Makedonya Kralı Filipos’la ilgili bir söylence var. Büyük İskender, Makedonya Kralı Filipos’un oğlu. Henüz adının önüne ‘Büyük’ eklenmemiş. Babası, oğlunun aklına ilişkin kuşkularını giderecek kimi sezgiler duyumsamakta. Onun çok akıllı olduğunu düşünmekte. Ancak bu sezgilerin soyut imgeler olmaktan çıkıp, somut olarak kanıtlanması gerekmektedir. Krallığın geleceği biraz da bu sezgilerin kanıtlanmasını gerektirir. İskender tahtın varisidir ve Filipos, kendisinden sonra Makedonya’yı genişletmek, büyütmek ve adil yönetmek adına bu seçimin doğru ve yerinde olduğunu anlamalıdır.

İlhan Selçuk, Düşünüyorum Öyleyse Vurun adlı yapıtında, doğrulamayı Makedonya Kralı Filipos’un ilk kez at ve gölgesi üzerinden sezdiğini yazar. Gölgeler aslın karanlık yansımalarıdır ve varlıkları ışığa bağımlıdır. Gölgenin olabilmesi için gölgenin sahibinin olması yetmez, bunun için ayrıca ışık da gereklidir ve gölgeler ışığın akışını keserek yansırlar. Bir gölge ışıkla yenilir ve ışık yenilgiyi tanıdığında gölgedir. Birbirlerinin karşıtıdır ve birinin var olması diğerinin olmamasını gerektirir.

İlhan Selçuk, Makedonyalı bir başka canlının varlığında, kimsenin sırtına binemediği, binicilerini üstünden atarak sakatlayan bir atla somutlar bunu.  İskender atı gözlemler, onun huysuzluğunun gerekçelerini bulmaya çalışır. Teoridir ve pratikten öncedir. Teoriyi düşünmek, pratiğe giden yolun haritasını çizmektir. İskender gözlemleri sonucu teorik olarak şunu anlar, at gölgesinden korkmaktadır. Atın sırtına atlar ve güneşe sürer. At arkaya düşen gölgesini görmez ve huysuzlanmaz. Makedonya Kralı Filipos için bu yeterlidir, yargıya varır, oğlunun pratik bir aklı olduğundan artık kuşku duymasına gerek yoktur. Teori, pratikle bütünselleşmiştir. Aklını iyi kullanması, doğru ve zamanında karar alabilmesi, eğitimini tamamlayabilmesi için dönemin en ünlü bilgesi Aristoteles’i ona öğretmen olarak görevlendirir.

Ancak, öykü bitmemiştir. Her son mutlak son değildir ve Büyük İskender’de de bunu görüyoruz. Artık İskender değil, ‘Büyük İskender’dir. Büyük bir tutkuyla dünyayı ele geçirmek istemektedir. İlhan Selçuk, büyük bir bilgelikle “Çoğu zaman -yalnız at değil- insanoğlu da kendi gölgesinden korkup azgınlaşır” diye yazar. “Böyle durumlarda en iyisi sanırım yüzünü güneşe karşı dönmektir. Çünkü kendi gölgesinden korkak adam, güneşe, bir başka deyişle aydınlığa -daha başka bir deyişle gerçeğe- sırtını dönen kimsedir. Ürküp azgınlaşması bundandır.”1

Aristoteles iyi bir öğretmendir kuşkusuz ama İlhan Selçuk da iyi öğretmendir. Makedonya Kralı Filipos döneminde yaşıyor olsa kuşku yok ki Aristoteles’i değil, İskender’i eğitmek üzere İlhan Selçuk’u seçerdi kral. Doğrusu da budur.

Uğur Mumcu, sıklıkla yazar, fikri takip der, İlhan Selçuk’ta hem fikri takip vardır ve yazdıkları doğru düşüncelerdir, ilk yazısında yazdıkları ile son yazısında yazdıkları birbirleriyle bütünleşirler ve asla çelişmezler. Bu da fikri sağlamlıktır. Zaman bu düşünceleri yalanlamaz ve soyut olmaktan çıkarıp somut olarak onu kanıtlar. İlhan Selçuk zamanı teorik olarak yazdıklarının kanıtlanması için kullanmıştır ve zaman yazdıklarının pratiğidir. İlhan Selçuk’ta yazı teoride de pratikte de sınanmıştır ve doğruluğu kanıtlanmıştır.

Günlük bir gazetede, her gün yazmak, üstelik yazdıklarınızın daha önce yazılanlarla çelişmemesi, giderek bütünselleşmesi, o yazıları yazanın ürettiklerinin değerli, üretilenlerin tutarlı olması anlamına gelmektir. Bu da bizi Aristoteles iyi bir öğretmendir kuşkusuz ama, İlhan Selçuk da iyi öğretmendir vargısına götürür. Selçuk düşüncelerini zamanın eşliğinde, zamanın da ötesine taşımasını becermiştir.

 1925’de İzmir’de doğmuştur, ancak nüfus belgesinde Aydın yazılıdır. Asker kökenli bir aileden gelmektedir. Bu onu ailesi ve kardeşi gibi Evliya Çelebi yapmaya yeterlidir. Pek çok ili gezmelerine karşın her iki kardeş de Egelidir. Ağabey Turhan Selçuk da 1922’de Muğla iline bağlı Milas İlçesinde doğmuştur.

 İlhan Selçuk’la, Turhan Selçuk’u hem bağlayan hem ayrıştıran öncelikle gülmece olmuştur. Nasrettin Hoca’nın gösterdiği yerden bakmaktadırlar. Dünyayı böyle görmekle ve böyle algılamaktadırlar. Gülmeceyi kullanırken ayrıldıkları tek nokta belki de İlhan Selçuk’un yazarak, Turhan Selçuk’un çizerek, birinin yazıyı ve diğerinin grafik mizahı kullanıyor oluşlarıdır.

Turhan Selçuk, hem karikatüristtir hem de ondan öte…  İkisi birbiri içindedir ve simyayla değil, kimyayla oluşmuş bir bütündür. Ne karikatürü Turhan Selçuk’tan, ne de Turhan Selçuk’u karikatürden ayıramazsınız. Giderek Turhan Selçuk hem karikatüristtir, hem de çizdiklerinin bütünüdür. Grafik mizah Turhan Selçuk’ta, Turhan Selçuk grafik mizahta bütünselleşmiştir. Karikatür tanımını, sözlükleri yapandan değil, karikatür çizenden almamızın daha doğru olacağı ortadadır. Turhan Selçuk, “Karikatür yirminci asrın sanatıdır, dediğimiz zaman, mevzumuza pek uygun olmayan riyazî bir liman kullanmış olsak bile ‘asrımızı geliştirdiği ve el üstünde tuttuğu sanattır’ dersek pek doğru bir laf etmiş oluruz. Siz Gelir Vergisi Kanununa bakmayın; karikatürü güzel sanatlardan ayırmaya kalkışmak, mizahı edebiyattan sökmeye uğraşmak gibidir. Hele sanatın kütle için didindiği, halk için çalıştığı bu zamanda karikatüre dudak bükmek gaflet olur”2 diyecektir. Karikatürün ortaya çıkışını, bugünkü kullanım biçimiyle algılayarak yirminci yüzyılın sanatı olarak tanımlasak bile -ki Turhan Selçuk bunun pek de uygun bulmadığını vurgular-  onun ortaya çıkışını Rönesans’a götürmek zorundayız.  Bize gelişi on sekizinci yüzyıldadır ve gölge oyunu olarak girecektir; Karagöz ve Hacivat da bir biçimde karikatürdür! Gülmece dergilerine karikatürün girmesi için on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısını beklemek gerekir. Karikatür, başlangıcından bugüne, şaka etmek, yermek, küçük düşürmek, ya da çağdaş anlamda düşündürmek için kullanılmıştır. Bu biraz da kullanıcısının hangi amaçla onu ortaya koyduğuyla ilişkilidir.  Yazınımızda yazılı gülmece ve yergi neyse, karikatür de yazılı ya da yazısız, gülmece ve yerginin resimli biçimidir.

İlhan Selçuk’a dönersek, İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra, aldığı eğitim gereği başlangıçta serbest avukatlık yaptığını görüyoruz.  Yazının çağrısına en çok üç yıl direnebilmiştir. Yazın onu rahat bırakmayacak, yazmaya zorlayacaktır ve İlhan Selçuk buna dünden razıdır.  Serbest avukatlık yapmayı bırakacak ve yazmaya başlayacaktır.  ‘Dolmuş’lu günler onu beklemektedir artık. Cübbesini çıkarmış ve siyasal nitelikli gülmece yazılarına başlamıştır. Dolmuştan inecek, Kırkbirbuçuk’a, Yeni İstanbul’a, Tanin’e, Vatan’a uğrayacak, 1962’de de Cumhuriyet’te yazmayı sürdürecektir. Gülmece mi? Dolmuş’taki kadar olmasa da Cumhuriyet’te yazdığı her yazıda vardır.

İlhan Selçuk’un gülmece anlayışı, kendinden önceki gülmece yazarlarına olan borcunu ödemesi, giderek, kendinden sonra gelecek fıkra ve gülmece yazarlarından alacaklı kalması olarak açılımlanabilir. Bugüne değin yapılan tüm gülmece yazınına kendi adıyla da anılabilecek ‘İlhan Selçuk Tarzı’nı taşıyacaktır. Köşe yazıları tür olarak günlük fıkra yazılarıdır. Burada fıkra, gülmece dışındadır ve farklı tanımlarda kullanıldığını görüyoruz.  Türk Dil Kurumu Sözlüğünde, “Kısa ve özlü anlatımı olan, nükteli, güldürücü hikâyecik, köşe yazısı, kanun maddelerinin kendi içlerinde satır başlarıyla ayrıldıkları ufak bölümlerden her biri, paragraf, omur” gibi tanımlanmaktadır. Köşe yazılarında kısa ve özlü anlatımı olan, nükteli, güldürücü hikâyecikler vardır. İlhan Selçuk küçük ve kısa paragraflarla yazısını örmeyi sever. Diğer gülmecelerden ayırıyoruz, çünkü İlhan Selçuk, güldürmek için gülmeceyi kullanmaz, düşündürmek, eleştirmek ve yermek için kullanır. Pek çok aydın için yaptıkları, yazdıkları ve yaşadıklarına bakarak omurgalı olduklarını söyleyemeyiz, söz konusu İlhan Selçuk omurgalı ve dik duran aydınlara örnektir.

Bu onu, kapitalist/emperyalist sisteme muhalif kılacaktır. Sistem muhalefeti sevmez ve muhalifi cezalandırır. Varlığı bu yapılandırılma üzerinedir. 12 Mart 1973’de, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı, o tarihlerde Demokles’in Kılıcı gibi aydınların başında sallanan kılıcını, bu kez kınından çıkarıp İlhan Selçuk’un başının üzerinde sallayacaktır. Bu deyimin efsaneleşmiş bir öyküsü vardır. Siraküza Kralı Dionysos, Demokles’in iktidarda olmanın, iktidarın nimetlerinden yararlanmak gibi güzel nimetleri olduğunu ve yönetme işinin kolay ve rahat olduğunu savına karşılık, adil ve eşit bir yönetimin ne kadar zor olduğunu göstermek ister. Demokles’i sarayda verdiği bir şölene davet eder ve onu yemekte, ince bir sicimle sarayın tavanına bağlanmış ağır bir kılıcın altına oturtur.

Aristoteles’in iyi öğretmenliği ile bağdaştıracak olursak, asıl haksız olan Siraküza Kralı Dionysos’tur. Çünkü bugün yaşadıklarımız erki elinde bulunduranların onu nasıl keyiflerince ve onun nimetlerinden yararlanarak yaşadıklarının örnekleriyle doludur. Tarih Dionysos’u yalanlarken, Demokles’i haklı çıkarmaktadır.

12 Mart mı, haksız ve kökü dışarıda bir darbedir. Amerika’nın “Bizim çocuklar” dediği bize düşman çocuklarının ürünüdür. Amerikan malıdır ve onun çıkarlarını korumak üzere yapılmıştır. İlhan Selçuk Türk Ceza Yasasının meşhur 141. Maddesinden gözaltına alınır. Komünizm propagandası yaptığı ve komünist bir örgüte üye olduğu gerekçesi ile suçlanır. 8 ay tutuklu kalacak ve suçsuz bulunarak aklanacaktır.  İlhan Selçuk’un 1997’de yayımladığı Ziverbey Köşkü, bu dönemin kalıntıları ve kanıtıdır.

12 Mart varsa, bir de 9 Mart vardır. İlhan Selçuk 9 Mart’çılar gurubundan olduğu ve Milli Demokratik Devrimi savunduğu için Ziverbey’dedir.  İlhan Selçuk’un yolu da, Turhan Selçuk gibi Doğan Avcıoğlu adı ile kesişecektir. Önemli bir dönem olduğunu görüyoruz. 12 Eylül’ün ilk onlara yönelik olduğu, bu yolun önünü kesmek için evrenin efendilerinin onayı alınarak gerçekleştirildiği ortadadır. 1960’ın rövanşıdır ve tümüyle altmışın getirdiklerini kazımak üzere gerçekleştirilmiştir.

TURHAN SELÇUK

Buradan Turhan Selçuk’a da geçebiliriz.

12 Mart darbesi Turhan Selçuk’u da işkence ile tanıştıracaktır. İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom öldürülünce, 22 Mayıs 1971’de İstanbul’da sokağa çıkma yasağı konulur. Fakir Baykurt, Yaşar Kemal, Mümtaz Soysal, Uğur Mumcu, Samim Kocagöz, Muammer Aksoy bu dönemde gözaltına alınan aydınlardır. Bir gün sonra gözaltına alınan aydınların sayısı yüzü aşar. Turhan Selçuk da bunlardan biridir. Darbenin büyük hedeflerinden biri Doğan Avcıoğlu’dur. Turhan Selçuk da Avcıoğlu’nun Devrim dergisinin çizeridir. 23 Mayıs sabahı karikatür çizen ellerine kelepçe takılır. Önce Beşiktaş İnzibat Komutanlığı’na, ardından Balmumcu’daki Toplum Polisi Karargâhına götürülür. Orada kaldığı altı gün boyunca işkence görür.

İlhan Selçuk, Ziverbey Köşkü için şunları söyleyecektir: “Erenköy Köşkü Sunay-Tağmaç-Türün cuntasının işkence merkeziydi. 12 Mart yapısı içinde özel bir yeri vardı. Çünkü 1. Ordu'nun bulunduğu İstanbul bölgesinde Faik Türün, kendi yetkilerini kullanarak özel operasyonlar yaptırabiliyordu. Basın da İstanbul'da olduğuna göre, burada yaşandı birçok şey. İnsanlar tutuklanmaya, gözaltına alınmaya, kovuşturulmaya başlandı, davalar birbirini izledi. Bu karmaşa içinde aydınlık olan şudur: 12 Mart döneminde Erenköy'de, Ziverbey'de Zihni Paşa Köşkü diye anılan (ya da Ziverbey Köşkü) yerde Faik Türün ve Memduh Ünlütürk buyruğunda bir işkence merkezi kurulmuştur. Bu işkence merkezinde de birçok aydın tezgâhtan geçirilmiştir.”3

Bu kadar mı, kuşkusuz değil. Şunlar da yaşanmıştır: “Gözlerim bağlı olduğundan hiçbir şey görmüyordum. Birileri beni yere yatırmışlar, çoraplarımı çıkarmışlardı. Ayak bileklerime bir alet geçirilmişti. Bir manivelanın ya da vidanın sıkıştırıldığını duyumsuyordum. Öyle bir an geldi ki, bacaklarımı kıpırdatamaz oldum. Bir yağ mı sıvı mı sürüyorlardı tabanlarıma sonra sopa inip kalkmaya başladı. Kendimi acıya katlanabilir sanırdım (...) ancak falakanın verdiği acı hiçbir acıyla kıyaslanamaz (...) Taa kemiklerine işleyen bir acı duyuyor insan. Başlangıçta bağırmamak için kendimi tutuyor, dişlerimi sıkıyordum. Ama sonra kendimi bıraktım; çünkü ne kadar çabalarsan çabala sesine gem vuramıyorsun. Önce hırıltı başlıyor, ardından feryada dönüşüyor, hayvanlaşıyorsun. Olayın bir de ruhsal yanı var ki, bedensel acının üstüne biniyor. Kendini aşağılanmış olarak görüyorsun..."

İlhan Selçuk, şiirdeki akrostiş’i düzyazıda ustalıkla kullanıyordu ve sistematik bütünlük içinde işkence gördüğünü bu yöntemle yazıyordu. Akrostiş mi, şiirde biliniyor ve her dizenin ilk harfleri, bulmacadaki gibi aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya okunduğunda ortaya anlamlı bir sözcük ya da ad çıkıyordur.  İlhan Selçuk bunu yazdığı her tümcenin sondan ikinci kelimesinin baş harfinin yukarıdan aşağıya sıralanması ile gerçekleştirmiştir. Harfler yukarıdan aşağı sıralandığında “İşkence altındayım” tümcesi ortaya çıkıyordur.

İlhan Selçuk, bu süreç içerisinde Doğan Avcıoğlu ile birlikte 27 Mayıs 1960’ı yapan diğer Milli Birlikçilerle -ki aralarında Cemal Madanoğlu da vardır- darbeci olarak görülüyor ve bunu itiraf etmesi isteniyordur. Dönemin Milli Demokratik Devrimcileri, parlamenter sistemin işleyişini beğenmedikleri, parlamento dışı muhalefeti savundukları gerekçesiyle suçlanmaktaydılar. Bu hareketi özellikle de Avcıoğlu-Selçuk adları üzerinden yapıyorlardır.

İlhan Selçuk yıllar sonra benzeri bir suçlama ile bu kez “Ergenokon”  operasyonlarının bilmem kaçıncı dalgası ile gözaltına alınacak, sonra dışarıdan yargılanmak üzere serbest bırakılacaktır.

Selçuk’un ölümsüz çizgi karekteri olan Abdülcanbaz’ın iki doğumu vardır. Abdi İpekçi, Turhan Selçuk’tan yerli bir çizgi roman ister ve o aralar yayımlanmakta olan yabancı bir çizgi romanı örnek gösterir. Konusu ve devamlılığı olan bir çizgi roman olmalıdır bu. Turhan Selçuk, Aziz Nesin’den öyküyü yazmasını ister. Aziz Nesin’in öyküsü izleğinde Abdülcanbaz üçkâğıtçı bir turist rehberi olarak ortaya çıkar. Bu onun ilk doğumudur. Aziz Nesin ikinci öyküyü yazmaktan vazgeçince, bu kez Rıfat Ilgaz devreye girer. Ancak dönemin yapısı da göz önüne alındığında Rıfat Ilgaz’ın öykü yazmayı düzenli olarak sürdürmesi olanaksızdır. İş başa düşer ve Turhan Selçuk Abdülcanbaz’ın metinlerini de kendisi yazmaya başlar. Abdülcanbaz artık bütünüyle yenilenmiş ve değişmiştir. O Ahlaksız, üçkâğıtçı adam gitmiş, yerine olumsuz karakterlerle savaşan, cumhuriyet’in kazanımlarını ve ilkelerini savunan, devrimci, tam bağımsızlıkçı yeni bir karakter gelmiştir. Abdülcanbaz Turhan Selçuk’tur! Çizimlerindeki geometriye bakarsak, biçimsel olarak da Turhan Selçuk’a benzediğini çıkarsayabiliriz. Milliyet Sanat Dergisi’nde kendisi ile 1972’de yapılan bir söyleşide, Abdülcanbaz karakterini yaratırken, yozlaşmış bir çizgi roman türünden, grafik sanatın çizgi yapısını kullanarak kişilik vermeye çalıştığını söyleyecektir. Bunu yaparken yuvarlak çizgilerle süren karikatür çizimlerinde bundan vazgeçerek hem yuvarlak hem de köşeli çizgilerle birlikte çizmeye başlayacaktır. Sert ve düz çizgileri de kullanmaktan kaçınmayacaktır.

Şimdi yeni bir bitiş gerekmektedir.

Turhan Selçuk 11 Nisan 2010’da yaşamını yitirdi. Nevşehir’in Hacıbektaş İlçesindeki mezarında, Abdülcanbaz’ın otuz iki kısım tekmili birden yeni maceralarını çizmektedir.

İlhan Selçuk yeni bir Bektaşi fıkrasıdır şimdi.

 ---------------------------------------

1- İlhan Selçuk, ‘Düşünüyorum Öyleyse Vurun”, Çağdaş Yayınları, Nisan-1984, İstanbul.
2- Turhan Selçuk, Grafik Mizah, İris Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul.
3- Aktaran, wikipedia.org/wiki/İlhan_Selçuk

Halit Payza

Gerçek Edebiyat

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)