Burjuvazi bankacılık ve banka yayınevleri...
2001 Yılının şubat ayında Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Sayın Bülent Ecevit arasında yaşanan tartışma ülkemizde gitgide derinleşmekte olan ekonomik krizin en önemli sıçrama noktası oldu. O güne kadar ülkemizdeki ekonomik kriz, kötü yönetim, başarısız siyaset, iç borç sarmalı, rekabet gücü olmayan sanayi gibi sayısız nedene dayandırılırken, o gün ortaya bambaşka bir gerçek daha çıkıyordu. Türkiye’deki bankalar görev zararı adı verilen korumacı yöntemlerle olağanüstü büyük yüklerin altına girmişler, bunun yanı sıra bankaların içini boşaltan nepotist yöneticilerin inhisarında birer kara delik gibi ülkede yeşeren her türlü zenginliği yutar olmuşlardı. Dolayısıyla, sayısız yönetsel boşluk nedeniyle yoksulluk, enflasyon, ağır vergiler, ekonomik kriz batağında kıvranan ülkemizdeki en temel sorunun bozuk bankacılık sistemi, bankaların içinin boşaltılması, görev zararı adı altında dağıtılan siyasi ulufeler olduğu tescil edilmiş ve uluslararası para kuruluşlarının önderliğinde öncelikle bankaların ıslahının yapılmadığı taktirde ülkemizde ekonominin asla rayına oturtulamayacağı gerçeği teslim edilmişti. Bugün sayısız felaketler içinde trajediden trajediye savrulan ülkemiz, bir yıla yakın süredir öncelikle bankacılık sistemini uluslararası, saygın, güvenilir normlara oturtmaya çabalamakta, bunun için varını yoğunu ortaya koymaktadır. Aynı esnada ülkenin en büyük, en “saygın” bankaları yayıncılık sektöründe atak üstüne atak yapmakta, giderek edebiyat dünyasının tamamına hükmedecek şekilde ilgi alanlarını genişletmeye çalışmaktadırlar. Bu ne anlama gelmektedir? Herhangi bir saygın Batı ülkesi bankası yayıncılık yapar mı? Yazar transfer eder mi? Edebiyat dergisi yayınlar mı? Şairleri, yazarları maaşa bağlar mı? Tüm bunlar ne anlama gelmelidir? Kapitalist sistemin mabedi sayılan bankalar kendi sistemlerinin ruhuna ve mantığına ihanet ettiklerinde daha sonra kimi, hangi ilkelere davet edebileceklerdir? Bu tür suallerin başkaları tarafından sorulmasını yıllarca içi kan ağlayarak beklemiş bir yazarım. Uzun süre bu konuda söz almamaya çalıştım. Çünkü kuruldukları günden itibaren karşı olduğum ve tavır koyduğum banka yayınevleri giderek tüm aydın çevresini yörüngelerine alır ve parasal imkanlara boğarken çıkardığım çatlak ses dolayısıyla zaten lanetlenmiştim. Dışlanmam ve fesat, kıskanç, art niyetli bir “hain” olarak yaftalanmam için söz konusu bankaların çekim alanında olanak bulabilmiş “aydın” (?!) tayfası gerekli hamleleri diplomatça yapabilmişti. Sonuçta öyle güçlü bir sistem kurmuşlardı ki, dışarıdan bakıldığında bir tek benim gibi üç beş uyumsuz, güzelliklerin yeşermesine izin vermeyen asalak, sırf kötülük olsun diye buna karşı çıkıyordu. Tüm bu örüntüyü hayata geçirenlere karşı saygıdeğer bir sesin yükselmesini umutla bekleyip durdum. Lakin bunun olamayacağını gördüğüm şu lahza bu konuya utanç duyarak el atmaya karar verdim. Konuyu her sıradan okurun rahatlıkla yapabileceği basit gözlemlere ve herkesin kulağına gelen duyumlara dayandırarak açıklamaya çalışacağım. Kanıtlanmamış iddialar ve çılgın dolarize rakamlardan söz etmekten özellikle kaçınacağım. Çünkü bunlar bir oranda dedikodudan ibarettir ve bunları kanıtlamanın en uzağındaki kişi herhalde benimdir. Bugün ülkenin en büyük yayınevleri bankaların yan kuruluşlarıdır. Söz konusu yayınevleri kültürel ortamın kendi dinamikleriyle ve kimyasıyla gelişmesine izin vermeyen tekelci koşullar oluşturmakta, rekabetin önüne set çekmekte ve edebi alanda manipülasyon yapmaktadırlar. Bu yayınevleri her ay yüz milyarlarca liralık reklam bütçeleri oluşturmakta, kar-zarar hesabına gerek duymaksızın her türlü kitap basımını sonradan görmelere mahsus, taşkın bir üslupla yapmaktadırlar. Sözgelimi sadece üç beş yüz kişinin ilgisini çekecek özgün bir kitap için olası satış bedellerinin on katı meblağda reklam vermekten kaçınmamaktadırlar. Söz konusu yayınevleri, son derecede gelişmiş makina parkları, sonsuz likidite olanakları ve piyasanın dengesini bozan ücretlerle devreye girmekte ve hiçbir başarı şansı olmayan yazarları pervasızca basmakta, bu da yetmiyormuş gibi bu yazarların “pr”ını yapmak için özel, lüks dergiler çıkarmakta, yazınsal anlamda paranın gücüne dayalı olarak muhkem bir iktidar kurmaya çabalamakta ve buna karşı çıkan yazarları sahip olduğu güçle sistemin dışına atmaya çalışmaktadırlar. Bu da yetmiyormuş gibi, bir reklam veren olarak devreye girip, yoksulluk ve sefalet içinde saygınlığını korumaya çalışan edebiyat dergilerini reddedemeyecekleri paralarla ehlileştirerek, yazarlarının ve “fason” kitaplarının hakkında düzmece intibaı veren kritikleri, methiyeleri yayınlatmaktadırlar. Bunların hepsi de –en başta kendilerinin sahip çıkması gereken– en basit kapitalist ilkelere bile aykırıdır. Haksız rekabettir. Tekelciliktir. Sistem dışı “nepotist” anlayışın ta kendisidir. Olaylar bu kadarla kalmamaktadır. Söz konusu yayınevleri eleştirmen ve kritik yazarlarının eserlerini basmaya özel bir önem vermektedirler. Böylelikle kendilerine yönelecek tenkidleri yörüngelerine aldıkları kalemşörler vasıtasıyla sindirmeyi hedeflemektedirler. Yazık ki bu tuzağa düşmeyi reddedecek pek az sayıda adanmış aydınımız geriye bize kalmıştır. Banka yayınevlerinin kültüre ve sanata verdiği zararlar saymakla bitmez. Yazarlık onuruna aykırı satış kampanyaları, kredi kartı bonuslarına karşılık verilen kitaplar, yılbaşı armağanı olarak “mudi”lere dağıtılan depolarda tıkanmış abuk “şaheserler”, bir sosyete sporu olarak basılan snobist çalışmalar... Bu hamlelerin her biri utanç vericidir. Ancak ülkemizin bugün içine düştüğü dekadans sonucunda kabul görebilecek, keder verici, aydın haysiyetinin fersahlarca uzağında davranışlardır. Bankaların tekelci bir anlayışla devreye girip, adanmış kültür insanları için “çılgınca” gelecek rakamlarla piyasayı istila etmesi sonucunda bugün pek çok yayınevi kapanma noktasına gelmiştir. Gerçek görevi muhalefet olan edebiyat, avangard bir sanat olmaktan çıkıp divan edebiyatının kötü örneklerinde olduğu gibi egemenlere yağ çekerek imtiyaz edinmenin bir aracı haline getirilmiştir. Bu, keder vericidir. Bir ülke böyle bir anlayış sonucunda batar. Tüm bu keder verici gelişmelere karşın eğlendirici, güldürücü, karnavalesk şeyler de olmuyor değildir. Çok sayıdaki absürd olay arasından bir iki karakteristik örnek verelim: Mesela serveti düzdükten sonra bir saygın romancı olarak tebarüz etmek isteyen banka yöneticilerinin kitapları çıkmakta bunlar için çılgın parasal rakamları bulan reklam kampanyaları yapılmakta, eş-dost, akraba-yı taallukatın saçma sapan eserleri büyük bir yazar kaşfedilmişçesine sunulmaktadır. Bunların hepsi de pek eğlenceli, gülünç, tarihe geçecek komedilerdir. Daha da gülüncü, saygın görünümlü kritik yazarlarının bunları birer başyapıt olarak değerlendirdiği yazılar, takas usulüne göre basında yer aldığında ortaya çıkmaktadır. Bundan çok daha gülünç bir karikatür daha vardır ki ona dünyanın hiçbir ülkesindeki hiçbir edebiyatçı ya da kültür insanının inanması mümkün değildir. Şöyle ki bu işlerin başını çeken bazı kişiler ellerinde kitap yayınlamak için trilyonlarca lira olanak varken ve her ay kendilerininkiler de dahil olmak üzere onlarca kitap yayınlarlarken, “avangard”, muhalif bir aydın görünümü vermek adına bazı kitaplarını “marjinal”(!) yayınevlerinde çıkarmaktadırlar. Bunun karşılığında ne verdiklerini bilmek olanaklı değil. Ama sadece marka kullandıklarını, geriye kalan her türlü yatırımı kendilerinin yaptığını anlamak için kâhin olmaya gerek yoktur. Bundan daha gülünç bir olay dünyanın neresinde olabilir? Kuşkusuz ülkemiz, kültürümüz ve insanlığın iyiliği için yapmaya çabaladığımız bu tenkidleri başka türlü anlayacak ve çarpıtmaya çalışacak insanlar olacaktır. Bunlar, münhasıran bu işin kaymağını yiyen insanlar arasından olacaktır. Bizi servet düşmanlığıyla, ortodoks sol anlayışa sahip olmakla suçlayanlar olacaktır. Kimisi de edebi alandaki kıskançlıklarımızın bizi bu yola ittiğini iddia edecektir. Bu hususta bizi muaheze etmek isteyenlere öncelikle şunu belirtmek isteriz: Biz varsıllığa ve gelişmeye karşı değiliz. Büyük sermayenin kültür alanına girmesine ise hiç karşı değiliz. Hatta bunun onurlu insanlar ellerinde büyük hizmetlere dönüşebileceğini bilmekteyiz. Fakat bugün yapılan, yayıncılığı gelişkin ve karlı bir sektör olarak gören sermayedarların bu alana yatırım yapması değildir. Bugün, kapitalizmin ve piyasa ekonomisinin bile mantığına ve her türlü ilkesine karşı gelen nepotist bir iş yapılmakta ve bankaların geniş finansman olanakları sofistike bir şekilde istismar (?) edilmektedir. Ayrıca sermayenin yayıncılığa girmesi en doğal hakkıyken ve bu çok yararlı olacakken, yaptığı işin doğası gereği bankacıların bu işe girmesi sistem dışı bir davranıştır. Bankaların yayıncılık yapması kapitalist ekonomi içinde sadece suç değildir, aynı zamanda sistemi dinamitleyen bir girişimdir. Bankaların görevi edebiyat yayıncılığı yapmak, bunun için tekeller kurmak ve yazarları maaşa bağlamak değil, küçük birer işletme olan yayınevlerine yaşayabilmeleri için kredi açmaktır. Bugün acılar içinde ifade ediyorum ki dünya medeniyeti ülkemize “tur bindirmekte” dir. Kapitalizmin doruk noktasına ulaşan, piyasa ekonomisinin, noe-liberalizmin nimetlerini –zayıf ve çaresiz türdeşlerini vandalca ezerek de olsa- büyük bir başarıyla içselleştiren Batı burjuva sınıfı, bu sistemin tıkandığı noktaları görmüş ve yeni arayışlara girmiştir. Çok daha gelişkin, insanlık için çok daha yararlı, tekamül etmiş bir ekonomik nizama doğru yol alınacağı ve pek çok şeyin değişeceği çok açık olarak görülmektedir. Ne acıdır ki, ülkemiz dünyanın bugün terk etmeye hazırlandığı ekonomik nizama bile geçememiş, tarih öncesi bir dinozor görünümünde kalmış, giderek ekonomik problematikler içinde kendi kendini helak etmeye başlamıştır. Bu hazin durum, Tanzimat’tan bu yana olduğu gibi, ruhunu satmakta tereddüt etmeyen aydınımızın olduğu kadar, bir türlü saygıdeğer sınıfsal özelliklerine erişemeyen sefil burjuvazimizin de eseridir. Gerçek bir burjuva sınıfı asla böyle davranmaz. Bankacılıkta edinemediği saygınlığı edebiyat ve kültürü kullanarak sağlamaya çalışmaz. Çünkü bilirler ki bankacılık güven meselesidir. Güveni kaybettiğin anda her şeyini kaybedersin. Ama bu güven, kuru gürültüyle, lafazanlıkla, uyanıklıkla, kurnazlıkla, imaj tacirliğiyle kazanılamaz. Varlıklı, güvenilir ve ciddi olmak tek yoldur. Tufeylilerle aynı sofraya oturan bir burjuva asla sistemini kaim kılamaz. Burjuva sınıfının yetiştirdiği çok büyük yazarlara baktığımızda ise bambaşka görüntülerle karşılaşırız. Mesela Wittgenstein’in babasından kendisine kalan büyük sanayi imparatorluğunu dağıttığını bilmekteyiz... Görülmektedir ki, ülkemizdeki burjuva sınıfı, hoşuna giden hastaneyi, pastaneyi, oteli, moteli satın almakla yetinmemekte, şirketlerinde iş vereceği elemanları yetiştirmek için kendi adına üniversiteler açmakta, bizatihi eşi, dostu, aile fertlerini, akrabayı taallukatı yazar ve sanatçı ilan eylemek üzere kültürel bir iktidar kurmaya çalışmakta, bunun için parayı esirgememektedir. Bu denli laubali bir burjuva sınıfı dünyanın hangi ülkesinde ayakta kalabilir? Normal bir ülkede burjuva sınıfı ülkenin sahibi gibi davranmayı bilir. Kendi iktidarı sağlam temellere ve saygınlık kriterlerine göre ayakta ise zaten hastanesi, pastanesi, üniversitesi, yayınevi, hepsi kendisinindir. Ona düşen, ilgili olduğu alandaki işini en iyi şekilde yapmaktır. Sistemin mantığı böyle çalışır. İnsanlığın katettiği sosyolojik basamaklar arasında en önemli merhalelerden biridir gerçek bir burjuva sınıfını yaratmak ve onun adabına uygun davranmak. Bunu kendi varsıllığı, birikimi, kültürü, estetik yetkinliği, erdemlerinde yaratamayan burjuva sınıfı, başka alanlarda aramaya kalkarsa önce kendi sınıfını inkâr etmiş olur. O vakit, birileri gelir ona gerçek sınıfının neresi olduğunu gösterir. Nitekim dünya burjuva sınıfı, tekamül etmemekte direnen Türkiyeli türdeşlerine gerekli uyarıyı kibar sayılamayacak bir tonda yapmıştır geçtiğimiz yıl. Bu kafada giderlerse maaş dağıttıkları yazarlar kadar bile paraları olamayacağını açıkça yüzlerine vurmuştur. Kültürel açıdan acıklı bir durumda olan yerel burjuva sınıfımız bunu bile anlamakta yetersiz kalmaktadır. (Öteki-siz dergisi, N: 16. Yıl 2002) (Not: Aradan 21 sene geçmiş “Şark Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!”) Hikmet Temel AkarsuEĞLENDİRİCİ GÜLDÜRÜCÜ OLAYLAR
Gerçekedebiyat.com