birinden kurtulmayı başaran illeti, ötekinin yakalayıp üstesinden geleceğini düşünüyordu.
*
Derdedeva Banyosu’na, topladığı bitkilerden başka, işi bilen tanıdıklarının önerilerine uyarak -hırdavatçı Adem gibi- şifalı bildiği maddeleri de katmak istiyordu. Bunlardan biri sönmemiş kireç, öteki toz kükürttü. Bilinen doğal, şifalı suların tümü, içinde kükürt bulunduğu için şifalı değiller miydi? İnsanlar, romatizma ağrılarından kurtulmak için kent kent dolaşıyor, etek dolusu para harcıyorlardı o banyolara. Sönmemiş kireçse; kuru, ak bir taş parçasıyken, altında ateş yakılmadan, soğuk suyu fokur fokur kaynatabilecek gizli bir güce sahipti onun gözünde. Zamanı geldiğinde kullanılmak üzere, hırdavatçı Adem’den “miktarı kafi” aldığı toz kükürt ve kireç taşı, elinin altında kullanılacağı günü bekliyordu.
Çevredekilerin, bahçesinden yükselen yoğun dumana bakarak meraklanmalarını önlemek için Derdedeva Banyosu kazanının altını gece yarısına doğru yakacaktı. Kazana girdiğinde suyu taşırabileceğini düşünmesi, önceden bir deneme yapmaya zorlamıştı onu. Bahçe sulama musluğuna taktığı hortumdan su dolarken, yanına koyduğu yüksek sehpa yardımıyla ağır gövdesini kazanın içine güçlükle indirebilmişti. Girdiği yerden çıkmak ise daha da zorlamıştı onu.
Kazanı, elma ağacının tam altına oturtmuştu ki çaresiz kalırsa ütüne uzanan dala tutunup kendini dışarı atabilsin. Kolları ağır gövdesini çekebilir miydi, denemeyi bile göze alamamıştı. Kazandan çıkmakta güçlük çekeceği, hatta sıkışıp kalabileceği aklına geldikçe ter basıyor, o sırnaşık kaygılardan kurtulmak, yüreğine ikircik sokmamak için ayrı bir çaba harcıyordu.
Allah, bu işte başarılı olmasını istiyorsa kolaylaştıracaktı. Eğer istemiyorsa, ne yapsa nafileydi. Bir yandan da, “Ne deyim sana yaşlılık, iki gözün kör olsun emi, Sarahmet bir metrelik kazandan sıçrayıp çıkamayacak ha!” diye söylenmekten alamıyordu kendini.
Kalın, kuru kavak odunlarıyla doldurdu ocağın altını. Akşam, dokuz on arası yatağa giren mahalle halkını tavuğa benzetir, alay ederdi onların bu haliyle. Saat on biri gösterirken ateşledi odunları. Alevlerin yükselmesiyle bedeninin ısısı da artmış, heyecanlanmıştı Sarahmet. Yüz çeşidi aşan bitki demetlerini su kaynadıktan sonra atacaktı kazana. Gün ağarmadan banyo mucizesini gerçekleştirmek, gün ışığıyla yeni, ağrısız acısız bir sabaha merhaba demek istiyordu. Yeğeni Saf Hüseyin’in, ardına taktığı sekiz on ağrıklı ihtiyarla, yalnız yürüyerek ve üç beş beden hareketiyle romatizmaya çare bulma arayışlarını, beyhude işlerden saymıştı hep. Kendi icadıysa hem Allah’ın emrine, hem de akla fikre uygun bir işti apaçık.
O, Derdedeva Banyosu sayesinde, önce kendi ağrılarını, sonra da parasızlıktan ve güçsüzlükten hastane, doktor peşinde koşamayan gariplerin ağrılarını dindirecek, onların hayır dualarını alacaktı. Ancak bu yolla, resimdeki ermişler gibi hak ettiği saygın makama oturabilirdi.
İki saate yakın bekleyecekti suyun kaynamasını. Bu arada çimmesi, yunup arınması gerekiyordu. Yıllardır kullandığı, elleriyle yontarak bahçesine yerleştirdiği çimek taşına anadan doğma oturdu. Güneşte ısıttığı suyla bir güzel pakladı gövdesini. Kurulanıp giyindikten sonra içeri girdi. Bağdaş kurup çöktü ermişlerinin karşısına. O güne değin, bin emekle biriktirdiği ne varsa yüreğinde ve kafasında döktü önlerine. Hem ağladı hem söyledi. İçinin boşaldığını, kuş gibi hafiflediğini duyumsayınca kalktı. Kazandaki su kaynamaya başlamıştı. İple bağladığı küçük bitki demetlerini, besmele çekerek bir bir atmaya başladı suyun içine. Her demetten sonra, gece karanlığına yayılan buharla karışık ot kokusunu şifa niyetine içine çekiyordu. Ciğerlerini dolduran ve dengesini sarsmaya başlayan kokuların etkisiyle ayakta duramaz oldu. Dinlenmesi gerektiğini düşündü. Kısa bir süre dinlenip kendine geldikten sonra yeniden başladı.
Kazana atılacak ot kalmadığında saat ikiye gelmişti. Kaynayan suya atılan demetler kabarıyor, hacmi iki katına ulaşıyordu. Sarahmet, elinde uzunca bir sopayla suyu sürekli karıştırıyor, demetleri kazanın dibine doğru itiyordu. Kan ter içinde kalmasına rağmen kararlılığında en küçük gerileme yoktu. Ot kokuları iyice yoğunlaşmış, bahçeye egemen olmuştu. Bu işi gece yapmış olmasının ne denli akıllıca olduğunu fark ederek sevindi. Gündüz yapsa, dumandan önce, kazandan yükselen kokular mahalleye yayılacak, yaptığı iş sır olmaktan çıkacak, bir sonuca ulaşmadan dile düşecekti.
İki saat kaynadıktan sonra kazanın altı sönmeye yüz tuttu. Yeniden odun atmadı ocağa. Altında kalan közü temizledi. Kazanı soğumaya bıraktı.
Sabah, özünü suya bırakmış bitki çöplerini süzüp çıkardıktan sonra, kükürt ve yanmamış kireci yanına alarak, aynı anda girecekti kazana. Bu iki maddenin çıkaracağını umduğu gaz ve ısının boşa gitmesini istemiyordu.
Kaynayan suyun sıcaklığı, içine girilebilecek ılıklığa en az iki saatte düşer diye hesaplamıştı. Sarhoş gibiydi. Uyumasa da biraz kemiklerini dinlendirmek umuduyla gidip yatağına uzandı.
*
“Dedenizi bir yoklayın” diye gönderdiği çocukların, “Dedem kapıyı açmıyor,” diye ikinci kez eve dönmelerinden işkillenen Fadime, elindeki işi bitirir bitirmez soluğu babasının kapısında aldı.
Üç gün geçmişti son görüşmelerinin üstünden.
Demir kapıyı dövmeleri, seslenmeleri fayda etmeyince yüreğine bir sıkıntı gelip oturdu Fadime’nin. Oğlunu kucaklayıp yukarı kaldırdı kolları titreyerek. Duvardan içeri bakmasını, gördüklerini anlatmasını istedi ondan. Çocuk, bahçenin dört bir yanını gözden geçirdikten sonra, kimseyi göremediğini, bahçedeki kazanın üstünün bir örtüyle kapatılmış olduğunu, evin kapısının da açık durduğunu söyledi. Annesinin,
“İyi bak yavrum, annen gözlerine kurban olsun, başka bir şey görebiliyor musun!” diye sıkıştırması üzerine, “Anne, kazanın içinde bir şey var sanki, örtü yukarı doğru kalkmış gibi” dedi.
Fadime, ağlayarak komşularından yardım istedi.
Kapı kırıldı.
İçeri dalanlardan kimse doğrudan kazanın yanına gidemedi. Kapının önünde yığılıp sızlanmaya başladılar. Elmanın dalında asılı beyaz bir havlu, altında, tahta sandalyeye katlanarak konulmuş iç çamaşırlar görünüyordu. Bahçenin dışında belli belirsiz dolaşan çürümüş et kokusu içerde daha da ağırlaşmıştı. Kent, sıcak günlerinden birinde terliyordu. Kadınlar, bir elleriyle burunlarını kapatırken, ötekiyle işin gereğini yapıyor, dizlerini dövüyorlardı.
Fadime, ağlıyor, çırpınıyor, kazanın yanına sokulmak istiyorsa da engelleniyor, karakola haber vermeden hiçbir şeye dokunmaması gerektiği söyleniyordu ona. Konuştuğu az sayıda kişiden biri olan emekli sağlık memuru Hasan Kırçiçek, aradan sıyrılıp kazanın yanına yaklaştı. Koku alma özelliğini çoktandır yitirmiş burnunu tutmadan kazanın çevresinde birkaç tur döndükten sonra Fadime’nin yanına geldi,
“Baban yavrum, örtüyü kaldırmadan da belli” dedi.
Fadime bir an sustu, sonra yeniden başladı dövünmeye.
“Yaktın bizi, yaktın baba! İki senedir romatizmaya çare arıyordu komşular.”
Fadime’yi serinletmek isteyen komşuları, gönül alıcı konuştular kendilerince.
“Romatizmaya çare bulsan ne olacak deli herif, ahiri ölüm değil mi yine?
“Gözün arkanda kalmasın. Dilerim bin yıl anılırsın Sarahmet. Nur içinde yat e mi?”
Celal İlhan
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR