On beş

Sensizlik, Azrail’in başka adıdır bence ve kılıktan kılığa girer. Aldatmaya çalışır beni, ben farkında olmadan. İnsanı aldatan ayrılığın renkleri ve de dilberleri raks ederler karşımda adeta başımı döndürürcesine. Kanmamaya çalışırım onlara, çünkü aldanırsam seni kaybedeceğimi bilirim. Derdim kaybetmemek seni sevdiğim. Kendimde yaşatmak, sabırla bekleyip sana kavuşmak…

 

Böyle düşünmek temmuz sıcağında serinleten nehirlerde yüzmek gibi, inan.  Özlemse hüznün başka bir adı... Özlem de durmadan yüz değiştirir, bukalemun gibi. Caydırmak ister beni sana olan sevdamdan. Özlem de büyücüler ve dedikoducular gibi durur karşımda, aklımı çelmeye çalışır.

 

Sabır, umut, bekleyiş aşılayan şiirlere ve türkülere sığınırım böyle durumlarda.

Sevmek acıdır, beklemekse kapanmaya çalışan yaranın kabuğunu hep kaldırmaktır ona göre. Boşa kürek çekiyorsun ey mecnun, diyor kulağıma derinden ve etkileyici sesiyle. 

 

Niçin ağlamaklı olurum bir ayrılık türküsü duyunca bilir misin? Duyguları dillendirmede benden usta olduğundan değil inan ki o türküyü yakanın ya da kendisi yazmış gibi içten dillendirenin… O duyguyu benden daha iyi dillendirdiklerinden dolayı ağlarım içime.  Oysa o güzel türküleri, şarkıları sana yazan, dillendiren ben olmak isterdim. 

 

Benden tek şansları o güzellikleri yaratanların benden önce doğmuş olmaları da değil üstelik; anlıyorum ki o türkü ve şarkıları dinlediğimde sevmek konusunda daha yolun başında olduğumu düşünürüm ve bu düşünceme tutunurum. Sen bir tür avuntu da diyebilirsin buna, itirazım olmaz hiç.  Sevmek konusunda hamım ve bir gün pişeceğim sevmek yolunda, Yunus gibi...

 

İşte o zaman dediğin gibi bir söz büyücüsü olabileceğim sana daha güzel,  cümleler, türküler, şiirler dillendirebileceğim, inan. Yüzümün sarıdan başka renk bilmemesi, sesimin kırıklığı, içimin alev alev yanması sensizlikten… Bülbüllerin türkülerini benden esirgemiş olması bir bıçak gibi böğrüme saplandı ama yanan ve yaralanan ciğerim oldu. Bu düşünce kızgın bir Bursa Bıçağı gibi içimde… Kıvranıyorum.

 

İnce bir el uzansa, çekip çıkarsa diyorum içimden.

Sonra yarama ılık nefesiyle üflese, beni sarıp sarmalasa sıcak kollarıyla diyorum.

 

İçten sesini akıtsa kulağımdan kalbime… Yüzünün gül bahçesine girmeme izin verse… Bahçedeki bülbülleri türkülerimizi şakısa… Elinden düşürmediği dut ağacından sazını çalsa… İşaret parmağıyla sus söz sırası sazda ve seste şimdi dese… Aşka, sevmeye dair bildiği tüm türküleri çalıp söylese… Ne iç yaralarım kalacak ne de özlemim.

 

Sabahçı kuşlar, ötüşleriyle uyandırsaydı beni sesine uyanmışım gibi olacaktım ama olmadı işte. Başkaları için yaşamak ve onları düşünmek de güzel olabilir. Önce canan, sonra can demek gibi bu düşünce, eyvallah… Bunu bir yaşam biçimine dönüştürmek ve kabul etmek bence acı verir bir tanem. Artık kendin için de yaşamalısın. Kendin olmalısın. Kendinden kaçabilmen olanaksız olduğuna göre. Bence, bir şeye başlamak o şeyi başarmanın yarısıdır. Öteki yarısı da kendine güvenmek, yaslanmak ve yapmak istediklerinin yolunda kararlı olmak, yürümektir. Çünkü çevrendekiler için hep veren, dinleyen, katlanan, kendini tüketen biri olmak bir tür teslimiyettir.  Rende gibi karşındakilere kendinden vermen de, keser gibi kendinden yana yontman da doğru değil, biliyorsun sanırım. Tüm ilişkilerinde bence testere gibi olmalısın. Hatta can ve canan dediklerine de testere gibi olmalısın hayat denen bilinen yola düşmüşken, bu yolculuğun bir sonu olduğunu ama ne zaman biteceğini hiç mi hiç bilmeden…

 

Biliyorsun bence, her insanın yaşamını nehire benzettiğimi. Bazen derinlerde, bazen de yeryüzünde ama mutlaka bir yerlerde kesişir iki nehrin yolu. Tatlı olduklarından suları çabuk kaynaşır birbirine ve bir denize, okyanusa akarlar birlikte öylece.  Coşkuları, sevdaları, sesleri ve de tenleri bir olur. Bazen de çok yakın akar yan yana iki nehir. Yan yana birbirini duyarak akarlar sevdalandıkları denizlere… Böyleleri ancak denizlerde ya da okyanuslarda karışırlar birbirlerine. Sonuçta mutlu olurlar öyle veya böyle.  İşte senle aynı yatakta birbirine karışmış bir nehir gibi olabiliriz. Birbirimizi çoğaltırız. Sonumuz geldiğinde bir denizde ya da okyanusta…

 

Kim bilir bir masala dönüşürüz ya da bir sevda öyküsüne… 

Bize şiirler, türküler yakanlar olur, bilinmez.

 

Düşündüm de senden önce masalların penceresiz, kapısız evi gibiydim. Nasıl olduysa buldun beni. Merak ettin sanırım. Beni ne hâlde olduğumu görebilmen için sabırla emek verdin. Sözden balyozlarınla dört yanımda pencere açtın. Sonra da bir kapı… Usulca girdin içime. Karar verdin sonunda sana ait olacağıma… Kendinde bir ben yarattın benden. 

 

Her benzetme hatalı derler bilirim ben de. Yine de bir benzetme daha yapmak istiyorum, kendimi anlatabilmek için sana. Belki de bir yontuydum senden önce. Kendi iç karanlığımda yapayalnız. Duyuları olmayan bir yontu… Benimle donmuş ve renklerini yitirmişti doğa. Sesler de yoktu kulağımda. Seninle Pinokyo gibi kendim oldum, canlandım. Doğa renklendi, sesler geldi. Büyüden kurtulmuş bir masal kişisi gibi oldum. Hep merak ederim canlı gibi göründüğümden dolayı mı uğraştın benle diye; cesaret edip soramam sana, şimdi bile. Önce ayaklarıma, kollarıma ve gövdeme dokunmuştun; o an hissetmiştim seni.

 

Heyecanlanmıştım. Sonra başıma dokunmuştu incecik parmakların. Sonra da gözlerime, kulaklarıma yumuşakça… Derken bir yontu olmadığıma inandırmıştın beni. O andan sonra bağlanmıştım sana. Senle konuşmaya başlamıştım. Konuştukça da dilim çözülmüştü. İçimdeki buzlar erimişti. Dediğim gibi bir masal uyuyanı gibi kendime getirmiştin beni.  İçimdeki söz kuşlarını özgür bırakmıştın ve gönül bahçendeki ağaçlara yuva yapmalarına izin vermiştin. Yani sen benim için kurbağayı öpücüğüyle prens yapansın. Olmazları olduran sihirli sözcükler toplamısın. Beni hayata bağlayan her şeysin.

 

ON ALTI

                                                                       gündüz düş görenler gece düş görenlerden iyidir                                                                                                                           e. Alainpoe

 

Yanımdan geçen kadının kucağında bir bebek vardı. Kadın bebeği emziriyordu. Bir kadının bebeğini emzirmesi olağandı aslında. Olağan olmayan biberonun içindekiydi. Çünkü biberonda süt veya yerini tutacak bir mama yoktu. Biberonda kâğıt para vardı. Bebeğin masmavi gözleriyle buluşan gözlerim, gözce sordu bunun anlamını anneye...

 

Annesinin yerine bebek gözleriyle, ‘yoluna devam et amca,’ dedi, ‘bundan sonra göreceklerin düşündürsün seni, biberonumdaki değil…’

 

Bir şey diyemedim. Yoluma gittim.

Kısa bir süre sonra gördüm.

Kocaman bir alanda yüzlerce, binlerce insanı... Büyükten küçüğe doğru, Matruşka gibi iç içe daire oluşturmuşlardı. Hep aynı yöne bakıyorlardı. Merak ettim. Baktıkları şeyi görmek için dıştaki daireyi oluşturan insanların arasından geçip en içteki küçük dairenin yanına ulaştım. Sonuncu dairenin ortasında bir adam duruyordu. Adam, kendi elleriyle kendini boğuyordu.

 

Yanımdakilere, ‘Niçin engel olmuyorsunuz?” dedim. Ve kendini boğmaya çalışan adamı durdurmaya çalıştım, önümde duran adamları oraya buraya iterek. Adamı engelleyemiyordum. Işıktandı sanki ellerim vücudunu geçiyordu, camdan geçen ışık gibi. İrkildim ve korktum. Adam bıraktı kendini boğmayı.

 

‘Şaşırma öyle,’ dedi, ‘bak şunlara!’

Daireler oluşturan insanlara baktım, gözleri yoktu hepsinin. Bir tuhaf oldum ve koşarak uzaklaştım oradan. Öyle bir yere geldim ki ölecek gibi oldum gördüklerimden dolayı.  Yüreğim ağzımdan çıkacaktı. Kaçıp uzaklaşmak istedim. Yapamadım. Ayaklarıma beton dökülmüş gibi yerimden bir milim bile kımıldayamadım. Az ötemde gökdelenler, gökdelenler kadar da yüksek kum saatler vardı. Kum saatlerde kum yoktu. Kum yerine insanlar konulmuştu. Bazen tek tek, bazen de birkaç kişi düşüyordu üst bölümden alt bölüme. Kiminde kalem, kiminde fırça, kiminde kamera, kiminde daktilo vardı. Her kum saatin alt bölümü zindandı. Kum saatlerin çevresinde insanlar gördüm. Grup grup gözleri olmayan bu insanlar kum saatlere bakıyordu. Üstelik ağızları, kulakları da yoktu.

 

Buradan uzaklaşmayı başardım, nasıl yaptım bilmiyorum ama. Sevindim biraz. Yürüdüm yürüyebildiğim kadar. Bir yerde yapıcılara rastladım. Yapıcılar harıl harıl çalışıyordu. Tuğlaları ivedilikle üst üste koyuyorlardı. Kocaman bir insan heykeli yapıyorlardı. Sevindim. Onlara imrendim. Çekirdekten yetişmiş olduklarını düşündüm. Çünkü modelleri yoktu. Arılar gibi ne yapacaklarını biliyorlardı. Ne büyük ustalık, ne büyük beceri dedim içimden. Olanca sesimle selâm verdim. Çoğu bir an iş bırakıp bana baktı. Söylediğimi anlamamış gibi karşılık vermedi. Umursamadım. ‘Kutlarım sizi ey halkının gurur ve sevinç kaynağı yapıcılar!’ dedim.

‘Git işine yolcu bizi oyalama ve de dalga geçme bizimle,’ dedi bir genç yapıcı.

‘Dalga geçmek mi? O nasıl söz öyle, yalnızca duygularımı sesli olarak iletmek istedim size o kadar.’

Belki de en yaşlı ve en bilge yapıcı merdivenin yanı başından seslendi.

‘Zorunluyuz bunu yapmaya yolcu!’

‘Nasıl yani?!’

‘Şaşırma öyle, hayatımızın en kötü işini yapıyoruz şu sıralar!’

‘Neden?!’

‘Senin heykel sandığın yapı var ya, aslında canlı insan mezarı.’

‘Canlı insan mezarı mı?!’

 ‘Evet. Adı da İbret Anıtı…’

 ‘Ne demek bu?!’

 

Yaşlı yapıcının işaretiyle merdivene yöneldim ve basamakları birer ikişer geçerek yanına ulaştım. İnsan heykeli görünümlü yapının üstünden baktım içine. Gerçekten de söylediği gibiydi. Yapının içinde Buda Heykeli gibi duruşlu bir adam vardı. Kafası kulaklarının tam da üstünden itibaren açılmıştı. İçinde taşıdığı binlerce kitabın oluşturduğu kütüphane görünüyordu. Bu kütüphaneden yararlanan her insan yapıcılara aldırmadan besleniyorlardı.

 

Yaşlı bilge yapıcıya hak verdim. Bir şey yapamayacağımı bildiğimden oradan uzaklaştım hemen. Yürüdüm yine, yürüdükçe de yerimde saydığım düşüncesine kapıldım. Bu tuhaf yürümeden korkmaya başladım. Derken bir kadın gördüm… Hem sevindim, hem de şaşırdım. Onunla karşılaştığım yolun iki yanında kitapçılar sıralanmıştı. Kadın bu kitapçılara girip çıkıyordu ve çıktığı her kitapçıdan kitap alıyordu. Kitapları üçtekerli arabanın kasasına koyuyordu. Kendimi o kadını izlemekten alamadım. Kitapçıları dolaştıktan sonra kasasındaki kitaplar gökyüzüne kadar yığılmış arabayı güçlükle ite ite bir alanın önüne getirdi. Alan çöl gibiydi. Kadın şöyle bir baktı etrafa. Beni göremedi. Alana arabayı ittiği gibi alan birdenbire değişti ve kapalı spor salonu büyüklüğündeki bir kütüphaneye dönüştü.

 

Her masada sessizce bekleyen kitapseverler doluydu. Kitapseverler her yaştan insandı.  Müthiş etkilendim ve bir kuytudan onlara baktım. Kitaplar, arabanın kasasından kuş gibi kanatlanıp masalara dağıldı. Kitapları bekleyenler tutup okumaya başladı... Her şey söylediğimden de hızlı gerçekleşiyordu. Kitapları okuyanlar, onlardan sözcük iplikler, tümce iplikler oluşturdular uslarında eğirerek. Sözcük ipleri ve tümce ipleri us makinelerinde dokuyup sözcük kumaşlar ürettiler. Ve us terzihanelerinde sözcük kumaşları biçip kesip sözcük giysiler oluşturdular kendilerine uygun.

 

‘Olamaz bu!’ dedim kendimi tutamayarak.

Kitapçılardan kitap alan kız yanıma geldi.

‘Olur!’ dedi.

‘Olanaksız bu!’

‘Senin giysilerin de sözcük kumaşlardan ama.’

 

Eğilip baktım kendime, söylediği doğruydu. Şaşırdım. Bir gülme fırtınasının ortasında kaldım. Onlardan ayrıldım. Var gücümle koştum koştum... Yoruldum. Dinlenmek için durdum. Yol boyunca gördüğüm insanlarla karşılaştım. Gözsüz, kulaksız ve ağızsızdılar yine. Tekrar kaçtım onlardan. İlk gördüğüm o bebeği anımsadım. Sevindim biraz. İçim içime sığmadı.

 

‘Bunları o bir biçimde açıklar bana,’ dedim içimden. Onu, annesiyle gördüğüm yere gittim.

Annesinin kucağındaydı. Herhalde biberon emiyor yine diye düşündüm. Yaklaştım. Şöyle bir baktım. Yanıldığımı anlamam uzun sürmedi. Biberon yoktu bu kez. Kadın emziriyordu bebeği. Mavi gözlerini yummuştu. Kadın tam oradan uzaklaşacağım sırada beni fark etti ve olanca sesiyle bağırdı, ‘Utanmıyor musun bakmaya sapık!’ diyerek. Ne bebek gözlerini açtı ne de kadın sesini kesti. Az zaman sonra kadının sesine yüzlerce insan geldi. Baktım öfkeyle üstüme gelen o insanlara. Gözleri, kulakları ve ağızları vardı hepsinin. Tabana kuvvet kaçmaya başladım.

 

Onlar bana yaklaştıkça da gözlerimi, kulaklarımı ve ağzımı kaybediyordum.

 

Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)