Son Dakika



Bazı konularda yazı yazmak zordur, ama elzemdir. Çünkü bazen (hatta, çoğu zaman) bir ''olay'' sadece bir olay, bir ''nesne'' sadece bir nesne değildir. Örneğin ayakkabı kutusu basit bir malzeme konumundayken, ayakkabı dışında, içine konulan şeylerle birlikte yeni bir anlam kazanır ve artık, zihinlerde başka bir çağrışıma da tekabül eder.

Öyleyse, temelde akdi, yazılı, sözlü belli alışkanlıklar bulunsa da, ''bağlam'' da en az onlar kadar önemlidir. Yüzyılımızda bağlam, yapının temel özelliklerini sürükleyerek, onu kendine doğru aşındırarak, ona aşırı bir yorum katarak, onun yerine geçer. Bu yüzden, bağlam birçok farklı noktayı birbirine bağlayan karmaşık bir oluş kümesidir diyebiliriz.

10 Ekim 2015'te Ankara'daki patlamayı da kendi bağlamı içinde birkaç başlık altında incelemek mümkündür. Öyle ki, her patlamayla ya da her ölümle kötü oluruz ya da bazı ölümleri aslında bekleriz (sakat, yatalak, yaşlı insanların vd. ölmeleri gibi), ama yine de bazı ''ölümler'' bağlamları içinde bizi daha da şaşırtır, ürkütür, öfkelendirir. Yoksa her yaşa, her cinsiyete, herkese ölüm uğrayabilir.

Peki Ankara'daki patlama neden bizi derinden sarsmıştır ve aksine, bazılarının da inanılmaz taş kalpli, açgözlü, despot olduğunu kanıtlamıştır? Bunun gerekçelerinin bir bölümünü, tıpkı Gezi Direnişi yazısında yaptığımız gibi, bazı temel başlıklar çıkararak açıklamaya çalışacağız.

1) MİTİNGİN EMEK, BARIŞ VE DEMOKRASİ BAŞLIKLARIYLA YAPILMASI

Öncelikle, nihai barışın, demokrasinin gelmeyeceğini, gelse de herkese eşit koşullarda uğramayacağını belirtelim. Çünkü bu kavramlar yeryüzünün, yaşam ve insanlık tarihinin oluşumundan bu yana çeşitli güç ilişkileri ekseninde hep tanımlanmış, bir türlü çözüme kavuşmamıştır. Kavuşması da mümkün değildir. Her yüz yıl Marx'a biraz daha vurgu yapılıyorsa, bu emek-sermaye çatışmasının/hatta iç içe geçmişliğinin tükenmediğinin ve tükenmeyeceğinin de ispatı gibidir.

Emperyalizm denilen olgunun tarihsel süreci incelendiğinde, dünya güç dengeleri açısından barış bir hayaldir. Rusya'nın Suriye'ye müdahalesi, Amerika'nın Ortadoğu üstündeki etkisi ve Avrupa devletlerinin dünya düzeninde eskiyle karışık rolleri, Türkiye’yi NATO’ya doğru iterek, yeni bir soğuk savaşın da şekilleneceğinin habercisi olabilir. 

O yüzden, barış gibi ağır kavramlar için mücadele etmenin önemi, sonucun öneminin yerine geçer, ki ''güzel günler'' falan görülmeyecektir. Ama, ''güzel günler'' görülecektir diye bakılmaya devam edilecektir. (Biraz daha çağı okumaya çalışarak artık!..)

Gezi Direnişi'nde çimentosu karılan anlayışla, özellikle iktidara (büyük diktatörlüğe, büyük düşmana) karşı birleşen ve ezilme temelinde yan yana gelebilen birçok grup ve insan orada bulunmaktaydı. Emekli öğretmenden sendika temsilcilerine, Atatürksever bir fizik mühendisinden bir Kürt kızına, kimsesi olmayan işçi bir kadından genç engelliye kadar her kesimden, her yaştan, her görüşten insan o meydanda umudun adını birlikte çağırıyordu.

Üstelik, daha önce bir seçim olmuş, halk AKP'yi tepetaklak edip panikletmişti. CHP'ye ve yüzde on barajını geçen HDP'ye koalisyon üstünden bel bağlamak isteyen kitlelerin coşkularına da şahitlik yapılmıştı. 

Yolsuzluk, sınıf farkları, iktidara yakın insanların bir anda zenginleşmeleri/örgütlenmeleri, iktidar partisine oy verenlerin çoğunluğunu temsil eden cahil ve saldırgan insanların kışkırtmaları, ülkedeki ekonomik darboğaz, kadınlara-engellilere-gençlere ve alternatif kesimlere saldırganca tutumlar giderek artmıştı. İşte böylesi bir lağım çukuruna dönüştürülerek yönetilen ülkede nehrin saf suyunu şehre salmak, tabii ki koyu İslamcılar'ın (Akit gibi gazete demeye bin şahit gerektiren şeyin -o ''neyse?''-)çevresinde toplananlar, Madımak Oteli'nde insanların diri diri ölüme gidişlerini alkışlarla izleyenler, saçma gerekçelere/ota mota Allah'ın adını yalan yanlış sürenler, paraya tapanlar), koyu milliyetçilerin (bıyıkla, mehterle, tekme tokatla adam olunacağını zanneden bir grup reaksiyoner kitle, 6-7 Eylül talancıları, AKP'nin arka bahçesini sulayanlar) ve düzen, barış, adalet istemeyenlerin işine gelmeyecekti.

O bomba orada, hükümetin/polisin önlemsizliği, istihbarat boşluğu (bence, kasıtlılığı) dahilinde lades denilerek patladı ve insanlar etten yapraklar gibi ağaç boylarına kadar havalara uçarak, paramparça oldular. Bu kasıt, geçmişte fiilen bastırılsa da, gönüllerdeki heyecanıyla ve akıllardaki ölümsüz anlarıyla asla bastırılamayan Gezi Direnişi'ne saldırgan tutumun üst safhasıydı. Hepimiz ölebilirdik artık! Gördük.

2) BOMBANIN BAŞKENTTE PATLAMASI

Bu yazıyı yazarken, aklıma hep ''Kerameti Kendinden Menkul Bir Başlık, İkincisine Gerek Yok: ''Her Yer Taksim, Her Yer Direniş'' adlı yazım geldi. O yazıda da, tıpkı bu yazıdaki gibi çıkarımlar yapmış hatta, işin Ankara, İstanbul, Diyarbakır etkisinden bahsetmiştim. Zaten, uzun vadede okunabilecek, yapıya dair yazılar yazmaya gayret eden biri olarak, bu atfımın da normal olduğunu düşünüyorum.

Çünkü yapı değişmiyor, ama bağlam değişebiliyor. Üstelik bağlam bir önceki bağlamla da bütünleşerek, bir sonrakine yol açabiliyor. Ethem Sarısülük'ün, Ali İsmail Korkmaz'ın, Berkin Elvan'ın öldürülmesi, zincirin son halkası Dilek Doğan'ın öldürülmesinden ayrı okunabilir mi?

Nitekim Gezi olaylarının Okmeydanı'nda keskinleştiğini ve polisin oradaki insanlara orantısız güç kullandığını unutmamıştık. Hastanenin içine atılan biber gazlarını ve insanların (ziyaretçi, hasta) üstlerine sıkılan tazyikli suları da anımsıyorduk. Derken,  yine Ankara'daki patlamada ölülerin ve yaralıların üstlerine gaz sıkıldığını gördük. Ne değişmişti? Yalnız, ölülerin isimleri...

Mitingin gerçekleştiği bölge resmî kurumlarla çevriliydi ve devlet doğru dürüst önlem almadı. Neden? Çünkü devlet diye bir şey kalmadığı da ispatlandı. Yıllardır bu inişli çıkışlı, sıkışmış ülkede başımızda bir hükümetin varlığına da inanmamıştık, çünkü.

Ankara'da böylesi vahim bir patlamanın olması da, hem seçim skandalının hem de iktidarın iktidarsızlığının kanıtıydı. Türkiye kalbinden vurulmuştu, öyleyse kalp artık atmıyordu, umut durmuştu. Politik başkent diye bir şey kalmadığını, canımızın tehlikede olduğunu, artık memurundan öğrencisine herkesin devletin üvey evladı gibi harcanabileceğini görmüş olduk. Yıllar önceki tespitlerimiz, şehirlerin kalabalıklarında patlayan bombalar, Suriye'nin bölünmesiyle Türkiye'nin de bölünme korkusu, mültecilerin aidiyetsizlikleri ve (özellikle, çocukların) içler acısı halleri ve kan gölüne dönen dünya tekrar sahneye çıkmıştı.

3) HUKUĞUN KALMAMASI, EKONOMİK ÇIKMAZLAR

Bir ülkeyi ayakta tutan temel değerler, toprak bütünlüğüyle birlikte hukuksal güvenceye (adalet), sağlık hizmetlerinin kalitesine, eğitim olanaklarına, barınma kolaylığına ve iş haklarına dayanmaktadır. Oysa hukuk devleti büyük yara almıştır; boşuna içeri atılanlar, içeride öldürülenler bile vardır.

Sağlık hizmetleri paralı hale getirilmiş, yeterli odaları bulunmayan, sendikalarca sürekli eksiklikleri dillendirilen hastanelerin birçoğu “sağlıksız”laştırılmıştır.  

Eğitim kamusal hizmetlikten çıkmıştır. Parası olanlar iyi okullarda okurlarken, parasız olanlar da mahalle liselerindeki imam hatiplere terk edilmişlerdir. Devlet banka gibi öğrencileri kendisine milyarlarca borçlandırmaktadır, basit kitaplar, niteliksiz okullar ve bıkkın eğitmenler hamal haline getirilen çocukları evrensel standartlara taşıyamamaktadırlar.

Anayasada da yer alan, herkesin barınma hakkı gibi önemli bir konu ortadan kalkmıştır. Kiralar ateş pahasıdır; ev kredisi borçları, ipotekler vardır.

İş bulma, çalışma hakkı da aşınmıştır. Sendikaya üye olanlar işten çıkarılmaktadırlar. Merdivenaltı-sigortasız bir sürü işçi çalıştırılmaktadır ve işsizlik oranı artmıştır. Asgari ücretse giderlerle karşılaştırıldığında cep harçlığı gibi sırıtmaktadır.

Ankara'daki mitinge gelen birçok insanın temennisi barış başlığı altında, ortak vatandaşlık paydasıyla daha iyi yaşamak olmuştur. Bu insanların talepleri ölümle, kopan kollarla ve fırlayan bacaklarla reddedilmiştir. Aynı şey, Suruç'taki olaylarda da görülmüş, öncesinde de Reyhanlı'ya kadar uzamış; devletin yoksul, çaresiz ve yaşam hakkı isteyen vatandaşlara ölümden başka bir şey veremediği ortaya çıkmıştır. Gencecik, güler yüzlü insanlar vahşice öldürülmüşlerdir. Oyuncak bebekler, yiyecekler, mutlu fotoğraflar, dayanışan birliktelikler, her şey, ama her şey kana bulanmıştır. Takke düşmüş, kel görünmemiştir. Kel zaten takkesizdir.

Öyleyse, bu patlama, artık vicdanın, paylaşımın, emeğin, alınterinin, özgürlüğün ve ekonomik dengenin de bulunmadığını göstermiştir. Velhasıl, (şehit yakınları da dahil) kendi ülkesinin insanlarından öte El Nusra'ya yardım eden, laikliği yıkmaya çalışarak, din devleti modeli uygulamaya çalışan bir hükümet ortaya çıkmıştır.

4) DÜNYA DÜZENİNİN SIKIŞMASI, VAHABİ ÖRGÜTLER, TÜRKİYE'NİN KONUMU VE ROLÜ

Ankara'daki patlamada, bir önceki Suruç patlamasıyla benzerlikler görüldüğü imlenmiştir. Bu olaylarda İslamcı-Vahabi cephenin rolü sorgulanmalıdır.

Suriye'de, Irak'ta olan/olacak her olay Türkiye'yle yakından ilgilidir. Batı ülkelerinin yeni sömürge arayışları, daha çok petrol/ısı-enerji kaynağı istemeleri, geçmişte olduğu gibi bugün de refah ve medeniyetlerini başka ülkelerin kanlarını emerek devam ettirme emelleri, Amerika'nın Türkiye'nin karışmasına karışması, ülkenin iç savaşa girmesi için elinden geleni yaparak, sonra da başkanıyla ekranlarda demokrasi demeçleri vermesi, dünya güçlerinin cadı tırnaklı ellerinin şimdi de Ankara'ya uzandığının fotoğrafıdır.

Masum- insanlar, sade ve onurlu yaşamak isteyen- insanlar, huzur arayan- insanlar, güleç/çağdaş- insanlar, gencecik- insanlar, yardımsever- insanlar ve evrensel- insanlar coğrafyalarının paramparça kurbanları olmuşlardır. Bölgede yaşayan halklar emperyalizmin bu planları için sürekli bedel ödemektedirler. Bölge halklarının bir olarak, aynı bedeli emperyalizme ödetmeleri daha isabetlidir.

Ağzımıza insan eti çalınmıştır bir kere. Tükürmek gereklidir.

Neslihan Yalman

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)