90. Yılında Lozan'ın "Gezi Parkı"yla ilginç bağıntısı! / Tahsin Şimşek
Lozan’ın üzerinden 90. yıl, Ankara’nın düzünden silindirler geçti!...
Bu metni kaleme alırken kendime sordum: Lozan’ı savunanlar nerede, karşı çıkanlar nerede? Lozan’ı savunanlar tutuklu, Lozan’ı savunanlar hep muhalefette… Onlar, “ulusalcı” oldukları için, siyasetin de sosyal yaşamın da dinozorları artık… En azından beyinlere şırınga edilerek oluşturulan algı bu.
Peki, Lozan’a karşı çıkanlar, açıktan olmasa bile, Sevr düşleri kuranlar neredeler? Başımıza çuval geçirenlerle işbirlikçiliğin tadını çıkarmaktalar. Onlar, siyasetin de medyanın da söz kesenleri. Hatta onlar, yurtiçinde ve dışında Lozan’ı protesto yürüyüşleri yapacak cesareti kendilerinde gören demokrasi fırsatçıları, ayrılıkçılar…
Ayrılıkçılar deyince aklıma geldi. Castro 1994’te şu saptamayı da yapıyor: “Türkiye’deki olayları yakından izliyorum. Umarım ve dilerim ki, sizin oradaki Kürt hareketi, Yankee’nin (ABD) petrol bekçisi olmaz.” Geç kaldık, oldular bile… Ha dünün emperyalizmi, ha bugünün küreselleşmesi. Onlar, işbirlikçisini, her zaman, her ülkede buluyor. Hiç unutulmamalı ki Misak-ı Milli ruhu, Lozan’la yaşamaktadır. Ülke bütünlüğünden ödün verilemez.
Bırakalım Lozan’ı bir yana, 18 Mart’larda, Çanakkale’de ölen şehitlerimiz de “emperyalist bir ordunun askerleri” olarak nitelenmekte artık. Kanıtı, 18 Mart 2005 tarihindeki NTV programı. Birilerine, Bilgi Üniversitesi’nden Aykut Kansu’ya göre, Lozan’ın temelleri üzerinde yükselen Cumhuriyet ise “bütün özgürlüklerden, parlamento özgürlüğünden geri dönüştür.” Demek ki Lozan ve Cumhuriyet, birilerini özgürlüğünden etmiş!... Belki de esir olma hakkından?...
“Atatürk İhtilali”nin kuramcı ve uygulayıcılarından Mahmut Esat Bozkurt’un “Bir ferdin, bir milletin ‘Ben hür olmayacağım, esir olacağım.’ demek hakkı yoktur.” tümcesini, biz onun şu sorusuyla tamamlayalım: “Hem bir neslin, gelecek nesiller üzerinde kötülüğe doğru tasarruf hakkı nasıl kabul edilebilir?” Ama yıllardır hem de demokrasi adına, bu saçmalıkların kabul edildiğini görmekteyiz; ne acı!... Mahmut Esat Bozkurt’un Kuşadası’ndaki, büstünün üst üste saldırıya uğraması, elbette boşuna değil.
Kötülüğe doğru tasarruf hakkını kullananlar o kadar çok ki ha Hitler’in ‘kahverengi gömlekliler”i, ha bizim “kara çarşaflılar”ımız, sıkmabaşlarımız. Onlar ki, siyasetin militan emir kulları. Öyle olmasaydı, bir zamanlar Ahmet Necdet Sezer’e tepkilerini göstermek için, ellerinde Kur’an, Çankaya Köşkü’nün kapısına kadar yürümeye kalkışabilirler miydi? Kadını yaşamın dışına düşüren hangi anlayışın ve eylemin, kadının iyiliğine olduğu söylenebilir? Sokakta, mecliste söz hakkı olmayan kadının mı?
İş gelip dayanıyor eğitime. Bakın Cumhuriyet eğitimi almış Attilâ İlhan bir yazısında ne diyor: "O zamanlar lisede bir dersin sınavında başarısız olduğumuzda, ülkemize karşı görevimizi yerine getirememiş gibi bir duyguya kapılırdık; çünkü o zamanlar cumhuriyet vardı, Atatürk vardı." Ben ekleyeyim, bir de Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) vardı. Lozan’da Tevhid-i Tedrisat kavgası da verilmiştir. Osmanlı'nın son döneminde, ülkenin her yanında misyoner okulları açılmıştır. İstanbul ve İzmir dışında yabancı dille eğitim yapan, yabancılara ait üç yüzü aşkın okul vardır. Özellikle Elazığ, Van, Diyarbakır gibi kentlerde iyice yoğundur. Bu okullar, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı'nda Beşinci Kol gibi faaliyet göstermiştir. Atatürk bu tehlikeyi çok iyi bildiği için bunların hepsinin kapanmasından yanadır, kapatmıştır. Bak şu yabancı dil düşmanına diyebilirsiniz.
Lozan’da görüşmelerin en çetin geçtiği alanlardan biri, bu okulların geleceğinin ne olacağıdır. Ne var ki onca savaşıma karşın, birkaç tanesini kapatmak mümkün olmamıştır. Örneğin Robert Kolej bunlardan biridir. Atatürk'ün bir ilkesi vardı: Ulusal kimliğimizi koruyarak çağdaşlaşmak. Yeni üniversitelerimiz, niye hâlâ Robert Kolej'i örnek alıyor dersiniz?... Bunları sorgulamadan, uygulamaları algılamadan Dil Devrimi’ni anlamak / algılamak olası değildir.
Yıllardır, Tevhid-i Tedrisat’la biçimlenen eğitim politikalarının rafa kaldırıldığını hepimiz biliyoruz. İç politika ve onun uluslararası uzantıları, ne yazık ki her şeye kadir!.. “Kuvayı Milliye’nin eğitim ayağı köy enstitüleri”ni de demokrasimize sıfır çektiren politika erbapları kapatmıştı. “Siz isterseniz Hilafeti bile getirebilirsiniz.” diyen o büyüklerinden el alan bugünün politika demagogları da, denetimsiz Kuran kurslarıyla ve türbanla yatıp kalkmıyorlar mı? Kendi kuşaklarına bakıyorlar mı bilmem, ama onlar, Lozan’ı hâlâ tanımayan, tanımaya niyetli olmayan ABD’nin ‘yeşil kuşak’ı, “ılımlı İslam”ı olmaktan asla vazgeçmeyecek görünüyorlar. Bir de Lozan’ı keşke tanımasaydım diyen Avrupa’nın kuyruğu olmaktan.
Evet, Sevgili Gençler,
Sevgili Başak, Eylem, Sevgi…; Sevgili Barış, Umut, Ata…,
ABD’nin Lozan’ı hâlâ tanımadığını unutmayın. Atatürk’ün cenaze töreninde Türkiye’deki temsilcisinin hazırlattığı 300 Dolar’lık çelengi, çok görüp 200 Dolar’a indirten o ABD’dir.
Atatürk ne diyordu: "Ben, manevi miras olarak hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış düstur (ilke) bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, bilim ve akıldır." Yani “ulema bilir” demiyordu.
Atatürkçülük, yeni Türk devletinin temelini oluşturan “çağdaş” ve “ulusal” değerlerin birleşimi bir dünya görüşüdür. Demem o ki “ulusalcılık” öyle korkulacak bir şey değil, çağdaşlaşmaya da engel değil. Bu özelliğiyle aynı zamanda Türk yurdunun, Türk tarihinin, Türk halkının bütünlüğüne, gerçeklerine dayanan ulusal bir görüştür. İleriye yeniliğe açık devrimci bir yoldur. Halkımızı ortaçağdan modern çağa yönelten ilerici bir akımdır.
Şimdi bir iki öykümceyle (anekdot) sözlerimi noktalamak istiyorum. Amacım Lozan’ın özüne göndermelerde bulunmak, uzak yakın çağrıştırımlar yaptırmak.
Uluslararası ilişkilerde eşitlik ilkesi geçerlidir. Lozan’da da Cumhuriyet’in ilk yıllarında da bu ilkeye bağlılıktan ödün verilmemiştir. Bakın bu ilke, İnönü-Musolini görüşmesine nasıl yansıyor.
Resmi bir gezi nedeniyle İnönü, İtalya’dadır, Musolini tarafından kabul edilir. İnönü kapıda görünür, ama Musolini yerinden kıpırdamamakta, hâlâ oturmaktadır. İnönü, uygun bir dille, Musolini’ye iki eşit devletten birini kendisinin temsil ettiğini hatırlatır ve bekler. Sonunda Musolini yerinden kalkar, bir adım İnönü, bir adım Musolini atar, ortada buluşur ve el sıkışırlar.
İnönü’nün bu onurlu davranışına, “Oval Ofis”lerde buluşmaları bayram sevincine dönüştürenler ne derler orasını bilmem.
Evet, Atatürk, hem eylemi hem düşüncesiyle yirminci yüzyıla hapsedilemez. Birlikte soralım şimdi: “Wilson neresinde, Hitler, Stalin nerede?...” Unutmayalım ki, ilelebet payidar kalacak olan gerçeklerdir. Bütün çabamız, güncelin tuzağında debelenenlere, kararsızlık gösterenlere Atatürk gerçeğini göstermek, öğretmek olmalıdır. Bu gerçeği, gerçek devrimciler iyi görüyor. F. Castro, onca yılın deneyimiyle HABİTAT için geldiği İstanbul’da bakın şunları söylüyor:
“Bu kadar büyük devrim yaptım; O’nun yaptıklarını ben başaramazdım. Asıl devrimci Atatürk’tür.”
Castro’nun sözlerini şöyle tamamlayabilirim: “Devrimcilik, onun altı temel ilkesinden biridir, üstelik hep en genç olanıdır.”
Hiroşima’daki Barış Müzesi’ni gezerken, müzenin adı da “Barış” olduğuna göre Lozan’ın ve Cumhuriyet’in ruhunu, ziyaretçi /anı defterine nasıl dökebilirim diye düşündüm ve deftere şu tümceyi yazarak imzaladım. “Türkiye’den yüz yıllık bir merhaba: Yurtta barış, dünyada barış”
Söz meclisten dışarı, söz arif olana deyip sözlerime bir fıkrayla noktayı koyuyorum:
Eski fıkradır. Bir gün eşeği düğüne çağırmışlar. Sevinmiş, kendince süslenip püslenmiş. Tam kapıdan çıkacak, telaşla aranmaya başlamış. Semerim nerde, kolanım nerede diye. “Yahu düğüne gideceksin ne edeceksin semeri, kolanı?” dedilerse de söz dinletememişler. “Tamam, belki haklısınız; ama, bizde bu eşeklik olduktan sonra mutlaka taşıtacak bir şey bulurlar.” yanıtını almışlar. Kendi konumunun farkında olması gerekenler, kuşkusuz önce “insan”oğulları. Sözüm, belki de Atatürk sevgisini lafta bırakanlara. Törensel sözlerle, belli günlere özgü biçimsel birlik gösterileriyle yetinenlere.
Tahsin Şimşek
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR