Son Dakika



Çeviri ve toplum. Hemen şu soru akla geliyor: Çevirmenler ne yapar? Dil ile dil arasında bir aracılık görevi yüklenmişlerdir. Bu aracılığa çeviri denir. Onlar tüketen çevre ile -buna da kısaca toplum denir- bir ilişki kurarlar.

Bağlaç kelimesi burada (çeviri ve toplum) dikkat edilirse yanlış bir anlam taşır. Çünkü dil, bizim ele aldığımız üç kelimelik cümle ile ne demek istendiğini hemen anlatacak kadar apaçık değildir.

Bu bağlaç, çeviri ile toplumu bir formülde birleştirmek mi istemektedir? Yoksa her ikisini karşı karşıya getirmek niyetinde mi? İkisi de mümkün, ikisi de olağan, ikisi de düşünülebilir. Düşünmeye devam edelim.

Çeviriyi topluma karşı mı, yoksa toplumun yararına bir çalışma olarak mı ele almalı? Önemi olan, topİumdaki mi yoksa toplum dışındaki etkisi midir? Biz nasıl davranmalıyız, analitik mi, yoksa sentetik mi? İdealist mi, yoksa pragmatik mi?

Zararsız bir bağlaç, küçücük, ancak en azından bir düzine soru. Kuşku, belirsizlik gizli bu kelimede. Çünkü bizim dilimiz -kanımca ötekiler de- bir kısaltmalar sistemidir. Kısaltmalarla dolu bir işaret dili. Yüzyıllar boyu kullanıla kullanıla aşınmış, eğri büğrü olmuş, şemalaşmış herkesçe anlaşılmamış, insanları birbirine bağlayamamış, yeterince özen gösterilmemiş bir dil. Bağlaç insanı bu kadar şaşırtırsa, özneler kim bilir ne kadar şaşırtır? Her ikisi de sanki çok anlamlı ve apaçık gibi görünür, gerçekte ise öylesine karşıtlar ve uyumsuzluklarla doludur ki!

Nedir çeviri? Bir edebiyat çabasının çok ve çeşitli olanakları için kullanılan bütünsel bir kavramdır. Bir çok olanak, birçok yorum, birçok sonuç. Sünger gibi bir kavram bu, hatları belirsiz.

Ya toplum nedir? Aynı yaşam olanakları ve gelenekleri ile az ya da çok birbirine bağlanmış bir insan grubu. Yoksa başka bir şey mi? Bir milletin içinde diyelim kaç toplum vardır? Nasıl oluşur bunlar? Ne kadar küçük, ya da ne kadar büyük olabilirler? Nasıl tanınabilirler?

Almanca üç kelime ve biz bunları Almanca'dan Almanca'ya çevirmeliyiz, açıklamalıyız, yorumlamalıyız. Hiç olmazsa Almanca biraz anlayabilelim diye.

Belki böylelikle, yazan ve söyleyenle, onu dinleyen ya da okuyanlar arasındaki ilişkide gizli olan zorluğu biraz olsun göstermek mümkün olurdu.

Şu anda bir Çinli'nin sözü aklıma geldi. Mao Tse-Tung, ya da Marcuse değil de, onlardan çok daha önceleri akıllıca şeyleri kâğıt üzerine yazmış olan Konfüçyüs'un. O der ki: “Toplumun bütün düzenlerinden önce düşün ve kavramların düzeni gelmelidir."

Demek ki, düşün üzerine düşünmeli ve kavramları kavramaya çalışmalıdır. Her ikisi de hem toplum, hem de çeviri için temel taştır.

Çeviriler de çeşitlidir. Söz gelişi iyi, berbat, sadık, özgür, taklit, açıklayıcı, güçlü. Bunların hepsine kısaca çeviri denir. Gerçekte ise hepsi birbirinden öylesine ayrıdır ki. Çeviri yapmaya başladığım ilk zamanlar bu durum beni çok rahatsız etmişti. Ben o günlerde -bundan 10 yıl önce- kendi kendime şu karara varmıştım: Hiç olmazsa çeviri, adapte ve yeniden kaleme alma arasındaki farkı iyice ortaya koymalıydım. Çok kaba da olsa, yardımcı bir fark olmalıydı ve bu farkta herkes birleşmeliydi. Sözgelişi çeviri, sanat yanına pek bağlı kalmadan aslının tam karşılığı, adapte ise aslına hemen hemen bağlı, yeniden kaleme almaya gelince, bu da orijinale tam uymayan bir çeviri biçimi.

Belki de bu farkları ortaya koyarken bazı yüzde hesapları da yapılabilir. Orijinal esere biraz olsun benzeyebilsin diye bir adapte ne derece özgün olabilir? Sözgelişi yüzde 10, 15 ya da 20 mi? Yeniden kaleme alınarak yapılan bir çeviride özgünlük sınırı yüzde elliyi geçebilir mi, yoksa yüzde ellinin altında mı kalmalıdır? Bir okuyucu olarak çeviriyi okurken neyin yanlış, neyin doğru olduğunu bilmeyi çok isterim. Kelime sırası, anlam, kafiye gibi. Yazar neye dikkat etmiş, onun için ne önemli, ne önemli değil? Dilin kelime zenginliği öylesine büyüktür ki, her nüans için uygun sözü, ya da deyimi bulmak mümkündür. Yazarda gerekli sorumluluk ve inanç varsa elbette.

Şimdiye kadar ortak çeviri, anlamı ve açıklığı olmayan bir alan. Daha doğrusu, çok belirli bir dil kuralı bulmak için çevirmenden öteye bir topluma da gereksinim vardır. Evet, şimdi yine topluma geldik. Nasıl bir toplum? Kimden söz ediyoruz? İçine kapanık bir toplumdan mı, kibar toplumdan mı, sınıfsız toplumdan mı, yoksa sınıflı toplumdan mı? Şekillendirilmiş toplum, düzeltilmiş toplum, üniformalı toplum, şeklini yitirmiş toplum? Peki, gerçekte nasıl oluşur bu toplumlar? Nerede yazılıdır bu? Gereken kararları kim verir? Korkarım sosyologların bu konularda anlaşması oldukça zordur. -.

Kullanılmak üzere emrimize verilmiş bir dil var. Bu dilden yapılır çeviriler. Dildeki güçsüzlüğümüzü itiraf etmenin, çok anlamlılığın Gordiyon düğümünü parçalamanın ve bilinçli, kendimize özgü bir açıklama türü bulmaya çalışmanın zamanı gelmiştir. Evet, ancak kendimize özgü açıklama türleri çevirilerde mümkündür.

Ben konuyu şöyle anlıyorum: Çeviriyle toplum arasındaki ilişki söz konusudur. Çeviri derken, genel olarak halktan halka yapılan bir dil aracılığını, toplum derken de, mümkün olan bütün toplumları. Ancak şu anda çerçevemizin dışına çıkıp, bütün çeviri şekillerinden ayrı ayrı ve toplumun çeşitlerinden uzun uzun söz etmem mümkün değildir.

Bu kongrenin (Yazar, 14 Eylül 1968 günü Berlin'deki Evangelist Akademisi'ndeki kongrede bir konuşma yapmıştır. ç.n.) davet yazısının başında Benjamin'in bir sözü vardı. Belki böylelikle bu deneme yazarına çevirinin teoricileri arasında önemli bir yer vermek istenmişti! Bu konuda düşündüm ve kendi kendime sordum: Niçin? Belki de Benjamin, çevirmenin görevini bir teolojik ve bir politik söz ile nitelendirdiği için. "Çeviri, bir kurtuluş, bir özgür olma eylemidir" der Benjamin.

Karl Dedecius

Benjamin, bir başka sözüyle de çevirmenin toplum görevini açıklar: "Çevirmenin görevi, çeşitli dilleri gerçek bir bütün olarak birleştirmektir." Hele bu cümlenin arkasından kullandığı iki kelimeyi ben çok yararlı bulurum. "Uzlaştırıcı" ve "anlaştırıcı".

"Uzlaştırıcı" kelimesinde, bir çevirinin toplumun tepkisini amaç tutan çabasının ölçüsü gizlidir. Disiplin ve özgürlük, yakınlık ve yabancılık, anlam ve biçim arasında bir uzlaştırmanın çabası vardır. Diğer kelime "anlaştırıcı' ile de, sınırlar ötesi bir hareket anlatılmak istenir. Bu birkaç ve tam olarak açıklanan cümlesi dışında ben Walter Benjamin'i, çeviri sanatının bir koruyucusu olarak kabul etmem. Çünkü bu sözlerinin dışında inandığı ve öğrettiği şeyler tutarsızlık gösterir. Sözgelişi, çevirmenin ana maddesi olarak cümleyi değil, kelimeyi kabul eder. Kelimeler bir sütunlar dizisidir, cümleler ise bir duvardır. Çevirmen karşısında, anlamı değil, şekli en yüce yasa olarak görmelidir diye öğretmiştir Benjamin. İncil'deki “ilk önce söz vardı” cümlesine dayanır, fakat bu başlangıcın bir son olmadığını, arkasından anlamın, gücün ve eylemin gelmesi gerektiğini unutur. Benjamin şunu da öğretmiştir: “Dil, bir şeyi haber vermeyi ve büyük ölçüde anlam taşımayı göz önüne almamalıdır. İçinde taşıdığı orijinallik çok daha önemlidir."

Bu, her ne kadar güzel açıklanmaya çalışılmış bir düşünceyse de, ben anlayamıyorum. Dile hükmedemediğimiz yerde kelimelerin önemini kabul ediyoruz, örneğin küçük bir çocukta olduğu gibi. Onun geçici bir süre için "Mama" ya da “Attâ" demesini olağan karşılıyoruz. Yetişkin bir insandan ise, kelimeleri başarılı ve yerinde kullanmasının yanı sıra iyi bir anlatım da bekliyoruz. Benjamin'in dediği gibi anlama ve cümle yapısına önem verilmemesini, buna karşılık kelimeleri başarıyla peş peşe dizmek istenmesini ben pek kabul edemiyorum. Benjamin ayrı. ca, yabancıların tekniğini kullanarak anadilin zenginleştirilebileceğini de söyler. Bunu birçok çevirmen kullanır, ancak olanaklar sınırlıdır.

Bu teorisinde Benjamin'i yalnız bırakmamış olan başkaları da vardır. Tıpkı onun gibi Rudolf Rannwitx'in de aynı amacı güttüğünü görürüz. Alman diline eski Hint, Yunan ve İngiliz dillerinin etkisini sokmak istemiştir. Klopstock, Milton'dan yaptığı bir çeviride yabancı kelimelere öylesine bağlı kalmıştır ki, Germen köklü olmayan bütün kelimeleri yabancı kelime gibi yazmıştır. Klopstock'un metodunun Alman dilini zenginleşti. miş olacağını sanmam. Bütün bu teorilerin tamamı, sözünü ettiğim birkaç cümle dışında, oldukça karmaşık ve birbirlerine karşı düşen teorilerdir. Luther, Hölderlin, Vogt ve George gibi pragmatistler başka türlü öğretmişler, başka dersler göstermişlerdir. Onlar için çalışmalarında önemli olan dilin ruhuydu. Bununla çevirilerde bir birleşmenin gerçekleşmesini sağlamak çabasında bulunmuşlardır. Çeviri ile toplum arasındaki birleşme veya ilişki de ancak şöyle mümkündür: Çeviri toplumun ruhunu, toplum da çevirinin ruhunu yansıtır.

Hangi yabancı dil olursa olsun, o dilden anadile yapılan çevirilerde çeşitli sorunlarla karşılaşılır. Bu bir dil sorunudur, şeklinden çok dilin ruhunda yatar, Karl Kraus'un şu sözlerini sanırım hepimiz anımsarız: "Sansür edebiyatı inceltir." Ben ise başka türlü diyeceğim: Yaşama zorunluluğu, bu hayatı felsefe ve sanat açısından iyice anlaşılır yapmaktadır. Esirlik, özgürlük kavramının anlamını, sevgisizlik sevginin önemini, yalnızlık toplum yaşamının ne demek olduğunu anlatır bize, Ümitsiz bir güç ve gizlenen gerçekleri ortaya çıkarmak için gösterilen şiddet ve tahrik, beni edebiyatta her şeyden çok etkisi altında bırakır. Bu büyük güçlükler, çekici edebiyat eserlerine damgasını vurur, ağırlığını koyar.

Kelimeler kaçınılmazdır. Ancak onlarla başa çıkmasını bilmeliyiz. Sözgelişi, bütün insanların kullandığı "barış" kelimesi ne hangi yandan bakarsak, hep başka anlam taşıdığını görürüz. Bir askerin "barış"ı ile bir din adamının "barışı arasında, bir güçsüzün "barış"ı ile bir güçlünün "barışı arasında çok fark vardır. "Barış için savaş" derken de diyalektik yapıyoruz. Bu kelimelerden biri ötekinin karşıtı değil midir? Meslektaşlarımdan Erich Fried'in (Barış) eserleri hiç de barış dolu değildir. Bir sürü tedirginlik ve yaşamdan memnun olmama vardır eserlerinde. Günümüzde insanların adları da karmakarışıktır. Bir kasabın Schuster (Ayakkabıcı) veya bir fabrikatörün Pfaff (Papaz) soyadını taşıdığını görürüz. Öylesine karmakarışıklık ve yanıltmalarla dolu ki! Dilin sonunda ahlâk kurallarının da dışına çıkmasına hiç şaşmamalı.

Karl Dedecius

Rusça'dakı "Pravda" (Gerçek) kelimesinin Latince'deki "Veritas" kelimesi; hatta Slav, Çek veya Polonya dillerindeki “Pravda" kelimesi ile tıpatıp aynı anlamı taşımadığına hiç şüphe yoktur. Slav dilinde birçok kelimenin Rusya'da, Bulgaristan'da, Polonya'da, Çekoslovakya'da ve Yugoslavya'da başka başka anlamlara geldiği görülür. Bu gibi saptamaları Germen ve Roman dillerinde de yapmak mümkündür. Biraz önce sözünü ettiğim Konfüçyüs'ün hakkı var. Kelimeler uyuşmazsa, sanat da o derece ağır gelişir. Sanat gelişmezse, ahlâk da gelişmez. Her ikisinin de olmadığı yerde de hak ve hukuk yoktur. Hak ve hukukun bulunmadığı toplumda ise, halk ne yapacağını bilmez. Yaşlı Çinli haklıymış. Toplumun bütün düzenlerinin başında düşün ve kavramların düzeni gelmelidir, Artık köşelinin köşeli, yuvarlağın yuvarlak olmadığı bir devletin batması olağandır.

Burada çeviri, toplumun gerçekleri bulmasında yardımcı bir organdır. Webster'in kültür üzerine yaptığı, bir toplumun arka planını oluşturan gelenek ve inançlar kültüründe gizlidir, açıklamasının doğru olduğunu kabul edersek, kültür alanındaki çevirilerin de, onları oluşturan dil toplumlarının içinde olup bitenleri öteki dil toplumlarına açıkladıklarını iddia edebiliriz. Edebi çevirinin amacı, Sigmund Freud'un basit hekimliğe karşı Yaptığı buluş gibi, doktor ile hastayı karşı karşıya konuşturmaktır. Çeviri, ikili konuşmalarla arka plandaki nedenleri ortaya çıkarır.

Bir eser yazmak ile yazılmış bir eseri yeniden kaleme almak arasındaki ilişkinin, düşünce ile o düşünce üzerine düşünüp taşınma arasındaki ilişkiden farkı yoktur. Birincisi esintiler, akla birdenbire gelen düşünceler, anlık düşüncelerden oluşur. Düşünce, o düşünce üzerine düşünüp taşınma sonucu topluma daha iyi yansırsa, yazılan eser de çeviriler sonucu toplumca daha kolay kabul edilir.

Geçenlerde bir rastlantı sonucu, Wirms'deki Pedagoji Yüksek Okulu'nda doçentlik yapan Katolik teolog Christian Hübner'in bu okuldaki bir konferans metni elime geçti. Konferansta ele aldığı konunun başlığı şöyle: "İnsan ve Dil." Konuşmasındaki bir açıklama hoşuma gittiği için hemen not ettim:

“Dil ancak, ben kendi düşüncemi açıklamadan önce diğerinin düşüncesini dinlersem yaşar."

Eğer dilin yerine çeviriyi getirirsek, çevirinin rolü üzerine klasik bir formül elde etmiş oluruz:

"Çeviri ancak, ben kendi düşüncemi açıklamadan önce diğerinin düşüncesini dinlersem yaşar."

"Çeviri ile toplum" arasındaki söz konusu ettiğimiz ilişkiyi çok iyi, fakat gösterişsiz bir şekilde, gösterdiği için bu cümleye çok önem veriyorum. Cümleyi parçalayalım:

1. Dil - çeviri yaşıyor.

2. Diğerinin düşüncesini dinlemeye hazır olmayı zorunlu kılıyor.

3. Dinleyicileri, yani toplumu, şart koşuyor.

4. Kendi düşüncesini söylemek için toplum, diğerinin düşüncesini dinliyor.

5. Yaşamak için yabancıyı dinlemek ve kendi düşüncesini söylemek gerekiyor. Böylece "çeviri ve toplum" dairesi kapanmış olur. Bir dil ne kadar çok zorluklar içinde ise, çeviri yapmak da o kadar çok gerekli olur.

Çeviri, bir dili gerçekleştirmek demektir. Çeviri ile dil korunur. Çevirinin sorunları, dilin sorunlarıdır.

Dil, toplumlara barış ya da tedirginlik getirir. Mutluluk ya da korku getirir. Dil, toplumlarda yankılanır. Dilin ne şekillere gireceğine toplumlar karar verir. Gelişecek mi, yoksa çökecek mi, gerçekleri mi yoksa yalanları mı söyleyecek? Karar veren hep toplumdur.

Seçilebilecek iki yol vardır: Her şeyi açıkça ve anlaşılır şekilde söylemek, ya da Max Picard'ın dediği gibi dili ve düşünceleri çökertmek, bir yıkıntı alanına benzetmek. Ancak tek bir şeye karar vermek zorundayız: Herkesin birbiri ile anlaşmasına ya da anlaşmamasına.

Dilin bir yıkıntı alanına benzediği, kelimelerin gürültü gibi ağızdan çıktığı, haykırıldığı, kekelendiği ve ters anlamlar verildiği bir dönemde gerçekler de oldukça arka plana itilir. Sözleri edilmez, gizlenir. Ve özellikle sessizlik ve suskunluk, çeşitli söyleyiş şekilleri arasında en çok inanılabilir ve gerçekçi olarak kabul edilir. Böylece gerçeklerin de en iyi gizlilik ve sessizlik içinde geliştiği görülür.  

On yıl önce Polonya dilinden derlediğim ilk şiirler kitabıma "Sessizlik Dersi" adını vermiş olmam ve bu kitabın ilk ve son şiirleri olarak aşağıdaki şiirleri seçmem bir rastlantı değildi.

Duvar, Tadeusy Rozexicz

Bu duvar
birlikte inşa ettiğimiz
günler boyu
kelimesi kelimesine
suskunluğa kadar
bu duvarı
delemeyiz
ördük çevremizi duvarla
kendi ellerimizle
susuzluktan bittik
duyduk yan tarafta
birinin inlediğini
duyduk iç çekmeler
yardım isteyen sesler
gözyaşlarımız bile
içeri kaçtılar

"Şeylerimiz Üzerine", Stanislaw Grochowiak

Şeylerimiz üzerine bir zamanlar hafiften
Açık denizlerin ince kumu döküldü —
Belki onu bir rüzgâr sürükledi,
Belki ilk yağmurlar getirdi,
Samanyolunun dumanında?
Bugün kumları üflüyoruz biz
Başlarımızı önümüze eğiyor ve düşünüyoruz
Şeylerimiz, sözlerle temizlenip
Parlaklık kazansın diye

Her iki şiir de Polonya Ekini'nin hazırlanmasına yardımcı olmuştur. İkisi de, özgül yanlışlığın söylemekten kaçındığını ifade ediyor. Dilin sanat açısından çekiciliğini öteden bu yana - ve bu çekiciliği çeviride anlamla birlikte korumaya çalışmalıdır - yabancı dil stili, yabancı cümle parabolü oluşturur. Tabii bu düş verimi iki türlü gelişme gösterebilir, Tutku haline gelip, düşünceler taşkınlığında batabilir, Ya da zorunluluk karşısında ve belirli durumlarda kendinden söz ettireceği için gerçeği dolaylı olarak bildirir.

“Eğer gece ile gündüz arasında
Bir zamanlar gerçek ortaya çıkacaksa, Üç defa tasvir et onu sen..."
diye okuruz Hölderlin'in “Germanien" adlı şiirinde,

“Üç defa tasvir etmek" sözleri şiiri aceleci okura anlamsız gibi gösterir ve onu şaşırtır. Sabırlı okura ise ender ve inanılır bilgiler verir.

Gerek ülkemin, gerekse yabancı ülkelerin şiirlerinde tanıtıcı ve belgesel yan hep ilgimi çekmiştir. Çeviri de toplum da beni, en çok karşılıklı birbirlerini etkiledikleri zaman ilgilendiriyor.

Dil ile toplumun birbirlerine gereksinimi olduğunu belgelemek için uzun uzun araştırma yapmak gereğini görmüyorum. Yankısız bir ses ya da sessiz bir yankıyı düşünmek mümkün değildir. Toplumun içine köklerini uzatmış şairlerin en ünlüleri çok eskilere gider.  “Tanrıların kutsal çevirmeni" adını Orpheus'a veren Horaz'dı.

Silvestris homines sacer interpresgue deorm
Caedibus et victu foedo deterruit Orpheus.
(Epistula ad Pisones, De arte poetica, v. 391-392)

Orpheus, Tanrıların kutsal çevirmeni,
insanları vazgeçirdi,
daha onlar ormanlarda yaşarken,
öldürme arzularından ve kanlı yemeklerinden...

Aischylos bir zoon politikon'du. (Aristoteles'e göre, toplumcu insan) Ossian'da bir politikacıydı, “Parlamento konuşmaları"nda Goethe'nin sözünü ettiği Lord Byron, Yunan-Türk savaşında (1824) hayatını yitirdi. Polonyalı şair prens Mickiewicz en zor zamanlarda sadece halkının sesi değil, aynı zamanda milletinin yöneticisiydi de. Hölderlin'e göre edebiyat, zamanın olaylarını aksettirmeli ve bu olayların özü olmalıdır. Edebiyatçı, bu unvanı taşımaya hak kazanmışsa, dünyadaki huzursuzluklar ve kader günleri karşısında susmamalıdır. Macar Marksist'i Georg Lukacs da gerçek edebiyatçının toplumdaki yerini bir partizana benzetir.

Toplumun durumu ve onun hedefleri ile ilgilenmeyen, kişili. gi onun tarafından tanınmamış ve ona yönelmemiş bir konuşma, bir edebiyat ve bir çeviri düşünülebilir, fakat hiçbir anlam taşımaz.

Çeviri özellikle, ölüme terk edilmiş değerleri yaşatmak amacını taşır. Duyguları ve gerçekleri. Bizim bilmediğimiz, ya da bizden saklanmışları. Sanatı başkalarına götüren, sınırlar ötesine taşıyan, ölüme karşı gelir ve yaşam için çaba gösterir. Daha doğrusu toplum için çalışır, onun yüzyıllar öncesine giden hayali özgürlük, eşitlik ve Kardeşlik uğruna. Yalan dolanın olmadığı tek bir dilde.

Gerçekçiliğin doğruluğunun düş gerçekçiliğini yendiğini biliyoruz. Fakat bu zafersiz bir başarıdır. Buna sevinilemez ve bu nedenle de bize örnek olamaz. Çevirmenin gösterdiği çabanın anlamı üzerine sık sık ve gereğinden fazla soru soruldu bugün. Bu soruya benim verebileceğim tek bir yanıt var: "Çeviri öğretisi" adlı eserin yazarının bu yanıt:

"Yarın dünyanın batacağını bilsem de bugün elma ağacımı dikerim.”

KARL DEDECİUS KİMDİR?

Karl Dedecius (d. 1921, Lódz, ö. 2016, Frankfurt Main), Almanya'daki en seçkin çevirmen ve Polonya edebiyatı uzmanının yanı sıra Darmstadt'taki Alman Polonya Kültürü Enstitüsü'nün kurucusu ve ilk müdürüydü. Polonya edebiyatının Almanca'ya efsanevi bir çevirmeni, Polonya şiir ve düzyasının  anıtsal antolojilerinin editörü, Polonya ve Alman ulusları arasında yorulmak bilmeyen bir aracı, şairlerin arkadaşı ve aynı zamanda  bir şairin kendisi.

Alman bir aileden gelen Karl Dedecius, 1939'a kadar Lódz'daki Stefan Zeromski Gymnasium'a gitti. 1941'de Wehrmacht'ta (Nazi Almanyası silahlı kuvvetleri) görev yapmak üzere çağrıldı. 1943'ten 1949/50'ye kadar Sovyet esiriydi. 1952'ye kadar Alman Tiyatro Enstitüsü'nde kıdemli asistan olarak çalıştı ve ardından Doğu Almanya'dan ayrıldı. Batı'da Pfälzer Tageblatt'ta ve ardından 25 yıl boyunca halkla ilişkiler direktörü olarak çalıştığı sigorta şirketi Allianz'da düzeltmen olarak iş buldu. 1979'da Darmstadt'ta Alman Polonya Kültür Enstitüsü'nü kurdu.

Dedecius, 60 yılı aşkın bir süredir kendini Polonya edebiyatını tercüme etmeye ve tanıtmaya adadı. Bu süre zarfında, Adam Mickiewicz, Czeslaw Milosz, Wislawa Szymborska, Tadeusz Rózewicz ve Zbigniew Herbert gibi en büyük 300 Polonyalı yazar ve şairin eserlerini çevirdi. 50 ciltlik Polnische Bibliothek (Polonya Kütüphanesi) serisinin yayıncısıydı.

Çevirmen olarak üstlendiği misyon sayesinde, Lehçe-Almanca anlayışını geliştirmek ve Almanca konuşan okuyucuları Polonya edebiyatının asırlık başarılarıyla tanıştırmak için onlarca yıl harcadı.

1976'dan bu yana, en son 2011'de Frankfurt'taki (Oder) Avrupa Üniversitesi Viadrina tarafından olmak üzere yedi fahri doktora ile ödüllendirildi. Ayrıca birçok Polonya ve Alman ödülünün (Alman Kitapçılar Barış Ödülü ve Beyaz Kartal Nişanı dahil) sahibiydi. 2003 yılından bu yana Darmstadt'taki Alman Polonya Kültür Enstitüsü, Robert Bosch Vakfı ile birlikte Karl Dedecius Ödülü'nü Polonya ve Almanca'ya veriyor

Darmstadt'taki Alman Polonya Kültür Enstitüsü ve Robert Bosch Vakfı, 2003 yılından bu yana Polonyalı ve Alman edebiyat çevirmenlerine Karl Dedecius Ödülü veriyor. Tören iki yılda bir yapılır.

Karl Dedecius savaştan sonra memleketine hiç dönmese de, Lódz'un dünyadaki en ünlü sakinlerinden biriydi. Sloganın yazarıydı: "Tüm ülkelerin Lódz vatandaşları, birleşin!". Hayatı, çalışmaları ve en seçkin Polonyalı şairlerle olan temasları ile ilgili belgeler, Lódz Şehir Müzesi'ne ev sahipliği yapan Poznanski Sarayı'nın temsili odalarından birinde bulunan sembolik bir ofise girdi.  

Karl Dedecius
(Alman Edebiyatından Denemeler Tartışmalar, Papirüs Y. İstanbul 2004. Derleyen ve çeviren: Burhan Arpad-Ahmet Arpad. S. 22-32) 
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)