"Dokunmak"la Kalmayan Öyküler... / Bünyamin Durali
Celâl İlhan adıyla, bir rastlantıyla elime geçen “Dokunan” (Ürün Yayınları, Mart 2007) adlı öykü kitabı aracılığıyla tanıştım. 1943 doğumlu bu yazarla iyi ki tanışmışım; 14 öykünün yer aldığı, 128 sayfalık kitabı, elimden bırakmamacasına, bir solukta okudum. Çoğuncası kesintili okurum ben, kolayca teslim alamaz beni her yapıt. Hele, roman veya öykü türündekiler için daha çok geçerlidir bu dediğim. Böyle bir devamlılıkla okuduğum kitap sayısı pek fazla sayılmaz. Diyesim: “Dokunan”daki öykülerin-tek eksiksiz-tamâmı, beni sımsıkı sarmaladı; ruhumun dehlizlerini, kuytularını, karanlık noktalarını, mağaramsı yerlerini dolaştı durdu: Ömrümüzce okuduğumuz kaç kitap için kurmuşuzdur, benzer bir cümleyi?
“Ulan Kore gazisi, Denizli horozunun eline düşmüş kel tavuk gibi gagalamaz, hışırını çıkarmazsam bana da Horoz demesinler.” (s.21)
“Eski Dost” öyküsünde, çağımızın baş belâsı psiko-sosyal marazlarının ilk sıralarında yer alan “yabancılaşma olgusu”nun, bir su (hidrolik) mühendisinin kişliğinde resmedilmesine tanık oluyoruz. Sonradan görmeliği her hâlinden besbelli, kariyer-koltuk hastası eski dostun anlattıklarından, anlatmak istediklerinden sonra; içimizde kabaran tiksinti hissini bastırmaya çalışırken, sâhiden zorlanıyoruz:
“Yemek boyunca, kendisini üne kavuşturan, mühendisliğni ve yeteneğini bölgeye kanıtlayan; karaya oturmuş, yabancı bandıralı Meri adlı, hırçın, kimseleri dinlemeyen bir gemiyi denize nasıl indirdiğini dinliyorsun.” (s. 48)
“İçmelerde” öyküsünde, kıvılcımlanma düzeyinde kalan, tutuşmaya fırsat bulamayan bir karşılıklı “şehevî hislenme” hâli sezdiriliyor. Evet, sezdiriliyor: kafamıza vura vura değil, sezdire-duyumsata bir anlatım devinimiyle… Öykünün kahramanlarından kadın evlidir ve kösnülüğün “yasak çağrı”sına boyun eğmekten çekinmemektedir. Böyle olması, aynı “sınır ihlâli” girişimlerinde evli erkeklerin de bulunmadığı sonucuna götürmez bizi. Yazar, burada, baştan-çıkarıcılık rolünü bilhassa “evli kadın”a yükleyerek, öyle sanıyorum, bizim gibi tutucu / cemaatçi toplumlara has ve kadının araçsallaştırılmasıyla yürütülen bir ikiyüzlülüğün fotoğrafını çekmek istemiştir. O kadın, kocasından hoşnutsuzluğunun acısını, bedensel câzibesini kullanarak hayattan çıkartırken; bir yandan da, evlilik kurumunun kılcal damarlarına, en görünmez kuytularına varıncaya sinmiş olan “ahlâkçı ama ahlâksız terminoloji”yi de yere çalmaktadır. Bilinmeyen bir şey değil ya, gene de söylemeliyim: Bütün kurumsallaşmalar çürütücüdür, evlilik kurumuysa daha bir çürütücü. Öyküden benim getireceğim alıntının önemi ise; yazar Celâl İlhan’ın birer kullanım nesnesi olarak imgeleştirdiği “anahtar ve kilit” işlevselliğine, biraz da “coşkunlaşmış” bir “cinsel ilişki”yi çağrıştıracak anlamlar katmasındadır. Coşkun adındaki genç adam, genç ve çekici kadını ilk gördükten sonra, içmelerdeki odasına dönerken ortaya çıkar, söz konusu bağlam:
Konuşurcasına, sohbet edercesine yazıyor, Celâl İlhan. Halkın gündelik diliyle tanışıklığı, yazarlık serüveninin o dille yoğrulmuşluğu, hemen anlaşılıyor. “Ben Olmasam da” öyküsünde, genç yaşında dul kalan, bir daha da evlenmeyen Zülbiye Hanım’ın, uzun yıllar, kemik erimesi hastalığından muzdarip annesinin bakımını üstlendiğini; buna ek olarak da ruhsal genetiğine çocukluğundan kodlanmış acılarla dolu bir ömür sürdürdüğünü okuyoruz. Annesinin boyu küçüldükçe bastonun boyunun da küçüldüğünü anlatmak için kurduğu cümle; kıvâmıyla kokusunu, haysiyetle hakikat arasındaki doğru orantıyı, diğerkâm bir bilgeliğin özgül ağırlığıyla tartarak tutturmasının, öyle “değerlik alanları”nı kuşatmasının yanında, ciğerlerimizi toptan yakacak bir ağıt duyarlığındadır:
“Törende Vurgun”da; ağırlıklı olarak, burnunu beğenmeyen, Erkek Sanat Okulu öğrencisi bir gencin, yoğunlukla yaşadığı aşağılık karmaşasını okuyoruz. Öykü, o kadarla kalmıyor; kendi okuyamadığı için, bu gencin okumasını kıskanan (hem de akraba) birini de konu ediniyor. Tabi, çekemeyen kişinin de hastalığının aşağılık karmaşası olduğu ortada. Okul resmigeçit sırasında, tam da şeref tribününü selâmlama sırasında, o münâsebetsiz akraba (İbrahim Abi), öğrenci genci, “Selami! Selami! Burnunu düzelt, yanındakilere çarpacak!” diye aşağılayınca olanlar olur:
Şurası kesin: Celâl İlhan, Türkçeyi seven bir öykücü. Türkçenin ırmaklarında sereserpe yıkanmanın bağışladığı zihinsel-imgesel zenginliklerin farkında olan aydınlarımızdan. "Dokunmak"la kalmayarak, duyarlığımızı ve düşünce melekelerimizi de derinleştirmek istiyor. Ah, bir de, kullanmaktan çoğunca sarfınazar ettiği noktalamaların kıymetini de bir kavrasa! Son cümle kabilinden; İlhan’ın, birer birleşik sözcük olan “kazâzede” (s. 30), uluorta” (s. 59), “olağanüstü” (s. 80) vbg.leri de bölmemesini salık veriyor ve “Dokunan” kitabını görmezden gelenler varsa, bu onların tâlihsizliğidir diye düşünüyorum.
Bünyamin Durali
(Gerçekedebiyat.com)
Celâl İlhan’ın anlatımındaki duruluk, tertemizlik ve halk sıcaklığının yanı sıra; tiplerin psikolojilerinin çizilmesindeki ustalık, öykülerin ilk göze çarpan yönlerinden.
“Şaşı Bunların Hepsi” başlıklı öykünün, tatsız bir olaya yol açan otobüs sürücüsünden söz ederkenki sâdelik, unutulur gibi değil:
“Sürücü akıl yolunu seçmiş söylenenleri duymazlıktan geliyordu. Deneyimleri, böyle durumlarda tartışmaya girerse, işin karakolda biteceğini öğretmişti ona. İhtiyarın boylu boyunca devrilmesine neden olan o değişlmiş gibi cık cık yapmaktan da geri durmuyordu.” (s. 10)
“Sıfır Vardiyasında” öyküsündeki Horoz Hasan’ı konuşturmasındaki dobralık ve sakınmasızlık da öyle:
“Bin Yıl Anılmak” öyküsünde, bir Alevî ailesinin olduğu sezdirilen evin duvarındaki (Hazreti Ali, Atatürk ve Hacı Bektaş Veli) resimler(i) betimlerken söylenenler; sanat felsefesinin en derin niteliklerinin bile, bir öykü yapıtının dokusuna nasıl giydirilebileceğinin ve “büyüklenme”nin “b”sinin bile barınamadığı yalınlıklarla mümkün olabileceğinin örneklerinden:
“Hz. Ali hüzünlü, Atatürk kararlı, Hacı Bektaş dingindi. / Çizgi ve renklerindeki abartı nedeniyle resimler; gerçeklik boyutundan bilerek uzaklaştırılmış; insanları düş evrenine sürükleme amacı güdüyormuş gibi görünüyordu.” (s. 23)
“Hastanede” öyküsündeki genç kızın hasta babasına yalvarışına sinmiş samimiyet ve merhamet duygularının yetkinlikle duyumsatılması, başka bir güzellik. Genç kızın o anki hâletiruhiyesi, sırf insancıllığın desenleriyle çizilmiş bir resim tablosuna benziyor:
“Vurgularında katıksız sevgi çağlayan sözler, kısa aralıklarla yineleniyordu. Hastanın, bir dizi ameliyatla parçalanmış görkemli bedeni, görenler üzerinde yine de; ‘Düşmana gösterip geri çekeceksin’ dedirten bir izlenim bırakıyordu. Onun dışındaki dört hastanın, yataklarının bir köşesini bile dolduramadıkları ilk bakışta fark edilebiliyordu.” (s. 37)
“Yatakta Hesaplaşma”, kitaptaki en etkileyici öykülerden. Aralarında, hiçbir duygusal-duyarlıksal bağ kalmamış bir karı-kocanın, ne yönden bakarsanız bakın, hanidir tükenmiş bir evliliğin, koca tarafından, tamâmen lâf olsun torba dolsun kabilinden, deyiş uygunsa, adetâ “sürüklene sürüklene sürdürülmek istenmesi”, öykünün omurgasını oluşturuyor. Aşağılana-horlana, baskılana-vurula, paramparça edilmiş kadın(ın) ruhu; bu türlü tiksinç ve “dostlar alışverişte görsün havası”ndaki “yapmacık sevgi-sevişme gösterileri”ni yutmuyor elbette:
“Böyle sözlere karnım tok.’ dedi. ‘Senin sevgi dediğin, yalnızca bedenimle ilgilenmek. Ben sevgiden senin anladığını anlamıyorum. İçinde saygı ve özveri olmayan kaba arzuları, sevgi diye ikide bir ısıtıp önüme koyma benim.’ ” (s. 53)
“Hamide Nine” öyküsü de çok ayrıksı bir yerde duruyor. Başkahraman Hamide Nine, süsleye-püsleye, allaya-pulaya öyle olaylar anlatıyor ve o olayları öyle kandırıcı deyişlerle harmanlıyor ki; anlatımdaki sâhicilik, onu dinleyen çocukların imgeleminde gepgeniş ufuklar açıyor; o çocukların küçümencik dünyalarını, biteviye mâsumiyetten ibâret hayal hânelerini iyice varsıllaştırıyor. Anlatımların içtenliği, çocukları da hikâyelerin aktif öznelerine dönüştürerek, olayların kahramanları hâline getiriyor. Böylelikle, her hikâye, çizgisellikten bilinçle sıçratılarak; gide gide, dolam dolam bir büyüsellik, sonlanmasını hiç istemediğimiz masalsı bir atmosfer, şiirsel bir rakım kazanmış oluyor. Kırsallık kültürünün, köylük yerlerdeki yaşamsallıkların gerçekliği, uzansak dokunabileceğimiz kadar yakınımıza geliyor:
“Bizi öyle bir yönlendirmişti ki, anlattığı günlük hikâyeler, öğretici dedikodular, aramızda kalır, kendi tezgahlarımızda dokunur renklendirilirdi. / (…) / O söylemese; Yukarı Mahalleden birinin, ahırındaki eşeğin sıcaklığını, karısının sıcak koynuna yeğlediğini ve yaptığı işi karısına söyleyerek; onu aşağılamaktan hoyratça bir haz duyduğunu biz kimden öğrenebilirdik? / (…) / Hamide Nine, bunun yalnızca bizim köyün erkeklerince yapılan bir ayrıksılık, eşeklik olmayıp, tüm çevre köylerde, belki de dünyanın her yanında olageldiğini söylerek yatıştırmıştı başkaldırımızı.” (s. 61-62)
“Ölümsüz Aşk”; öykü kahramanı Hamdi Karaman adlı yaşlı şairin, altmış yıl önce yaşadığı ve hayat boyu unutamadığı ilk aşk duygulanmasının, üstü örtülemez kertede depreşmesi ve denetlenemeyen bir noktaya gelip dayanması üzerine kurgulanmış. Yaşlı adam, içini bir hoş eden bu hissiyatı, karısına belli etmemeye çalışarak yaşamaya çalışıyor. Yaşlı şair, onca çabadan sonra,- ayrıntısına girmeyeyim-, Nurten adlı ilk aşkını, bir cenâze töreninde (Nurten Hanım’ın kız kardeşi Nurdan Hanım’ın kocasının cenâzesinde) görebilir. Ne ki, keşke göremeseymiş, diyeceği geliyor insanın; çünkü, görmenin ötesine bir türlü geçemez. Yaşlı şairin, kalbinde, her an tutuşmaya hazır, küllenmemiş bir kor gibi, bir ömür sakladığı o platonik sevgili, Hamdi Bey’in orada bulunduğunu sezmez bile. Ancak, Hamdi Bey bu, içine nasılsa düşmüş ateş topunun sönmesine izin verecek biri değildir. Şimdi de, numarasını bir arkadaşından edindiği evinin telefonundan aramaya başlar Nurten Hanım’ı. Heyecanlı heyecanlı anlatmaya koyulur kendini. Onun için yazdığı şiirlerin toplamı olan kitaplarından hediye etmek istediğini söyler. Nurten Hanım’dan en ufak bir olumlu akis gelmez. Telefon, Hamdi Bey’in yüzüne, bir daha aramaması tembihiyle kapatılır. Yaşlı şairin kollarının kanatlarının çatır-çutur kırıldığı o ânın sanatsal saptaması; aynı zamanda, dibine değin tüketmediğimiz hiçbir asil duygu, hiçbir insanca hâtıra bırakmadığımızın da yüzümüze tokat gibi çarpılmasıdır:
“Eskimeyen, solmayan, ölmeyen hiçbir şey yok mu Allahım? / Aşklarımız, yaşadıklarımız hepsi boşuna mı?” (s. 75)
“Sonunda yuvasını bulan anahtarın işlevi, kafasında tepinip duran düşüncelerle birleşerek içini gıcıklamıştı.” (s. 83)
“ ‘Yaşamak daha fazla eğilmeye değmez’ der gibi göçüp gitmişti öbür yana.” (s. 90)
“Anamı Ağlatan Adam” öyküsünde; 80 yaşındaki cefâkeş dul kadın, bedensel tâcize uğrar. Kadıncağız, bu ahlâksızlıkta kendisinin zerrece dahli olmasa da, içten içe derin acılar yaşar. Ne yapsın, kime anlatsın bilemez. Nasıl sağaltsın, gün günden artan sızısını? Sonunda, kızına açılmayı dener. Dener de, her deneyişinde dilinin altındaki baklayı çıkarmakta zorlandıkça zorlanır. Sözcükler, gırtlağında yumru olur. Böyle durumlarda “dokuz doğurmak” denir ya hani, o umarsızlığı kerelerce yaşar. Yaşlı kadının kızı, anacığının, yuvarlandığı uçurumdaki dehşetengiz hâlini tanımlamakla kalmıyor; önümüze, kişiyi canevinden anlayan, ruhsal bir analiz örneği koyuyor sanki:
“Yine de göz göze gelmeye dayanabilecek kadar güç toplamış gibi görünmüyordu.” (s. 94)
“Hep O Yıllar” öyküsü; şiirleri yeni yeni (yerel bir gazetede) yayımlanmaya başlayan, köy kökenli, şiir heveslisi bir gencin (bu genç, büyük olasılıkla yazarın kendisidir.-B.D.); dinsel yobazlıkla siyasal yobazlığı birleştirmiş bir çete tarafından, bir doktor kızına duygusal ilgi duymasının bahâne edilerek, dövülmesi üstünedir. Delikanlının Alevi, karşı kümeninse Sünnî olduğu; öğretmenliğe özenmeksizin, savsözcülüğe savrulmaksızın, sezdiriliyor okura. Köylü ve yoksul omaktan kaynaklı eziklik, öyküye damgasını bütünüyle vurmuştur. Karakolda yaşananlarsa, bir devlet aygıtının aparaçikleri konumundaki polislerin “güçlü”den yana durduklarını net olarak göstermektedir. Bu tarafgirliğin baba tarafından (da) teşhirini, aşağıdaki diyalogda görebiliyoruz nitekim:
“Vazgeçme baba mahkemeye verelim.’ diye yalvarmama karşı, ‘Yavrum öyle konuştuğuna ne bakıyorsun, formaliteyi yerine getiriyor, bunlardan bize hayır yok.’ demişti fısıltıyla.” (s. 108)
“Sesi duymakla duymamak arasında bocalıyorum bir süre. / Gerçek tüm acımasızlığıyla yükleniyor üstüme. İçimden taşan ses gırtlağımı yırtıyor sanki. / Duymuyor kimse çığlığımı. Tanıyorum o sesi. / Bu bir vurgun… / Şişirilmiş bir balon gibi söndüğümü hissediyorum. / (…) / Bunu birinin bana anımsatmasına gerek yok ki. Aynalar her gün acımasızca yapıyor görevini.” (s. 113-114)
“Nafiz’e Haksızlık Ettik” başlığını taşıyan öyküde; çevresinin bilisiz pompalamasıyla, birden şair havalarına giren, beri yandan bedensel yapısıyla da tuhaf görünen Nafiz adlı, temelde iyi niyetli, saf bir lise öğrencisinin; gene aynı çevre tarafından alaya anılmasını, gülünç duruma düşürülmesini okuyoruz. Öykü, ortak-toplumsal algıyla, tartışmasız içselleştirilmiş kolektivist mantık sistematiğiyle kıyısından-köşesinden pürüzler yaşayan birinin bile; toplumca, toplumun katı grup dinamiklerince hemen dışlandığını, ötelendiğini vurgulamak istiyor. Düpedüz aykırılığı seçenlerin, açık-örtük ne biçim zulümlere, psikolojik baskılara mâruz kalabileceğini, varın siz düşünün gayrı. İnsanların çokçası öyle değil mi? Herkes, kendinden bir parmak aşağıdakine tekme sallamayı mârifetten saymaz mı? Kezâ, öyleleri, kendilerinden bir parmak üsttekiler karşısında ise, süklüm-püklüm bir zavallı rolünü, bile-isteye benimsemezler mi? Gelin, tuhaf Nafiz’in arkadaşlarında bıraktığı izlenime bakalım şimdi de:
“Yürüyüşü bir tuhaftı Nafiz’in. Erişkin penguenler gibi gövdesini iki yana sallıyor; şairliğine duyduğumuz hayranlığı, gülünç, saftirik halleri bastırıyor; geriye ne söylerse söylesin fazla ciddiye alınmayan bir arkadaş durumuna sokuyor onu.” (s. 119)
Kitabın son öyküsü, “Darboğazın Cinleri”. Kafalarının içi-dışı hurâfelerle doldurulmuş köy / kır insanlarının “cinler”le bağlantılı korkularının işlendiği bir öykü. Öyküdeki ben-anlatıcının babasının, almış başını gitmiş onca söylentiye, onca dizginsiz safsataya akıllıca karşı çıkmasıyla amaçlanansa: asılsız-astarsız,temelsiz-dayanaksız lâf salatalarının, gerçek(çi)liğin gücüne ilânihâye direnemeyerek, güneşteki kar yığınları misâli eriyip gideceği bilincini insanlara aşılamaktır, sanıyorum.
Öyle de, bu öykünün, öykü estetiği yönünden, hissedilir derecede zayıf kaldığını; öteki tüm öykülere nazaran, sıradan bir olay anlatımının ilerisine pek geçemediğini söyleyeceğim. Bu îtibarla, bir alıntıya başvurmayacağım. Yönlendirmeyi öne çıkaran bir sosyolog bildirisi yâhut bir hukuk metni değil de öykü, yâni yazınsal bir yapıt okuyacaksak; yazarından çoklu ve çoğulcu katmanlara yaslanan, çağrışım yeteneklerimizi ivmelendiren bir üslup tutturmasını beklemek, herhâlde hakkımız olmalı.
YORUMLAR