Ömer Seyfettin’in devrimciliği ve günümüz edebiyatı (1)
Bugün Türkiye'de karşıdevrimci mafya ve tarikat sisteminin yarattığı derin ahlaki, siyasal çürüme ve ekonomik çöküntü karşısında biricik çözüm olarak, Altı Ok ilkeleri ve bu temelde Atatürk milliyetçiliğinin yükselmekte olduğu görülmektedir. Ancak geniş bir Cumhuriyetçi kitle tarafından daha bilinçli olarak beninmeye başlanan Atatürk milliyetçiliği, diğer yandan hâlâ emperyalizmin kültürel, siyasal oyunlarıyla çarpıtılmak, kirletilmek ve devrimci içeriği/ruhu boşaltılarak etkisizleştirilmek istenmektedir. Bu tür ideolojik, kültürel operasyonlara karşı ise, en etkili yol ya da panzehir, kuruluş ilkelerine dönmek ve kavramları özgün devrimci niteğiyle yeniden tanımlamaktar. Kirlenme ve yozlaşma etkenlerini böylece temizlemektir. Bu bağlamda Türçülüğün, Türk milliyetçiliğinin, onun temel, hatta birincil ögesi dilde Türkçülüğün ve çağdaş Türk Edebiyatının kurucu öncülerinden Ömer Seyfettin'i yeniden anımsamak önemilidir. Özellikle de, sosyal demokrasi ile emperyalizm, sosyalizm ve halkçılık ile milliyetçilik, siyaset ile sanat ve edebiyat arasındaki ilişkiye bakışı tayin edicidir. Bu nedenle, Ömer Seyfettin ile ilgili 2005'te Teori dergisinde yayınlanan, bütün tazeliğini ve güncelliğini koruyan aşağıdaki makalemi yeniden yayınlıyorum. “Ben edebiyatta yalnız sanata razı olmam. Yalnız sanata razı olsam, edebiyatı pek küçük görmüş olacağım. Halbuki o benim nazarımda o kadar büyüktür ki... Cehaletin, nasuti [ilkel] duyguların alçalttığı insanlık için onu bir tutku addederim. Nazarımda yazarlar, insanlara, adiliklere karşı nefreti öğretecek mürşitlerdir...” (Ali Canip’e yazdığı 1908 tarihli bir mektubundan) Nedenleri ne olursa olsun, günümüz Türkiye’sinde sanat ve edebiyatta büyük bir durgunluk ve tıkanma yaşandığı tartışılmaz bir olgu. Tıkanmanın kuşkusuz bir çok nedeni var; ancak onu değiştirmenin bütün maddi-toplumsal koşulları da fazlasıyla mevcut bu ülkede. Sanatçının yaratma dinamizmini besleyen, tetikleyici öfkenin, başkaldırının, çirkinlik ve güzelliğin, bayağılık ve yüceliğin, alçaklık ve onurlu duruşun bütün dinamikleri; farklı ve yeni bir dünya kurma idealinin bütün unsurları olanca derinliği ve zenginliğiyle mevcut. En büyük hainliklerle en soylu vatanseverliklerin çarpıştığı en koyu karanlıklarla en güçlü aydınlıkların iç içe yaşadığı, birbirini kovaladığı bir tarihsel eşikteyiz. Çiçek de bol, arı da, ama bal çok yavan ve yapay... Neden? Öyle görülüyor ki sorun, sanat denebilecek ürünlerin yetersizliğinde, sanatsal biçim zenginliğinde ve estetik düzeyde değildir. Bol şiir, bol roman ve öykü, bol resim yaratılıyor ama içerik, özgünlük, derinlik yok, büyük, seçkin, çarpıcı eserler çok az. Sorun, ne için, kimin için, hangi insani, toplumsal ideal için sanat ve edebiyat yapıldığında, kalemin ve fırçanın kim ve hangi dava için kullanıldığındadır. Sorun felsefi, yani daha özlü ifadeyle ideolojiktir. Bütün toplumsal tıkanma dönemlerinde, aydınlar, sanatçılar, geçmişlerine, köklerine tekrar tekrar dönüp, devraldıkları tarihsel mirası incelemişler, ondan günün sorunlarını çözecek dersler çıkarmışlardır. Tıpkı, göğe yükselebilmek, güneşe daha çok yaklaşabilmek için köklerini daha derinlere daldıran ağaçlar gibi... Tarihten öğrenmek, geleceğe hamla yapabilmenin altın kuralıdır. Geleceğe sıçramak isteyen -ve buna mahkum ve mecbur olan- toplumcu Türk aydını da, köklerindeki devrimci dinamikleri, özgünlükleri yeniden incelemek, o gür, derin, zengin kaynaktan beslenmek ve tıkanma noktalarını açmak zorundadır. Bugün doğru bir ideolojik ve felsefi duruşun anlamı, hayatın her alanında yaşadığımız emperyalizmin küresel saldırısıyla, ekonomik, siyasi, kültürel olarak ulusal bağımsızlığımızın, değerlerimizin, dilimizin kirletilerek yok edilmesi, vatanın ve ulusun parçalanma tehdidi ve kuşatması karşısında vatansever, ulusal bir direnişte saklıdır. Yaratılacak her sanatsal değerin ölçütü, bu gerçeğin neresinde yer aldığına bağlı hale gelmiştir. Yapılması gereken, hiç kuşkusuz, çürüyen emperyalist Batı uygarlığının, gelecek yok, yeni bir insan ve yeni bir toplum umudu kalmadı, “sanatın sonu” geldi, yapılacak tek şey üretilenleri, yaratılanları yağmalayarak tüketmektir diyen postmodernist felsefi, düşünsel çaresizliğine ve alçalışına karşı yeni bir gelecek yeni bir insan yaratma tutkusuna ve idealine sarılmaktır. İşte Ömer Seyfettin, yüz yıl önce bugünkünün tamamen benzeri bir sürecin yaşandığı, emperyalist kozmopolit kültüre karşı, onun bizdeki uzantısı Batı özentisi Tanzimatçı, mandacı, kişiliğini, ruhunu emperyalist merkezlerin çıkarlarına bağlamış aydın tipine karşı mücadelenin en önündeki kişiliğiyle bugün öğretici ve yol göstericidir. Ömer Seyfettin, tıpkı bugünkü gibi, Batılı emperyalistler tarafından parçalanıp yağmalanarak ortadan kaldırılmak istenen çöken bir imparatorluğun içinden ulusal bir devrimle, ulusal bir dil ve kültür yaratarak çıkılabileceği düşüncesinin ve programının hem edebi hem de siyasi-düşünsel öncülerinden biridir. O, toplumun bir ateş, bir yıkım, bir fırtına çemberinden geçtiği döneminde sanatçının, edebiyatçının, öncelikle siyasi ve düşünsel duruşuyla, ideoloji ve sanat arasındaki doğru dinamik ve yaratıcı ilişkiyi doğru kurmuştur. Ömer Seyfettin, Türk edebiyatında dilde sadeleşmenin ve hikayeciliğin öncüsü olarak hiç şüphesiz seçkin bir yere sahiptir. O bu seçkin yerini, halkçı ve ulusalcı bir idealle bütünleşen dilde halkçılığıyla ve hikayelerindeki kurgu, anlatım ve seçtiği konularda çağdaş hikayeciliğimize ve edebiyatımıza öncülük eden rolüyle sağlamıştır. Hepimiz, ilköğretim ve lise yıllarında zorunlu dersler nedeniyle Ömer Seyfettin’in Kaşağı, And, Falaka, Forsa, Yüksek Ökçeler gibi en az birkaç hikayesini mutlaka okumuşuzdur. Bugün bile okunduğunda bu derece etkili, insanı sarsan, düşündüren, eğiten hikayelerine bu özelliklerini kazandıran, gerisindeki toplumsal ve kültürel fikri derinliktir. Bu çok okunan bildik hikayeleri, onun toplumsal ve siyasi düşüncelerini, yani sanatçının ideolojisini yansıtmaktadır; ancak daha da önemlisi, halkçı, ulusalcı, antiemperyalist siyasi ve kültürel birçok alanda yazdığı makaleler, polemikler, en az hikayeleri kadar değerli, etkili ve önemlidir. Hatta, Ömer Seyfettin’in hikayelerinde bu kadar başarılı olmasının, bugün bile büyük bir zevkle okunan Türk edebiyatının klasikleri içinde, baş köşede yerini korumasının nedeni, hiç tartışmasız diyebiliriz ki, onun, çağının gerçeklerini doğru kavrayan, topluma, halka karşı sorumluluklarını, bu yöndeki ideallerini hepsinin üstünde tutan devrimci, idealist tavrındandır. Bu açıdan Ömer Seyfettin, “sanatçı siyasetin, partinin dışında olmalıdır” diyen, dünkü “sanat, sanat içindir” şiarını bugün “sanatın amacı kendi içindedir” diyerek tekrarlayan ve onu bütün toplumsal görev ve sorumluluklardan koparan emperyalizm merkezli bireyci, sorumsuz, kozmopolit aydın tipine karşı toplumcu, yurtsever aydının bugün de yol göstericisidir. Yazımızı, Ömer Seyfettin’i, hikayeciliği ve edebiyatçılığından çok fikri yönünü öne çıkararak inceleyeceğiz. Kuşkusuz fikirlerini ve oynadığı tarihi ve toplumsal rolünü incelerken, düşüncelerini yansıtan, somutlaştıran hikayelerine de değineceğiz.(1) Jöntürk devrimci damarından halkçı ve ulusal bir hareketin, Türk milliyetçiliğinin yeni yeni filizlenmeye ve şekillenmeye başladığı 1910’lu yıllarda ulusal bir dil yaratmaya girişmek bile başlıbaşına devrimci ve siyasi bir eylemdi. Feodal bir ideolojinin, çürüyen bir toplumun kültürünün taşıyıcısı, üç farklı dilin garip bir karışımı Osmanlıcaya karşı uluslaşmanın temel bir unsuru halk dilini, dilde halkçılığı savunmak ulusal demokratik devrimci bir ideolojiyi benimsemekle mümkündü. Ömer Seyfettin’in 1911 yılında Ali Canip ve Ziya Gökalp’le birlikte Genç Kalemler dergisinde başlattıkları Yeni Lisan hareketi, Jöntürk Devrimi’nin ulusal bir dil yaratma ihtiyacına yanıt veren önemli bir devrimci atılımdı.(2) Devrimci fikirlerin halka ulaşması, devrimin halkla birleşmesi, ancak onun anladığı dille, halkın kendi diliyle yazmak ve konuşmaktan geçiyordu. Serveti Fünun edebiyatının ağdalı, Farsça, Arapça Türkçe karışımı yapay ve anlaşılmaz diline karşı, arı, sade halk diline yönelinmeliydi. Bir avuç Osmanlı aristokratının ve aydının içine hapsolduğu bilimde, edebiyatta ve kültürde bütün yeniliklerin, gelişmelerin önünde engel Osmanlıcadan ve onun ortaçağ kültüründen kurtulmak ve dilde sadeleşmek, Türk köylüsünün konuştuğu dille buluşmak, büyük bir devrimci bilinç ve irade gerektiriyordu. Bu bilinç ve iradeyi yaratmak da, kuşkusuz en başta, çağın gerçeklerinin, çağın toplumsal eğilimlerinin, önüne geçilmez ana akımlarının, en önemlisi de çökmekte ve parçalanmakta olan Osmanlı’dan çıkış yolunun doğru bir analizi ve tespiti ile mümkündü. Yeni Osmanlılar ve Jöntürkler’in etkilendikleri esas kaynak, emperyalizmin kozmopolit kültürüyle lekelenmiş bir biçimde gelen Batı’nın aydınlanmacı fikirleri idi. Kozmopolit kültür, ya da başka bir deyişle, sınıfsal anlamda komprador kültürü, felsefi-kültürel planda, pozitivizm, kaba materyalist evrimcilik, “insaniyetçilik” (burjuva hümanizmi), beynelmilelizm (enternasyonalizm, uluslararasıcılık), barışçılık (savaş karşıtlığı) vb biçimlerinde kendini gösteriyordu. Bugün de, hemen hepsi aynı içerik ve yöntemle Ezilen Dünya’ya pompalanan bu liberalizm, ya da “özgürlükçülük” paketinin asıl rengi, 1908’lere doğru, İtilaf Devletleri’nin Osmanlı’yı kendi aralarında paylaşma kararları ve izledikleri ikiyüzlü politikalar sonucu ortaya çıkmaya başlamıştı. Batı’nın birbiriyle çatışan, hatta Batıdaki sınıf mücadelesi açısından bakıldığında daha iyi kavranan ve birbirine temelden karşıt olan, aydınlanmacı ve sosyalist düşünceler ile sömürgeci, bireyci emperyalist kültür ve siyasetler, Türkiye’ye, birbirine karışmış, içiçe geçmiş bir halde geldi. Çağın temel sınıfsal ve felsefi dinamikleri açısından bir arada olması imkansız fikirlerin bu içiçeliği, en ileri Osmanlı aydınlarında bile görülen fikri karışıklıkların ve tutarsızlıkların kaynağıydı. Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin’lerdeki yer yer görülen eklektizm ve tutarsızlıklar bu karmaşık durumun sonucudur. 1900’lerden sonra, özellikle de 1905 Devrimi’nin yarattığı büyük dalganın da sarsıntısıyla Türk aydınları, ikinci bir kaynak olarak, 1800’lerin başlarından itibaren gelişip olgunlaşan Rus Narodnizminden (halkçılık) büyük ölçüde etkilenmeye başlamışlardır. Bu etkilenme, iki kanaldan; Balkanlar üzerinden, özellikle Bulgar aydınları ve sosyalistleri vasıtasıyla ve Kafkaslar üzerinden, Çarlık baskısından Türkiye’ye kaçan Tatar ve Azeri kökenli Yusuf Akçura ve Hüseyinzade Ali gibi aydınlar vasıtasıyla olmuştur. Narodnizmin içeride üçüncü bir taşıyıcısı ise, milliyetçi Taşnak akımından ayrı olarak, Narodnik fikirlerin güçlü etkisi altında doğan Hınçak sosyalist partisidir. Meşrutiyetin ilanından sonra meşru bir sosyalist parti olarak kurulmuştu; Bulgar halkçıları gibi bunların da Osmanlı parlamentosunda temsilcileri vardı. “Bu üç dolaylı yoldan gelen etki serpintilerini özellikle Ömer Seyfettin’in yazılarında buluruz. Ömer Seyfettin, bir subay olarak, Bulgar aydınlarının halkçılık akımını yakından tanımıştı. Ashabı Kehfimiz (Yedi Uyurlarımız, 1908) adlı uzun hikayesi de bir sosyalist Ermeni aydınının ağzından yazılmış, Osmanlı aydınlarına çevrilmiş bir hicivdir.”(3) Bu uzun hikaye aslında, Türkler dışında bütün Osmanlı milletlerinin kendi ulusal devletlerini kurmak için hızla bilinçlenmeleri ve bu yönde emellerini adım adım gerçekleştirmekte olmalarına rağmen, Osmanlı aydınının hala “Osmanlı Kaynaşma Kulübü” (Osmanlı Milleti) hayaliyle uyumalarının, Türk milletini, Türk dilini savunmayı, ilkellik, gerilik ve bölücülükle suçlamalarının alaylı bir eleştirisidir. İkinci Meşrutiyet’ten itibaren başta Ömer Seyfettin olmak üzere halkçılık ve Türkçülük akımının önderlerinde Narodnik fikirlerin giderek daha öne çıktığını görmekteyiz. Daha doğrusu, 1900’lerin başından itibaren Jöntürkler içinde başlayan, Batı emperyalizmiyle işbirliğini savunan bireyci, liberal, ademi merkeziyetçi çizgi ile Batı’nın Osmanlıyı parçalama ve paylaşma niyetleri gören ulusalcı çizgi arasındaki ayrışmanın netleşmesi, bu yönelimin temelini oluşturmuştur. Halkçılığın fikri malzemesinin neden Osmanlı aydınının çok daha geniş ve derin beslendiği Batı’dan değil de Doğu’dan, Narodnizmden ve onun devrimci geleneğini devralan 1917 Sovyet Devrimi’nden sonra Bolşevizm’den alındığı (Halkçılık Programı Sovyet Devrimi’nden esinlenerek hazırlanmıştır; yine Altı Ok’un Halkçılık, Devletçilik ve Devrimcilik ilkeleri Sovyet Devrimi’nin yansımalarıdır) günümüz açısından da son derece anlamlı bir sorudur. Kuşkusuz bu bir rastlantı değildir. Çünkü, ulusal ve demokratik Avrupa devrimleri burjuvazinin önderliğindeydi ve egemen sınıf haline gelen burjuvazi dışındaki yoksul halk sınıfları lehine özellikle ekonomik ve toplumsal bir kazanım içermiyordu. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren emperyalist bir hakim sınıf haline gelen burjuvaziyle emekçi halkın yolları çoktan ayrılmaya başlamıştı. Batı’da emekçilerin kurtuluşu için aydınlanmacı, devrimci idealler artık sosyalizm bayrağı altında toplanmıştı. Oysa Batı kapitalizminin yıkıcı etkileri karşısında Türkiye ve Rusya, her iki toplum da, Rusya biraz daha önde, bu süreci yaşamakla birlikte, aynı kaderi paylaşıyordu. 1870’lerden itibaren emperyalist bir aşamaya geçen, demokratik ve aydınlanmacı idealleri terkeden kapitalist Batı uygarlığının geri ülkelere yönelik ırkçı, sömürgeci siyasetleri Rusya, Türkiye, Çin gibi ülkeler aydınında kapitalizm dışında toplum seçenekleri arayışını hızlandırdı. Her iki toplumda da aydınlar, Batı kapitalizminin yarattığı, büyük sınıfsal eşitsizlikleri, kâr hırsını, bireyciliği, bütün insani değerleri metalaştıran kültürü reddeden bir uygarlaşma arayışı içindeydiler. Bu nedenle 19. yüzyılda Narodnizm, kapitalizmin Rus toplumunda yarattığı bireyci, yıkıcı Avrupa kültürüne karşı kamucu, paylaşmacı bir tepki olarak ortaya çıktı. Daha genel anlamda doğu toplumlarının bu toplumcu, paylaşmacı, bireyciliğe yabancı, bireyin değil halkın, ulusun mutluluğunu esas alan ortak kültürü, Türk aydınının Batı liberalizmine karşı doğucu bir tepki olan Rus halkçılarından etkilenmelerinin başlıca nedenlerinden biridir. Siyasi-fikri yazılarından ve hikayelerinden anlaşıldığı gibi, Ömer Seyfettin’in halkçılık ve ulusalcılık konusunda derin duyarlılığında, fikirlerindeki sıçramalar ve onların olgunlaşmasında yaşam çizgisinin, deneyimlerinin ve güçlü gözlemciliğinin önemli bir rolü vardır. Diğer halkçılara göre Narodnizimden daha derin etkilenmesinde de aynı şey sözkonusudur. Ömer Seyfettin, 1884 yılında Gönen’de doğdu. Sert karakterli bir asker olan Ömer Şevki Bey’le Fatma Hanım’ın ikisi küçük yaşlarda ölen dört çocuğundan biridir. Öğrenimine Gönen’de mahalle mektebinde başlar. Babasının görev tayini dolayısıyla Gönen’den ayrılar aile İnebolu ve Ayancık’tan sonra İstanbul’a gelir. Bu sırada henüz sekiz yaşında olan Ömer Seyfettin, dedesinin Kacamustafapaşa’daki konağına yerleşildikten sonra, önce Mektebi Osmani’ye, ardından 1893’te Askeri Baytar Rüştiyesi’ne kaydedilir. Bu okulu 1896’da tamamlayarak Edirne Askeri İdadisi’ne devam eder. 1900’de idadiyi bitirerek İstanbul’a döner. Burada Mektebi Harbiyei Şahane’ye başlar. 1903 yılında Makedonya’nın karışması üzerine “Sınıfı müstacele” denilen bir hakla sınavsız mezun olur. Piyade asteğmeni rütbesiyle, merkezi Selanik’te bulunan Üçüncü Ordu’nun İzmir Redif Tümeni’ne bağlı Kuşadası Redif Taburu’na tayin edilir. 1906’da İzmir Jandarma Okulu’na öğretmen olarak atanır. Bu, Ömer Seyfettin için önemli bir olaydır. Çünkü bu vesileyle İzmir’deki fikri ve edebi faaliyetleri izleyecek ve bunlar içerisinde yer alan gençlerle tanışacaktır. Nitekim bu yıllarda Batı kültürünü tanıyan Baha Tevfik’ten Fransızca bilgisini artırmak için ve edebiyata yönelme konusunda teşvik görür. Türkçü Mehmet Necip’ten ise, sade Türkçe ve ulusal bir dille yapılan ulusal edebiyat, yani “Dilde Türkçülük” konusunda önemli fikirler alır. O yıllarda İzmir’deki Ömer Seyfettin’in de aralarına katıldığı, Baha Tevfik, Mehmet Necip, Yakup Kadri, Şehabettin Süleyman gibi kişilerin yer aldığı edebiyatçı çevrede dilde sadeleşme sorununu, felsefi, kültürel bir çok fikri sorun yoğun bir şekilde tartışılıyordu. Bu dönemdeki fikri yazılarında, özellikle Batı’daki felsefi akımlarla ilgili geniş bir birikime sahip Baha Tevfik’in de etkisiyle Batı (Fransız) kültürü ve edebiyatı konusunda geniş bir bilgi ufkuna sahip olduğu görülmektedir. Şöhret-i Ebediye ve İştiha (1908), Tavsiyeler (1907), Okumak (1907) vb adlı makaleleri, J. J. Russo, Voltaire, Diderot, Montaigne, Balzac, Hugo, Goncourt, Lamartin gibi Batı aydınlanma kültürünün önemli kişilerini okuduğunu, kaba ve evrimci de olsa materyalist bir dünya görüşüne ulaştığını göstermektedir.(5) Balkanlarda komitacı peşinde, karakoldan karakola, kışladan kışlaya taşınıp göçerken bir katır sırtında özel olarak yaptırdığı sandıklarda “yanından ayırmaya razı olmadığı bu kitapları arasında romanlar, büyük Fransız düşünürlerinin eserleri, ünlü hikayeci Guy de Maupassant’ın toplu eserleri de bulunuyordu”.(6) Ömer Seyfettin’in fikirlerindeki köklü değişikler 1911 yılına rastlar. Bu değişikliklerde, Ocak 1909’da Selanik Üçüncü Ordu’da Yakorit Sınır Bölüğü’nde görevlendirilmesiyle başlayan yaklaşık iki yıl süren Bulgar ve Sırp komitacılarına karşı yürütülen bastırma harekatında aldığı görev nedeniyle özellikle Bulgar milliyetçileri ve sosyalistleriyle kurduğu ilişkiler önemli rol oynamıştır. Bulgar sosyalistleri Rus halkçılığının takipçisidirler. Bu sırada Balkanlar’da Batılı devletlerinde teşvikiyle Osmanlı’ya karşı ulusalcı hareketler başlamıştır. Balkan uluslarının uyanış ve bağımsızlık hareketlerinin en kızgın çağında, Bulgar çetelerinin en çok faaliyet gösterdikleri yerlerde görev alan ve dolaşan Ömer Seyfettin, onları bu hareketlere götüren düşünceleri ve nedenlerini yakından görmek ve incelemek fırsatını buldu. Bulgar ve Makedonya komitalarının kendi ulusal ülküleri uğruna yaptıkları hareketlerin efsaneleri ve ağızdan ağıza dolaşan hikayeleri, o sırada Rumeli’deki asker ve sivil bütün aydınları olduğu gibi Ömer Seyfettin’i de sarıyor, onun da yolunu ve yönünü bulmasında başlıca itici güç oluyordu. “İrtica Haberi” (1911), “Tuhaf Bir Zulüm” (1913), “Nakarat” (1918), “Hürriyet Bayrakları” (1913), “Bomba” (1911), “Beyaz Lale” (1914) gibi en ünlü hikayelerinin malzemesini veren gözlemlerini, hayatının bu en meşakkatli olduğu kadar en hareketli geçen yıllarında derlemişti. Daha sonra dilde ve düşüncede yeni bir yolun öncülüğünü yaparken ortaya koyduğu temel görüşleri, onda bu yıllarda filizlenmiştir.(7) Bu yıllarda (1909-1910) Fransızca’dan, özellikle ünlü hikayeci Guy de Maupassant’tan çeşitli hikayeler, adı Türkiye’de yeni yeni duyulmaya başlayan Maksim Gorki’den çevirdiği Çocuğun Sefaleti ve şiirleri Bahçe, Kadın, Hüsn ve Şiir dergilerinde yayımlanıyordu. Ancak Balkanlardaki büyük toplumsal sarsıntı onun düşüncelerinde ve siyasi görüşlerinde büyük, fırtınalı değişiklikleri de ateşliyordu. O devrin aydınları Rumeli’yi kaybetmenin artık kaçınılmaz bir akıbet olduğunu acı bir şekilde anlamaya başlamışlardı. Yakorit sınır bölüğündeki karakol hayatı, o günlerin şair Ömer Seyfettin’ine Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu ve milletinin geleceğini düşünmek ve sezmek fırsatlarını bol bol veriyordu. Ama o, bu görünüşten ürkmemiş, umudunu yitirmemiş, bizi en karanlık günlerimizde aydınlığa ulaştıracağını umduğu yolları aramaya girişmişti. Ali Canip (Yöntem), (1887–1967) Bulgar aydınlarıyla, özellikle kendine daha yakın hissettiği Bulgar sosyalistleriyle uzun sohbet etme, tartışma imkanları buluyordu. “Tuhaf Bir Zulüm” adlı hikayesinde bu dönemi şöyle anlatır: “Bulgaristan’ın en sevdiğim yeri Lajina’dır. Geçen sene banyo bahanesiyle yine oradaydım. Arkadaşım, Koştanof namındaki meşhur sosyalistti. Akşamları kasabanın dışına beraber gezmeye çıkıyor, Kurtova dağlarının üzerinde tutuşan bulutları seyrediyorduk. Gecelerimiz çarşı meydanında Dimeto’nun hanında bira içmekle, iskambil oynamakla geçiyordu...”(8) “Tuhaf Bir Zulüm” hikayesi, Bulgar milliyetçilerinin nasıl başarıya ulaştıklarını anlatır. Emekli bir Bulgar diplomatı, “Muhtariyet” günlerinde, Türklerin dini taassuplarından yararlanarak, onları, yurtlarını bırakıp göç etmeye nasıl zorladıklarını, yerlerine Bulgar göçmenlerini yerleştirerek parlamentoda nasıl çoğunluk sağladıklarını anlatıyor. Bulgar diplomatın Türklerde hiçbir siyasi düşünce ve ulusal idealin olamayacağını, kendi deneyimlerine dayanarak anlatması, bu acı gerçeği kendi gözlemleriyle de bilen yazarımızı yine de derinden düşündürüyor. Bu ve benzeri bir çok olay sonucu Türklerin ancak millet olarak var olabileceği, bilincinde hızla netleşmeye, kesinleşmeye başlar. Rumeli’deki Türkler, içiçe yaşadıkları Hıristiyan halktan ne ölçüde geri kaldıklarını, onların ulusal hareketlere girişmeleriyle anlamışlardır. Taassuptan, cehaletten hızla sıyrılarak, yenileşmek ve güçlenmek suretiyle komşularıyla yarışabilecek bir aşamaya ulaşma özlemi hepsini sarmıştı. Ömer Seyfettin’in bu devredeki hikayelerinde, ulusalcılığı bu yeni ve yakıcı anlamıyla idrak edişte, geç kalmış olmamızın acılı karamsarlığı, zaman zaman kendimize sert bir eleştiri, zaman zaman bir savunma direnişi, bir kurtuluş özleminin tedirginliği açıkça duyulur.(9) Yine daha sonraki yıllarda yazdığı, Balkan trajedisini işleyen “Bayaz Lale”, “Bomba” gibi hikayeleri, yazarın ulusal bilincini bileyen katliamlar, yıkımlar ve sarsıcı tanıklıklarla dolu o döneme ilişkin anı defterine kaydettiği gözlem ve tanıklıklarına dayanarak oluşturmuştur. Öte yandan bu birikim, sonraki yıllarda onun yazarlığına belli bir düzen verecek, yeni bir düşünce yapısının, yeni bir anlayış ve dünya görüşünün mayalanmasını sağlayacaktır. Ömer Seyfettin’in, yaşam ve ruh evrimini bütün ayrıntılarıyla, tam bir doğrulukla kaydettiği anı defterindeki malzemelerden yararlanarak yazdığı “Nakarat” adlı hikayesinde anlattığı olay, yaşanan çarpıcı gerçekleri kavrama ve yarattığı bilinç sıçraması açısından öğreticidir. Hikayede, eşkıya takibine, silah ve haber toplamakla görevli bir subay, kaldığı bir Bulgar köyünde, eski bir evin penceresinden bakarken bir Bulgar kızını görür. Büyük bir karamsarlık ve bezginlik içinde bulunurken, birden canlanır. Kendisine işaretler eden ve tatlı bir sesle türküler söyleyen bu kız, onu, tatlı aşk hülyalarına daldırır. Kızın söylediği Bulgarca bir türkünün nakaratı olan “Naş, naş-çarigrad naş!”, ona bir aşk bestesi gibi gelmektedir. Manastır’a hareket emrini alınca, ev sahibi ihtiyar Bulgar köylüsünden bu nakaratın anlamını öğrenir: “Bizim olacak, bizim olacak; İstanbul bizim olacak!”. Bunu duyan subayın kalbi yırtılır gibi acır, büyük bir buhran geçirir ve hastalanır... Artık Ömer Seyfettin, İttihat ve Terakki saflarındadır, onun Türkçü kanadındadır; bütün devrimciler gibi doğal olarak aynı saflarda mücadele etmektedir. 1911’de askerlikten ayrılıp Selanik’te Ziya Gökalp ve Ali Canip’le Genç kalemleri çıkarmaya başladığında ne yapacağının, fikri ve deneysel birikimini ne için kullanacağının bilincindedir. Ziya Gökalp’le tanışması, onun, Türk milliyetçiliğinin ve halkçılığın ilkeleri ve izleyeceği yol konusunda düşüncelerini daha da netleştirmiş, sistemleştirmesine yardımcı olmuştur; İttihat ve Terakki ile ilişkisini sağlayarak örgütlü bir mücadele içine girmesini sağlamıştır. İkinci Meşrutiyet’e kadar Türkçenin bağımsızlığı davası “avam”a yönelik bir “halkçılık” ilkesiyle yürütülmüştür. M. Emin Yurdakul, bunun ilk öncülerindendir. Yani “halka yüce fikirler, değerler vermek, herhangi bir konuda bilgilendirmek için, ona kendi diliyle hitap edilmelidir” anlayışı rehber alınmıştır. Bu düşünce İkinci Meşrutiyet’ten sonraki yıllarında yükselerek devam etmekle birlikte, aynı zaman diliminde başlayıp milliyet esasına dayanan bir başka Türkçecilik kolu daha vardır. Yusuf Akçura ve Türkçü arkadaşlarının 1908’de kurduğu Türk Derneği de, programında, Türk dünyasının bütünleştirilmesi için Osmanlı Türkçesinin geliştirilmesi gayret ve çabasını vurguluyordu. Bu hedeflerde Yeni Lisan hareketi de Türk Derneği çizgisindedir; dil anlayışını milliyet esasına oturtmuştur.(10) Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin’in dildeki devrimci girişiminin ulusal bir çerçeveyle bütünleşmesini ve bunun zorunluluğunu şöyle belirtiyor: “Onyedi-onsekiz yıldan beri Türk milletinin sosyolojisini ve psikolojisini incelemek için yalnız bir vesilenin çıkmasına ihtiyaç vardı. İşte Genç Kalemler’de Ömer Seyfettin’in başlatmış olduğu fikir mücadelesi bu vesileyle hazırlandı. Fakat ben dil meselesini kafi görmeyerek Türkçülüğü bütün mefkureleriyle, bütün programıyla ortaya atmak gerektiğini düşündüm. Bütün bu fikirleri ihtiva eden Turan şiirini yazarak Genç Kalemler’de yayımladım. Bu şiir tam zamanında çıkmıştı. Çünkü Osmanlıcılıktan da İslam Birliği fikrinden de memleket için tehlikeler doğacağını gören genç ruhlar kurtarıcı bir mefkure arıyorlardı. Turan şiiri bu mefkurenin ilk kıvılcımı idi.”(11) Ulusal bir dil ve edebiyat konusunu kafasında iyice olgunlaştıran Ömer Seyfettin’in Yeni Lisan hareketindeki öncülüğü, arkadaşı Ali Canip’e bu konudaki şu önerisiyle başlar: “... Edebiyattan nefret ettiğimi ve bu nefretin iğrenç, tiksindirici bir nefret olduğunu yazmıştım. Bu nefretim edebiyata olmaktan çok diledir [yani, Osmanlıcaya]. Bizim dilimiz –her zaman düşündüğümüz gibi- berbat, perişan, fenne, mantığa muhalif bir dildir. (...) Bu dili zaman ve bilinçli bir çalışma tasfiye eder. Ben işte edebiyattan vazgeçtikten sonra araştıracağım fenlere, bilimlere çalışırken bu tasfiyeye yardım edeceğim. “...” ve “...” gibi, aydınlığa, hakikate muhtaç Türkleri Asya’nın karanlıklarına götürmeye çalışmayacağım. (...) Bunu yalnız başaramam. Geliniz Canip Bey, edebiyatta, dilde bir ihtilal vücuda getirelim.”(12) Edebiyattan nefretin asıl nedeni, yönsüz ve amaçsız bir çabalayışla, halka ve millete yönelmeyen bir dille, yeni ve güçlü bir sanat hareketine girişilemeyeceğine inanmasından geliyordu. Ömer Seyfettin edebiyatta, “dilde bir ihtilal” derken, aynı zamanda yeni bir aydın tipinin de tanımını yapıyordu: Kendi halkının, Türk milletinin dilini konuşur, onun diliyle yazarken, dil üzerinden taşınan maddi ve manevi kültürün yaratılmasında da her türlü taklitçiliğe, aşırmacılığı karşı çıkan, kendi halkından, ülke gerçeklerinden beslenmeyi esas alan, bunu ülkü edinen bir aydın. Bu tavrını bütün hikayelerinde sürdürmüş ve derinleştirmiştir. 11 Nisan 1911’de Genç Kalemler’de yayımlanan bir manifesto (bildiri) niteliğindeki Yani Lisan makalesinin ana fikrini bu ilke oluşturuyordu: “[Tevfik] Fikret’le Cenap [Şahabettin] cidden güzel, fakat son derece milliyetimize, hissimize, zevkimize muhalif Fransızca şiirler vücuda getirmişler. Faik Ali ikinci bir Abdulhak Hamit olmaya çabalamış. Halit Ziya [Uşaklıgil] Fransız romanlarını, özellikle Rene Maizeroy’u okuyarak sayfa sayfa nakle başlamış, hasılı hiç biri esaslı ve önemli bir yenilik gösterememiştir, yalnız çalmışlar, çalmışlar, çalmışlar, eserlerinin isimlerini bile Fransızca’dan aynen aşırmışlardır. (...) Şimdi yeni bir hayata, bir uyanış devresine giren Türklere yeni doğal bir dil, kendi dilleri gereklidir. Milli bir edebiyat vücuda getirmek için önce milli bir dil ister. (...) “Lafza tapmayalım, eserlerimiz yaldızlı mukavvadan bir heykel olmasın, fikre, duyguya önem verelim. Yazılarımız sade, beyaz, muhteşem, yoğun, ebediyete aday, mermerden abideler olsun. (...) Uyanınız, galebe için düşmanlarımızı tanımak lazımdır ve biliniz ki, bu asırda muharebeyi ordular yaparsa da muzafferiyeti asla kazanamaz. Muzafferiyet intizam ve ilerlemenindir. (...) İlerleme ise, bilimin, fennin, edebiyatın hepimizin arasında yayılmasına bağlıdır. Ve bunları yaymak için önce gerekli olan milli ve genel bir dildir. (...) Zevk ve şehvet, riya ve kişisel çıkarlara layık olan o süslü dili, eski dili, beş asırlık bir mantıksızlığın, bir tuhaflığın doğurduğu dünkülerin dilini terkedelim.”(13) Evet, dilde, edebiyatta ve sanatta bir devrim gerekiyordu: “Edebiyat, sanat, bir zümre için, birkaç kişinin marazi keyfi için değildir. Sanat, bütün bir milletindir! Onun konuştuğu, kitaplardan öğrenmeden bildiği tabii dille anlatılmalıdır.”(14) Yazar bu halkçı, milli edebiyat anlayışını, bazı yönleriyle, aşağıda değineceğimiz Efruz Bey tipiyle canlandırdığı kozmopolit, Tanzimatçı, taklitçi, içi boş kendini beğenmiş, ciddi hiçbir şey üretmeyen aydın tipine karşı yarattığı, herşeyin bir nedenini araştıran, sorgulayan, aklını kullanan halk filozofu Cabi Efendi tipiyle canlandırmıştır. Bu örnek, halktan çıkmış, ondan kopmamış, akıllı, olgun, dilinde ve hareketlerindeki tarihten ve halk kaynağından gelen “yerli ve milli özellikler”iyle Yunus Emrelerin devamı “arif adam” karakteriyle, aslında yazarın olgunluk yıllarındaki sanata bakışını ve halkçılığını bize anlatmaktadır. Yine, bir Anadolu efsanesinden yararlanarak yazdığı, yoksul bir köylü Yürük Hoca’nın, borçlandırdığı köylülerin topraklarına zorla el koyan ağa tarafından öldürülmesiyle kimsesiz kalan kızının, bu haksızlığa, zulme başkaldırarak dağa çıkmasını anlatan Yalnız Efe romanı, Anadolu halk edebiyatının seçkin örneklerinden biridir. (1) Ömer Seyfettin konusunda kapsamlı bir inceleme olarak bkz. Tahir Alangu, Ömer Seyfettin: Bir Ülkücü yazarın Romanı, May Yayınları, İstanbul, 1968. (2) Bu konuda bkz. Arda Odabaşı, “Dilde devrimcilik: Genç Kalemler ve Yeni Lisan hareketi”, Teori, Ekim 2003, sayı. 165. (3) Niyezi Berkes, Türk Düşününde Batı Sorunu, Bilgi Yayınevi, 1984 Ankara, s. 229-233. (4) (Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri 4, Harem, Bilgi Yayınevi, 1998, Ankara. (5) Bkz. Ömer Seyfettin: Bütün eserleri, Makaleler 1, Dergah Yayınları, İstanbul. (6) Tahir Alangu, age, s.116 (M. Nermi Bey’le Konuşmalar. (7) Tahir Alangu, age, s. 117. (8) Bütün Eserler 10, Beyaz Lale, Bilgi Yayınevi. (9) Tahir Alangu, age, s. 109-145. (10) Doç. Dr. Nazım H. Polat, Külliyatına Girmemiş Yazılarıyla Ömer Seyfettin, Arma Yayınları, 1998, s. 36-37. (11) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (1923), Varlık Yayınevi, Ankara, 1977, s.14. (12) Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin 1884-1920, s. 11’den aktaran N. H. Polat, age, s. 41-42. (13) “Yeni Lisan”, Bütün Eserleri, Makaleler 1, Dergah Yayınları. (14) Bütün Eserleri, Harem, s.118 (Fon Sadriştayn’ın Oğlu hikayesi). Mehmet UlusoyÖMER SEYFETTİN KOZMOPOLİT EDEBİYATA KARŞIYDI
JÖNTÜRKLER ve DİLDE HALKÇILIK
NARODNİZMİN ETKİSİNİN NEDENİ
ÖMER SEYFETTİN'İN FİKRİ OLUŞUM YILLARI
ÖMER SEYFETTİN ve BALKAN DENEYİMİ
'YENİ LİSAN HAREKETİ' HALKÇILIK ve TÜRKÇÜLÜK
Dipnotlar
Gerçekedebiyat.com