Bay Bülent Arınç’a bilgi için sunulur / Ahmet Say
Türkülerimizde hayatın zorlu koşullarından şikâyet edilmez, ama haksızlıklara başkaldırı vardır. Çünkü halk şiiri ve onunla birlikte halk müziği, anonim karakteriyle bireyi değil, toplumu temsil eder.
Gazetelerden öğrendiğimize göre, Başbakan Yardımcısı Bay Bülent Arınç, bir Rumeli türküsü olan Vardar Ovası’nda “rakı” sözcüğünün geçmesi dolayısıyla bu türkünün söylenmesini önlemiş. Bay Arınç’ın kişisel yönden, dilediği türküyü seçip dinlemesi hakkı vardır. Ancak, anayasasında laik olduğu belirtilen bir cumhuriyetin devlet adamı olarak, ileri sürdüğü gerekçeyle bir türkünün söylenmesine engel çıkarması bana iki açıdan yadırgatıcı geldi: İlk aklıma gelen, “Türkiye gibi ağır sorunları olan bir ülkede üst düzey bir yöneticinin başka işi mi kalmadı ki, türkülerimizin bir sözcüğüne sıra geldi?” sorusu oldu. İkincisini ise şöyle özetleyebilirim: Halk müziğimizin güftelerinde olduğu kadar, “geleneksel sanat müziğimiz” olarak tanımlanan “Divan musikisi”nin de güftelerinde İslâmî anlayışın hoş görmeyeceği nice sözcük vardır; ancak, bu sözcüklerin her biri, hayatta karşılığı olan kavramlardır, elden ne gelir? Meselâ, “içki” ya da “şarap” anlamındaki Farsça “bâde” sözcüğünü şiirimizden atmaya kalksak, divan şiirimiz ve divan musikimizde koca gedikler açılır. TÜRKÜLERİMİZ İslâmiyet’e aykırı gibi duran bu tür örnekler, hem halk kültürümüzde hem saray kültürümüzde geniş şekilde yer almıştır. Halk şiirimizde ve bu şiirler üzerine koşulan ezgilerden oluşan türkülerde “aşk”, bir ana temadır. Bu sevdâ şiirlerinde cinselliği içeren incelikli anlatımlar da bulunur. Hayatın her yönünü veren ve hayatın içinden gelen bu sanatsal anlatımların dışlanması mümkün müdür? Türkülerimizde hayatın zorlu koşullarından şikâyet edilmez, ama haksızlıklara başkaldırı vardır. Çünkü halk şiiri ve onunla birlikte halk müziği, anonim karakteriyle bireyi değil, toplumu temsil eder. Anlatılan konularda, sanatsal numaralar, yapmacık deyiş, böbürlenme, kabalık, sertlik, ikiyüzlülük yoktur. Gösterişten uzak, içtenlikli, alçakgönüllü, gerçekçi, yalın, yürekten geldiği besbelli olan usulca bir deyiş yetmiştir halk müziğine. Tarih içinde bu müziğin simgesi olan saz şairleri, hep söylendiği gibi, ellerinde sazıyla “diyar diyar dolaşarak” halkın sorunlarını, özlemlerini yansıtmışlardır. Anadolu tarihinin tanıdığı ilk ünlü saz şairi, İsa’dan önce 8. yüzyılda yaşamış olan görme özürlü destancı Homeros’tur. Bütün bunları neden yazıyorum? Bay Arınç’ın, geleneksel müziklerimiz olan halk müziğimiz ve sanat müziğimiz (divan musikisi) hakkındaki bilgi eksiklerini göz önünde tutarak kısa bilgiler vermek için yazıyorum. Ve türkü konusuna devam ediyorum: Türkü, halk müziğimizin geniş bir yaratma alanını temsil eden, köklü, hemen herkesin bildiği, en yaygın müzik formudur. Halk müziği kültürümüzde “Kırıkhava” denen usullü formun başlıca örneği türküdür. Terim, Farsça Türkî “Türkçe, Türklerle ilgili” anlamındaki sözcükten kaynaklanmıştır ve “türkü söylemek, “türkü çığırmak”, “türkü yakmak”, “türkü koşmak”, “türkü bağlamak” gibi halk deyimlerinde yer alıp yerleşmiştir. Türkülerimiz, hece vezniyle oluşturulmuş halk şiirleri üzerine bestelenen, kolay anlaşılır, küçük soluklu makâmsal ezgileri içerir. Aruz vezinli şiirler üzerine koşulmuş türküler pek azdır. Sözlü ezgiler olan türkülerin bestecisi bilinmez, türküler anonimdir. Türkü, halk edebiyatımızda aynı zamanda bir şiir formunun adıdır. Bu yönüyle türküler, sözlerin türü, biçimi, konusu dikkate alınarak kümelendirilmiş ve bir müzik formundan çok, şiir formu yönüyle değerlendirilmiştir. Söz konusu yaklaşımı şöyle özetleyebiliriz: a) Sözlerin içeriğine göre belirlenen türküler: Bu alanda içerikten yola çıkılır: Örneğin, sözleri kahramanlık, yiğitlik gibi insan vasıflarını içeren türkülere “Koçaklama” ya da “Yiğitleme”; dua içerenlere “Alkış”; beddua içerenlere “Kargış” ya da “İlenç”; eşkiyalığı konu alanlara “Eşkiya türküsü” denmiştir. b) Halk şiirimizdeki formlara göre nitelenen türküler: Bu yaklaşım, müziğin özelliklerine eğilmek yerine, şiirin niteliklerini öne çıkarmıştır. Örneğin, “mâni”, “koşma”, “semâî” gibi. c) İşleve göre kümelendirilen türküler: Bu nitelemede, seslendirme amacı ve ortam öne çıkarılmıştır: Örneğin “sohbet türküsü”, “düğün türküsü”, “yol türküsü”, “çoban türküsü”, “asker türküsü” ve benzerleri. ç) Makâm adlarına göre belirlenen türküler: Halk arasında “Ayak” denen makâm sisteminin adından yola çıkılmış bir yaklaşımdır. Örneğin, “Kerem türkü”, “Garip” ve benzerleri. d) Türkülerin yörelerine göre de kümelendirme yapılmıştır. “Ege türküsü”, “Gaziantep türküsü”, “İstanbul türküsü” gibi… Yukarıda özetlediğim kümelendirme yaklaşımları, türkülerimizde şiirin önemli bir yer tuttuğunu bir kez daha gösterir. Öte yandan, şiirsel derinlik taşımayan türkü sözleri olduğu gibi, parlak ve etkileyici ezgileri olan türküler de vardır. Kendi arasında tutarlılık gösteren, özellikli olan, ayırt edici nitelikler taşıyan türkülerimiz, genel bir niteleme kazanmıştır: Âzerî türküsü, Karadeniz türküsü, Teke türküsü ve Bay Bülent Arınç’ın dinlemeyi reddettiği Rumeli türküsü gibi. Rumeli türküsü, halk müziğimizde orijinal bir türkü çeşididir. Önde gelen özelliği, yedi sekizlik, yedi on altılık ve beş sekizlik ritim kalıplarının kullanılmasıdır. Seslendirme sırasında kullanılan ağız, Rumeli Türküleri’nin belirleyici bir vasfını yansıtır. Balkanlarda bu ağız, kent merkezlerinde ve çevrelerinde çoğunlukla geleneksel sanat müziğinde kullanılmıştır. Kentlerden uzaklaşıldıkça halk müziği yaklaşımıyla birlikte halk çalgılarının yer aldığı görülür. “Türkü”lerimiz, aynı zamanda geleneksel sanat müziğimizde (Divan musikisinde) klasik kurallara uyarak bestelenmiş bir formdur. Bu formda Mustafa Çavuş, Dede Efendi, Şâkir Ağa gibi bestecilerimiz tarafından kırsal kesim türkülerini andıran parlak örnekler verildiğini eklemek isterim. Osmanlı döneminin geleneksel müzik bestecileri, sarayın değil, halkın müziği olan “türkü”leri, bu yoldan kadirşinaslık göstererek değerlendirmiştir. Aynı kadirşinaslığı günümüz devlet adamlarımızdan da beklemek bu milletin hakkı değil midir? HALK MÜZİKLERİ Konumuza daha genel bir açıdan bakalım: İçinde türkü formunun da yüzyıllardır yaşadığı halk müziği nedir? Halkların kendine özgü toplumsal niteliklerinden kaynaklanan geleneksel müzik türüne “Halk müziği” denir. Kırsal kökenli olan bu müzik türü, toplumların yaşam deneyimlerini ve beğeni biçimini dile getirerek yaratıcı gücünü kendi ortak anlayışı içinde temsil eder. Bu nedenle dünyanın her yerinde “Geleneksel müzik” kavramı, “halk müziği” ile özdeşleşmiştir. Bütün halk müzikleri, kuşaktan kuşağa, kulaktan kulağa iletilerek yaşamını sürdürmüştür. Çoğunlukla “sözlü müzik” özelliğinde olan halk müzikleri, şu genel özellikleri taşır: 1. Süreklilik: Yüzyıllar boyunca yaşaması. 2. Değişim: Kuşaktan kuşağa aktarılması nedeniyle sözlerin ve melodilerin değişime uğraması. 3. Gelenekselleşme: Halk tarafından kabul görmesi, benimsenerek yerleşmesi. Günümüzde halk müziği geleneği, sadece gelişmemiş ülkelerde yaşamaktadır: Halk müziği geleneğinin örnekleri, Asya’nın, Afrika’nın, Orta ve Güney Amerika’nın geniş bir bölümünde ve Okyanusya’da 21’inci yüzyıla kadar gelmiştir. Avrupa’da ise halk müziklerinin kendi doğal yolundaki yaşamı, yüzyıllar öncesi klasik müzikle ya da dinsel müzikle kaynaşmış, saf niteliğini yitirmiştir. Bugün İskoçya, İspanya gibi bazı Avrupa ülkelerinde yoğun bakımda yaşatılan halk müziği ve halk dansları ise “folklor turizmi”nin meraklıları için örneklendirilmek üzere konserve edilerek korunan cinstendir. “Bizim müziğimiz” denmesi gereken Anadolu halk müziğinin temeli, doğallıkla önceki kuşaklardan devralınan kültür mirasına dayanmış, tarihin akışı içinde değişen toplumsal ve kültürel koşullar da geleneğe yeni soluklar kazandırmıştır. Yenilenen bu kültürel bireşim içinde, öteki eski kültürlerin de etkisi vardır: Unutmayalım ki Anadolu toprakları, bin yılları içeren geniş bir zaman diliminde, birçok etkinin yoğun biçimde yaşandığı kültürel zenginliği sergiler. Bir yönüyle kökleri Orta Asya göçebe kültüründen beslenen halk müziğimiz, yaklaşık tarihle 12. yüzyıldan başlayarak Anadolu’nun eski yerleşik kültürleriyle etkileşimi sonucunda orijinal niteliğini geliştirmiştir. Ama asıl, “Malazgirt” zaferinden sonra, Ortabatı Asya’dan Anadolu’ya gelip yerleşen Türk boylarının beraberinde getirdiği iki önemli kültürel etken üzerinde durmak gerekir: Birincisi, İslâm kültür çevresi içinde yer almış olmanın kültürel etkileridir; ikincisi ise İslâmlığı kabul etme öncesinde Asya’daki doğa inancının (Şamanlığın) bıraktığı kültür mirasıdır. Başbakan Yardımcısı Arınç’ın dikkatini çekmek istediğim önemli bir nokta ise şudur: 9. yüzyıldan itibaren İslâm kültür çevresine girmeyi sürdüren Asya’daki göçebe boyların, Anadolu’daki yerleşik yaşam düzenine geçmesi istenmiş, bu boylar, değişen toplumsal ve ekonomik koşullara uymaya zorlanmıştır. Bu nedenle göçebe toplulukların yaşam biçimine ilişkin kültür değerleri de değişmeye yüz tutmuş, öte yandan Bizans Devleti’nde olduğu gibi, feodal aristokrasinin dayattığı “kulluk düzeni”, toplumun kendi içindeki zıtlığı yaratmıştır: Beylik ağalık düzenine karşı örgütlenmeler sonucunda silahlanıp çatışmaya kadar uzanan “başkaldırı” geleneği, Anadolu Selçuklu Devleti’ni olduğu kadar, Osmanlı Devleti’ni de yüzyıllar boyunca uğraştırmıştır. TEORİK YÖNDEN HALK MÜZİĞİMİZİN ÖZELLİKLERİ Halk müziğimizin başlıca özellikleri, makâmsal, anonim ve kırsal kesim ürünü olmasıdır. Geleneksel sanat müziğimizde (divan musikisinde) kullanılan makâmlar, aslında halk müziği kökenlidir. Daha açık söyleyelim: Halk müziğinde “Ayak” denen makâmlar, divan musikisinin melodik kaynaklarını oluşturmuştur. Halk müziğimizde “bestecilerin bilinmemesi” özelliğinin ya da bu müziğin “anonim” olmasının kökeninde, notasyon ve benzeri gibi bir müzik yazısının üretilmiş bulunmaması, ezgilerin çoğunlukla okuma yazma bilmeyen kırsal kesim sanatçıları tarafından yaratılması, çalıp söylenerek öğrenilmesi gibi nedenlerin yanı sıra, kulaktan kulağa ve kuşaktan kuşağa iletilmesi, ayrıca yüzyılları kapsayan bir süreç içerisinde sözlerin değişimlere uğraması vardır. Değişim dolayısıyla ezgiler de sürekli değişerek “anonim” karaktere dönüşür. Özetle diyebiliriz ki, anonim özellik, durağan değil, dinamiktir. Önde gelen başka özellikler ise eserlerin genel olarak bir buçuk oktav (12 tam perdeyi) kapsayan bir ses alanı içinde seyretmesi, ayrıca, eser çeşitlerinin yöresine göre değişmesidir. Başbakan Yardımcısı Bay Arınç’ın dikkatine başka bir önemli noktayı da sunmak isterim: Geleneksel sanat müziğimiz gibi, halk müziğimiz de dinsel ve din dışı olmak üzere iki alt türe ayrılır. Dinsel içerikli alt tür, “tasavvufî” niteliktedir. Ancak birçok yönüyle bu müzik, din dışı halk müziğimizin özelliklerini de içerir: Tasavvufî halk müziğindeki perde sistemi, kullanılan çalgılar, melodik, ritmik ve biçimsel öğeler, din dışı halk müziğimizden pek az farklılık gösterir. Tasavvuf düşüncesi ve sanatının bir parçası olan tasavvuf müziği dışında, bütünüyle din dışı olan halk müziğimizin değerini tanımak için, halkımızın müthiş bir duygu yüküyle dile getirdiği türkülerde, şu konuların bulunduğunu öğrenmek yeterlidir: Sevda türküleri, iş ve meslek türküleri, kahramanlık türküleri, serhat türküleri, ekin ve harman türküleri, oyun havaları, sohbet havaları, mâniler, koşmalar, düğün havaları, kına havaları, gelin güvey türküleri, yiğitlemeler, koçaklamalar, destanlar, ninniler, öğütler, ağıtlar, övgüler, taşlamalar, beddualar, askerlik ve seferberlik türküleri, güldürücü-alaycı türküler, imece türküleri vb. TARİH ÖZETİ Orta Asya’daki göçebe boyların inanç müziğinde üretken olmaya başladığı süreç, İslâmiyet öncesi dönemde başlar: Ortaçağda müzik, Göktürk uygarlığında (552-745) ve Uygur uygarlığında (745-840 ve daha sonra 1209’a kadar) “devlet” oluşumunun sağladığı hem toplumsal hem siyasal birlik ve etkileşim sayesinde basit de olsa orijinal bir nitelik kazanmaya başlamıştır. Bu gelişimde, göçebelikten yarı göçebeliğe geçişin, düzenlenen bir alfabeyle yazı kullanımının, bunların da üzerinde, boyların devlet sınırları içinde bütünleştirilmesi hedefinin rolü başta gelir. Şiirin müzikten ayrılmadığı bu dönemde, “Ozan”, “Kam”, “Bahşi” gibi adlarla anılan şairler, aynı zamanda Şaman törenlerini yöneten müzikçilerdi. Karahanlı Devleti’nin (840-1212) İslâmlığı 920 yılında devletin resmî dini olarak kabul etmesiyle bu bölgedeki budunların bir bölümünün müzik kültürü, İslâm kültür çevresinin bir parçası konumuna girmiştir. Söz konusu dönemde, Türkistan’ın Balasagun yöresinden Farâbî’nin (870-950) özellikle “Kitab’ül Musikı’yl Kebîr” (Büyük Musiki Kitabı) adlı değerli teori kitabını, yine Türkistan asıllı İbn-i Sînâ’nın “Kitab-ül Şifâ” adlı eserinin 12. bölümünü müzik teorisi konusuna ayırması izlemiştir. Gazneliler Devleti’nin (962-1187) medreselerinde, dinsel müziğin İslâm karakteri pekişmiş, “Câmi müziğinin ilk örnekleri ortaya çıkmıştır. Büyük Selçuklu Devleti’nde (1040-1157) ise müzik, makâmsal nitelik kazanma yoluna girmiş, Şaman müziği geride bırakılarak câmi müziği ve tekke müziği gelişmeye başlamıştır. Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’da yeni bir devlet kuran Selçuklular döneminde (1075-1308) gelişen değerler, eski Şaman geleneklerinden, İran, Arap, Bizans, hatta Antik Yunan kültürü birikimlerinden oluşmuş bir insanî bireşim özelliğini yansıtır. Felsefî derinliğiyle dinsel müziğin insanî boyutlarına temel olan bu gelişime “Tasavvuf düşüncesi” denmiştir. Öte yandan, şu noktayı hatırdan çıkarmasak iyi olur: Bizim dinsel müziğimiz, “Câmi müziği” ve “tasavvuf müziği” olarak iki ana kaynaktan oluşur. Her Müslüman kişi, câmi müziğinin şu formlarını herhalde bilir: Ezân, salâ’, kırâat, münâcât, nâ’t, mevlid, mi’râciyye, temcid, ilâhî. Dinsel konulu şiirler üzerine bestelenen câmi müziği eserlerinde çalgı kullanılmaz. Tasavvuf müziğinin en yaygın ana kaynağı ise Mevlevî ve Bektaşî müzikleridir. Tarîkat ve tekkelerin geleneksel müzik kültürünü temsil eden bu iki ana kaynakta, çalgıların yanı sıra, geleneksel danslar da yer almıştır. Mevlânâ (1207-1273), şiir ve raksla desteklenen âyin müziğinde, nây (ney), rebâb, kudûm gibi çalgıların kullanımına destek olmuştur. Anadolu’da bilinen ilk dinî, tasavvufî, bestecilerden biri, Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’dir. Günümüzde Mevlevî âyînlerinde seslendirilen birkaç peşrev ve bir saz semâîsi’nin Sultan Veled tarafından bestelendiği ileri sürülür. Tasavvuf musikisi, günümüzde geniş çevrelerin ilgisini çekmektedir, TRT’de, tasavvuf müziğini seslendiren topluluklar kurulmuştur. Konya’da Mevlânâ’yı anma törenlerinde seslendirilen Mevlevî Âyinleri, yerli ve yabancı turistlerin geniş beğenisini kazanmaktadır. Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde düzenlenen “Hace Bektaş’ı Anma Törenleri”nde, Bektaşî Semahı’na da yer verilmektedir. Semah melodileri ve Bektaşî nefesleri, halk müziği toplulukları tarafından sıkça seslendirilmekte, çağdaş saz şairlerimizin ses kayıtları geniş ilgi görmektedir. Bütün bu özetlediğimiz bilgilerden çıkarılacak ilk sonuç, kültür alanında, özellikle müzik sanatında zorlama, yasaklama, küçümseme, toplum içinde reddetme gibi davranışların yer alamayacağıdır. Hitabetinde yumuşak bir üslûp kullanmaya özen gösteren Başbakan Yardımcısı Bay Bülent Arınç’ın, dâvet edildiği bir topluluğun arasında bulunduğu sırada, “Vardar Ovası” adlı türküde, “rakı” sözcüğü geçiyor diye sinirlenmesini, İslâmiyet’in ılımlı davranış ve konuşma geleneğine uymadığını düşünen çok sayıda insandan biriyim. Kim olursa olsun, benden 13 yaş küçük olan bir şahsa, davranış konusunda doğru yolu göstermeyi görev sayarak yazdığım bu müzik yazısından, Bay Arınç’ın dersler çıkaracağını umuyorum. Ahmet Say
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR