yalan-haydar-uzunyayla-ge-252024131500.jpg


Efsaneye göre Yalan ve Gerçek bir gün buluşurlar ve aralarında şöyle bir konuşma geçer:

Yalan: “Bugün hava çok güzel… Yürüyelim mi?...”

“Evet, gün gerçekten çok güzel… Yürüyelim,” der gerçek ve günün önemli kısmını birlikte yürüdükten sonra bir kuyunun başına kadar gelirler. Kuyunun başında yalan bu defa da:

“Su da çok güzel,” der. “Banyo yapalım mı?...”

“Evet, çok güzel” der gerçek suya dokunarak ve birlikte suya girerler, yüzmeye başlarlar… Ama bir süre sonra yalan, bir anda sudan çıkarak gerçeğin giysilerini alır, giyinir ve gözden kaybolur. Gerçek öfkelenir… Giysilerini almak için kuyudan çıkar, yalanı bulmaya koyulur ama bulamaz… Onu orada burada çıplak halde görenler ise ayıplarlar, aşağılarlar, hakaret ederler… Bu duruma daha fazla dayanamayan gerçek, sonunda kuyuya geri döner ve sonsuza kadar ortadan kaybolur.

Yukarıda ana çizgileriyle aktardığım efsanenin bize bıraktığı hüzünlü sonuç şudur: Yalan, hayatın her alanında gerçeği aldatıp kaçırtarak saltanatını sürdürmektedir ve insanlık uzun bir süre daha onun büyüleyici tuzaklarına tutsak şekilde yaşamaya devam edecektir.

Peki ama neden böyle?

Çünkü dün olduğu gibi bugün de kültürel yapılanmamızın büyük bölümünü yalanlar üzerinde kuruyoruz ve buna ihtiyaç duyuyoruz…. Kendimizi anlamlandırmayı, saygı ve itibar görmeyi, güç ve otorite, yönetme ve hükmetmeyi yalanlar üzerinden gerçekleştiriyoruz…

İnsan, canlı türleri içinde yalana dayalı sistemler geliştiren ve onu yaşamının parçası haline getiren tek türdür ve yalana inanmak da sadece insana özgüdür…  Sözgelimi hayvanlarda yalanı yaşamın parçası haline getiren davranışları gözlemleyemezsiniz.

Onların davranışı yaşam boyu kuşaktan kuşağa içgüdüsel olarak aktarılır ve bu davranış biçimi değişmez…

Ama insan inanmak, çevreyi ve kendisini şekillendirmek, değiştirmek, hayal kurmak, yıkmak veya her defasında yeniden yapmak, yıkmak çabası içindedir…

Gelecek kaygısı taşıyan, yarının nasıl olacağını, nasıl olması gerekeceğini hesaplayan hesapçı türdür ve bu özellik de yalanı onun vazgeçilmezi yapmıştır…

Daha vahimi yalan üzerinden huzur bulacağına şartlandırır kendini….  Yalansız bir yaşamı anlamsız, eksik, mutsuz sayar…

 Endişeden kurtulmak, uyumsuzluk yaşamamak için onu çok zaman bir sığınak, bir liman olarak görür ve bu şekilde yaşama giydirilen uydurmaları ve sanrıları, inanç kümelerini ve politik unsurları, kurguları, kutsallık atfedilerek tutsaklığın kaynağı haline getirilen devlet ve özel mülkiyeti, aidiyet ve ırkları, cennet ve cehennem benzeri oluşumları gerçekmiş gibi algılayarak kendini bağımlı hale getirir… Sorunlarını gerçek sandığı yalanın içinde çözebileceği gafletine kapılarak zamanını ve uygarlığını heba ettirir…

Böylesine sahte bir gelişme ise şu sonuca neden olur: Birey gerçeğe karşı ilgisizleşir ve her yalanda, her yalan oluşumda biraz daha yıkıma, biraz daha uyumsuzluğa veya yabancılaşmaya itilir…

Her gün biraz daha lanetli girdaplara sürüklenir ve bu karanlık oluşumlar genel olarak politikacılar, diktatörler, geleneksel yapılar,  devletler ve inanç sistemleri tarafından yaygınlaştırılarak yaşamın olmazsa olmazı haline getirilir…

YAPMAMIZ GEREKEN

Yapmamız gereken şey gayet açıktır: Hiçbir karanlık oluşum, insanın üstesinden gelemeyeceği kadar ağır ve çözümsüz değildir…

Kurtuluş, bireyi yalan oluşumların dışına çıkarmakla, yalanın gücünü borçlu olduğu söz, düşünce, davranış ve yanılgıları kavramakla başlar…

Başka bir ifadeyle yalanın düzen ve düzenekleri açığa çıkarılmalı. Ancak bu şekilde anlamlı ve derinlikli bir yaşamı inşa edilebiliriz…  

Haydar Uzunyayla
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler