Bir romanı sonu gelmeden bırakmak için sayısız neden vardır: Önceden okumuşluk hissi, bizi sürüklemeyen bir öykü, yazarın tezlerine bütünüyle muhalif olmamız, tüylerimizi diken diken eden bir üslup veya tersine, daha ileri gitmek için hiçbir neden bırakmayan bir üslup boşluğu... Diş çürüklerini kısım şefimizin zulmünü veya kafamızı felç eden bir kalp çarpıntısını da dahil edebileceğimiz diğer nedenleri sayıp dökmemiz gereksizdir.

Kitap elimizden mi düşüyor?

Düşsün!

Hem bir saatlik okumayla avunmamızı isteyen Montesquieu değil miydi?

Yine de bir kitabı okumayı bırakmamızın sebepleri arasında öyle bir şey var ki birazcık üzerinde durmaya değer: Anlaşılmaz bir yenilgi duygusu. Açtım, okudum ve benden daha güçlü olduğunu sezdiğim bir şey tarafından bastırıldığımı hissettim. Sinirlerimi topladım, metinle kavga ettim, ama nafile, burada yazılı olanın okunmaya değer olduğunu düşünmem boşuna, hiçbir şey anlamıyorum -veya hiç denecek kadar az şey anlıyorum-, bana bir tutamak sunmayan bir “gariplik” hissediyorum.

Elimden bırakıyorum.

Daha doğrusu, bir kenara bırakıyorum ve bir gün yeniden dönmeyi tasarlayarak kitaplığıma yerleştiriyorum. Andrey Biely'nin Petersburg'u, Joyce'un Ulysses'i, Malcolm Lowry'nin Yanardağ'ın Altında'sı, beni bir kaç sene beklediler. Daha bekleyen başkaları da var, aralarında, ihtimal, yeniden ele almayacaklarım da. Üzülecek bir şey yok, böyle işte. “Olgunluk” kavramı garip şeydir okuma alanında. Belli bir yaşa gelene kadar belli okumalar yapacak yaşta değilizdir, pekala. Fakat, iyi şarapların tersine iyi kitaplar yaşlanmazlar. Raflarımızda bizi beklerler ve yaşlanan biz oluruz. Kendimizi onları okuyacak kadar “olgun” sandığımızda bir kere daha varırız üzerlerine. O zaman iki şeyden biri olur: ya buluşma gerçekleşir ya da yeni bir fiyaskoyla karşılaşırız. Belki bir daha deneriz, belki de asla. Ama kuşkusuz, şimdiye kadar Büyülü Dağ'ın doruğuna ulaşamadımsa, bu Thomas Mann'ın suçu değildir.

Bize karşı koyan büyük romanın mutlaka başka bir romandan daha büyük olması gerekmez... Burada, ne kadar büyük olursa olsun onunla, anlamaya ne kadar yetenekli olduğumuzu düşünürsek düşünelim bizim aramızda, etkisini göstermeyen bir kimyasal reaksiyon vardır. Bir gün, o ana kadar bize yüz vermeyen Borges'in eserine yakınlık duyarız, ama hayatımız boyunca da Musil'inkine yabancı kalırız...

Öyleyse tercih bizim: Ya bu durum bizim hatamızdır, bir tahtamız eksiktir, onulmaz bir parça budalalık barındırıyoruz diye düşünecek ya da ne olduğu konusunda bir anlaşmaya varamadığımız zevk kavramından yana olacak ve bizim kitaplarımız diyebileceğimiz yapıtların listesini çıkaracağız.

Çocuklarımıza bu ikinci çözümü tavsiye etmek daha isabetli olur herhalde.

Çünkü, bu onlara nihayet şu ya da bu kitabı neden sevmediğimizi anlayarak okumanın verdiği biricik zevki sunabilir. Keza, ukalanın tekinin kulağımızın dibinde haykırmasını yüreğimiz kıpırdamadan dinleme zevkini de:

“Nasıl olur da Stendhal'ı sevmezsiniz ayol?”

Öyle işte, bal gibi olur!

Daniel Pennac
(Roman Gibi-Kitaplara ve Okumaya Dair, s. 118-119. çev. Mustafa Kandemir. Metis, İstanbul, 1998)
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)