Son Dakika



"Bir Zamanlar Ankara"

Sanal kahramanlar tarih kadar eskidir, ama çizgi romanla anlatılmaları taş çatlasa bir buçuk yüzyıl geriye, 19. yüzyılın ikinci yarısına gider. Yaygınlaşması ise bunun yarısı kadar bir zamandır. Konuyu kısaca toparlamak için kendi hayatım boyunca karşılaştıklarımla aktarmaya çalışacağım. İlkokula başlarken, büyüklerin beni abone yaptığı resimli hikaye kitaplarını geride bırakmış ve çizgi romanlara dalmıştım. En eski hatırladıklarım şimdilerde pek bilinmeyen Kinova (onunla tanışmam 1959 yılına denk düşen ilk yaz tatilimde İzmir Konak meydanında iskeleye yakın bir büfeden aldırdığım sayıyla olmuştu) ve Pekos Bill ile herkesin bildiği Çelik Blek, Tom Miks ve Teks idi. Çelik Blek aslında İl Grande Blek adını taşıyordu ve Teksas ile hiç bir alakası olmadığı halde Türk yayıncı ilgi çeker diye bu adı kapağa yerleştirmişti. Öyle tanındı, öyle kaldı. Tom Miks'in (Kapitan Miki) ilk okuduğum macerası (ya da babama aldırdığım ilk cilt) atların kuyruklarını kesen kalpazanları yakaladıkları macerasıdır.

Yıl gene 1959.

Daha ihtilal bile olmamış ama bulutlar toplanıyor, ortam gerginleşiyordu. Çelik Blek'in ilk hangi macerasını okuduğumu hatırlamıyorum ama İngiliz askerlerinin niçin o kadar çirkin ve koca çeneli olduklarını yıllar sonra, İkinci Dünya Savaşı'nın sona erişinin 40. yılı dolayısıyla çıkan bir İtalyan albümündeki afişi görünce anladım. Tom Miks, Teksas ve birçok diğerini İtalyanların yaptığını biliyordum (hapisane duvarındaki İtalyanca yazıları silmemişlerdi) ama jeton o anda düştü. Teksas ile aynı fırçadan (ya da aynı çizim grubundan) çıktığı belli olan afişte sivillere bombalayan iki İngiliz pilotu aynı pis gülüşle resmedilmiş, bir de savaştan önce sivil kıyafetle İtalya'yı aynı pis bakışla temaşa eden, casus kıyafetleri iki turist olarak gösterilmişlerdi. (Yani vaktiyle turist olarak gelmişlerdi şimdi bombalıyorlar anlamında). İtalyan ressam onları Blek'e dövdürerek hıncını alıyordu diye düşündüm. Bu arada, çoğu çizgi romanın aynı atölyede çalışan bir ressamlar grubu tarafından hazırlandığını belirtelim.

Bu saydıklarımızın dışında birçok çizgi roman daha mevcuttu elbette. Tenten, Red Kit, Basri ile Fatoş, Güngörmüşler, Mandrake, Kızıl Maske, Temel Reis, Küçük Prens, Süpermen, Hasbi Tembel Er, Batman, Tarzan, Sipru, Jet Logan, Dick Tracy,  Dedektif Nick, Gökler Hakimi Gordon, Tom Braks, Baltalı İlah Zagor, Asteriks vs. vs. saymakla bitmez. Ayrıca albümlerde yayınlanan tek maceralık uzun resimli romanlar vardı. Ama bunların çoğunu dolgu malzemesi olarak okurduk. Sahaflara ve Ankara'da bazı sinemaların önlerindeki takas noktalarına bunlar için gitmeye ilkokul ikide başladık. Yaşımızdan daha büyük göründüğümüz için kimseden posta yemedik. Koltuğumuzun altında kitaplar, her zaman daha iyi bir takas umuduyla gider ama ne verirlerse çarnaçar razı olup dönerdik. Üçüncü sınıfta, bir yıl içerisinde Agatha Christie'den Mike Hammer'a kadar tüm polisiye serilerini de bitirdik. Elli kadar Mike Hammer okuduktan sonra Mickey Spillane'in sadece on altı tane yazdığını, gerisinin yerli olduğunu öğrendik. Şehir efsanesine göre bir kısmını Kemal Tahir yazmış ve Spillane'den daha güzel yazdığını ileri sürmüş, etraftan vaz geçirmişler "kes sesini, bu adamlar dava açar" filan demişler. Doğru mu bilmiyorum ama bunlar konuşulurdu. Hatta Orhan Boran'ın bile yazdığı söylenirdi. Şimdiki çocukların internette gezindikleri gibi, o yıllarda haftanın altı günü kitapçılar ve sahafları tarar ve paramızın neredeyse tümünü buraya yatırırdık. Son kalan 60 kuruş ile Piknik'in nefis sandviçi mi, yoksa bir çizgi roman (50 kuruş + simit 10 kuruş) daha mı almalı şeklindeki ikilemi yüzlerce kez yaşadık. Bu muhasebenin sonucu her seferinde farklı olur ama her halükarda mutluluk ve pişmanlık aynı anda yaşanırdı. Tabii kitabın keyfi sandviçten daha uzundu ama gene de ne yapılacağı belli olmazdı. Özellikle Cumartesi akşam üstüne kadar ne kadar kitap ve dergi bulursak o akşam gece yarılarına kadar bitirir ve Pazar günleri gene kitapsız kalıp krize girerdik.

Bizi en çok etkileyenler kötülere karşı silahla ve akılla mücadele edenlerdi. Günlük hayatı işleyenler o kadar ilgimi çekmezdi. Teks Viller'in daha gerçekçi maceraları birinci tercihimdi. Sonra sırayla Çelik Blek, (sonraları) Kaptan Swing, Tom Miks, Kinova ve Kızıl Maske gelirdi. Silah kullanmadığı için Pekos Bill'i sevmezdim. Ama hepsi adalet peşindeydi ve bunlar tarihi kahramanların temalarıyla da örtüşmekteydi. Örneğin, Robin Hood'un yoksul köylüleri zulümden korumak, Willhelm Tell'in de yabancı istilacıları kovmak için verdikleri mücadeleler hepimizin zihnine kazınmıştı. Ama siyahi arkadaşını özgürlüğe kaçırmak için beladan çekinmeyen Huckleberry Finn'in (ki Tom Sawyer'ın arkadaşıdır) bende ayrı bir yeri vardır. Bunun yazarı Mark Twain aynı zamanda çağdaş mizahın da kurucusu sayılır.

Yerli resimli romanlara gelince Barbaros ile Oruç ve Turgut Reislerin maceralarını anlatan Ratip Tahir Burak'ın Türk Korsanları tefrikasını kaçırmazdım. Sonra bunlar Barbaroslar adı altında birkaç ciltte toplanmıştı. Suat Yalaz'ın ilk başta dergi olarak basılan, sonra ciltlenen Karaoğlan'ı da haftalık çıkardı. Yanlış hatırlamıyorsam bayilere Pazartesi gelirdi çünkü Cumartesi günü Doğan Kardeş ve Çocuk Haftası alırken o olmazdı. Türk çizgi romanlarından Yüzbaşı Volkan'a gelince buna ısınamamıştım ve elime tesadüfen geçen sayıların dışında aramadım.Tabii Abdülcambaz'ın bunların arasında çok özel bir yeri vardı ve oradaki Gözlüklü Sami karakteri adeta işbirlikçiliğin eksiksiz bir temsilcisi gibiydi. Ama Gözlüklü Sami bile günümüzdeki pişkin işbirlikçilerin oluşturduğu malum taifenin yanında çocuk kadar masum kalırdı. Demek ki biz işbirlikçilerden nefret etmeyi öğrenirken, onlar da ihanet sanatının en adi inceliklerini öğreniyormuş.

Tüm bu edebiyatın yakın geçmişimizdeki etkisi sanılandan daha önemlidir. Bütün bir nesli haksızlığa ve adaletsizliğe karşı çıkmanın insanlık vazifesi olduğuna ikna etmişlerdi. Bir kısmımız kendi çapında kötülere karşı savaş için durumdan vazife çıkarır hale gelmiştik. Bu nedenle başımız az derde girmedi. Mahallede ve okulda kendisini koruyamayan çocuklara kabadayılık taslayanlara karşı açtığım savaşlarda (bu dönemim 7 ile 9 yaş arasında sürdü) pek yara almadım ama ilkokulda lakabım o zaman çok meşhur bir eşkiya tipinin ardından "Toros Canavarı" oldu. Belki de bu isim eksiksiz okuduğumuz Aziz Nesin'in meşhur hikayesi aracılığıyla gelmişti, tam bilemiyorum. Muhtemelen öyledir. (Bu kitabın ilk baskısının kapağını hatırlıyor gibiyim. Külah biçiminde bir tepenin üzerindeki eşkiya ve etrafa saçılmış silahlar vardı.) Neyse ki başka bir kente gittiğim dördüncü sınıfta bu lakap unutuldu, beşinci sınıfa başlarken döndüğümde artık yoktu ve çizgi romanlar dönemi de ikinci plana düşmüş Jules Verne ve Mişel Zevako serileri başlamıştı ki, bunlar da macera tutkumuzu başka şekilde ateşleyecekti. Üç Silahşörler ve Monte Kristo Kontu ise daha ciddi bir edebiyata geçiş kitaplarındandı. Balıkçılık, avcılık ve kampçılık merakımızın kökeninde bunların olmadığını kimse ileri süremez. Anadolu'da kalan son kuşları vurduğumuzu görünce Huğlu yapımı kırma tüfeğimi Çelik Blek gibi taşa vurup dipçiğini kırdım. Namlusunu da eğe ile ikiye bölüp çöpe attım. Şimdilerde balıkları da pek vuramaz oldum. Yaşlandığım için elim mi gitmiyor cana kıymaya, yoksa vurmak istiyorum da artık nişan mı alamıyorum, emin değilim.

Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrası çocuk edebiyatı (daha doğrusu çocuklara daha çok tavsiye edilen yazarlar diyelim) daha çok milliyetçi, bazen de rövanşist bir özellik taşımaktaydı. Örneğin Karl May'ın romanları yüzyılın başına aittir. Aşağı yukarı Jules Verne'in Alman ve daha milliyetçi versiyonudur ama Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan faşizm ölçüsünde aşırı bir milliyetçilik değildir. Öte yandan Jules Verne'de özgürlük savaşları (örneğin Matthias Sandorf) desteklenir ama Mişel Strogoff'da olduğu gibi orta Asya'da "vahşi Tatar halklarının(!)" hakkından gelen Çar subayı kahramanları da vardır. Aslında Matthias Sandorf da, Arapları toptan öldürerek hücumlarını def ederlerken "geri kültüre karşı uygar Avrupalı" anlayışı açıkça hissedilir. Özgürlük savaşçıları hep Avrupalıdır. "Geri halklar" ise ayaklanır ve kurşunla terbiye edilir. Verne'de Alman silah sanayicilerinin ölüm şualarına karşı insancıl yerleşimler kuran Fransızlar da kuşkusuz 1871'in etkisiyle yazılmıştı. Birinci Dünya Savaşı sonrasında yazılıp bizim  büyük bir merakla okuduğumuz on ciltlik  "İki Çocuğun Devrialemi"nde maceraperestlerimiz Jano ile Yanik Arabistan çöllerinde bir Alman uçağı ile mücadele eder. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise milliyetçi içeriğin yanında sosyal temaların, özgürlüğün, bağımsızlık mücadelesinin daha çok işlendiğini görürüz.

Örneğin Alman cephaneliğini havaya uçuran kahraman direnişçi çocuklar türünden çizgi romanlar vardı. Daha sonra Koca Beyoğlu sahaflarına İngilizce çizgi romanların tüm serileri düşmeye başladı 1960'larda Ankara'da görevli binlerce Amerikalı nedeniyle gelen kitaplara para yetiştiremeyeceğimiz için değişerek okurduk, ben en sevdiğim konu olan İkinci Dünya Savaşı temalı serileri biriktirirdim. Ama buradan MAD gibi nitelikli ve eleştirel mizah dergilerin de tüm sayılarını alıp okuyabilmiştik. İçimizdeki Alfred E. Neumann oradan kalmadır. Bu sadece Ankara'da oturan ve bizim gibi meraklı çocuklar için özel bir şans olan ayrı bir dünya idi ve neredeyse eksiksiz izledik. Ayrıca halamda 200 klasik eserin renkli çizgi roman halinde İngilizce bir serisi de vardı. Birkaç tur okudum ve dil öğrenmemde büyük yararı oldu. Osmanlıcaya da Selami İzzet Sedes çevirisi orjinal Arsen Lüpen'in büyük boy altı cildinden ve türünün yeni dildeki ilk örneklerinden olan 1930'larda hazırlanmış bugünün büyüklerine bile fazlasıyla yetecek Nebioğlu Çocuk Ansiklopedisi'nden ve diğer kitaplardan aşina olduk.

Ercümet Ekrem'in Meşhedi Cafer'in Maceraları da muhteşemdi ama ancak sahaflarda bulabilirdiniz. Rıfat Ilgaz'ın Hababam Sınıfı da 10 veya 12 fasikül olarak yeni yayınlanmıştı. Hepsine para asla yetişmezdi. Düşünüyorum da, İngilizce 2. el kitaplar Türkçelerden ucuz olmasaydı bu dili asla doğru dürüst öğrenmezdim. Bu arada resimli romanların hemen hiç birisini kaçırmadık (benim sadece daha sonraları yayınlanan Mr. No ve Alaska'dan eksiğim vadır). İşte 60'ların gençliği ilk manevi gıdasını bu kitaplardaki mücadelelerden almıştır. 68 nesli Çelik Blek'in avcılarıyla, 78 nesli de daha sonra yayına giren Kaptan Swing'in Ontario Kurtlarıyla birlikte özgürlük mücadelesini önce bu alemde yapmıştır.

Amerika ormanlarından Afrika çöllerine gittik. St. Exupery ile orada tanıştık, yılanın o koca hayvanı nerede bulup yuttuğunu sormak aklıma bile gelmedi. Demek ki yazarın sanatı da buradaymış, sonradan anladım. Oradan da Karaoğlan ve Baybora'nın ezeli düşmanı Camoka ile kapışmak üzere geldiği Kaşgar'a uğradık. Bayırgülü de oradaydı. Hala o kadar güzel midir acaba? Sonra Cezayir'deki korsan ocaklarına gittik, bir süre Haçlılara tutsak olup kürek çektikten sonra Turgut Reis tarafından kurtarıldık; bu arada uzaya çıkıp döndük (Star Wars'ın bazı temalarını onlardan kırk yıl önce Gordon'da gördük) ve nihayet İkinci Dünya Savaşı'nda da Nazi ve Japon uçakları düşürdük. Kuyruğuma takılan bir pilot bana zor anlar yaşattı. Antoine St. Exupery Korsika'dan kalkan kendi kullandığı P-38 Lightning uçağıyla Akdeniz'e düşüp öldü. Enkazı 60 yıl sonra yeni bulundu. O dönemde Kızılderili dostumla aynı filoda P-51 Mustang ile birbirimizi kollayarak uçtuğumuz için şanslıydım. Daha neler yapmadık ki...

Mehmet Tanju Akad
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)