Son Dakika

haydar-uzunyayla-yeni-kap-18102024094237.jpg


Adalet, suç ve ceza kavramları hakkındaki bilgilerimiz, genel olarak mahkemeler, birkaç tanıdık yasa maddesi ile devleti ve “yüce değerleri” korumayı başköşeye oturtmuş algılardan ibarettir… 

En azından yaşadığımız coğrafyada durum böyledir ve çok zaman buralarda adaleti, güvensizliği ve hayal kırıklığını derinleştiren uygulamalar içinde görebiliyoruz… 

Sözgelimi, komşusunun toprağını gasp edip üzerine ev inşa eden iki hırsız düşünelim. Aynı işi yapan iki hırsız… İkisi de hırsızlık yapmıştır ama biri ilgili mahkeme tarafından ceza almışken, diğeri ceza dışı bırakılmıştır ve insanın uygarlık tarihinde pek çok örnekte karşılaştığımız gibi burada da adalet, “kendi hırsızını korumak” dürtüsü üzerinden karar vermiş, suçluyu ödüllendirmiştir. Birine ceza, diğerine ödül… Birinde öç duygusu üzerinden hareket etmiştir, diğerinde kendisine benzeyen olduğu için ödül ve taltif yoluna gitmiştir ve bu yakıcı örnek bize, adaletin kendi hırsızını korumaya yönelik olarak güdülendiğini, eşitlik ilkesini zehirlediğini kanıtlamaktadır. Suçlulardan birine affedici olurken, diğerini ayrıştırmış, yalnızlaştırmış ve ona mezarlık yolunu göstermiştir. 

İzninizle parantez açarak şunu belirtmeliyim ki mezarlıkların da tek görevi vardır: Çürütmek… Hiçbir mezarın şimdiye kadar hayata ve canlılığa kalkan olduğu görülmemiştir ve bundan dolayı yaşamı mezara feda eden herhangi bir yasa hükmüne “masum gereklilik” gözüyle bakılamaz. Yasalar genel olarak tedbir, güvenlik, caydırıcılık ve benzeri görevler için konulur ama bu işlevlerinin yanında aynı zamanda insanı insana yabancılaştıran, özgürlüğü, güzelliği ve canlılığı pörsüten güç merkezlerinin zincirleri olma görevini de üstlenirler ve bu işlevleriyle de geçmişteki efendi-köle ilişkilerinin şekil değiştirmiş yeni türevlerinden başka bir şey değildirler. Geçmişte efendiye sadakat istenilirdi… 

Bugün de aynı şekilde hem yasaya hem güç koruyucuya sadakat istenilir… Böylece yöneten-yönetilen, güçlü-güçsüz arasındaki ayrıştırma meşrulaştırılır. 

Gerekçe ise genel olarak şudur: “Herkes eşit değildir, dolayısıyla adaletin dağılımı da eşit değildir,” denilir. Ama bu söylemin sahibi ben ve benim gibiler değildir. Bunu bana söyleten kendim değilim. Ben sadece istenilenlere uyan, onları yaşamımın yörüngesi haline getiren bir zavallıyım… 

Efendiyi yüceltip kendimi aşağılayan, doğruyu kavrayamayan, kendimi başsız görmeye dayanamayan, ancak zincirlendiğimde yaşamıma anlam katabilen biriyim ben. Kendi başıma yol yürümekten acizim. 

Belki de sıradan biri olmak en büyük arzumdur… Sanrım kendimi keşfedemediğim sürece sıradan biri olarak kalmaya da devam edeceğim, çünkü sorun esas olarak bende düğümlenmiş durumda. Kendimi yenileyecek iyiyi, güzeli ve iradeyi oluşturamıyorum bir türlü… 

Oysa yaşamın tarzı yaratmak ve aşmak üzerine kurulmuştur. 

NASIL BİR ADALET

İnsanın en zayıf yanlarından biri, kendini efendiler veya yasaların gücüyle koruma altına almayı istemesidir… Bu gerçeklik aslında ilerleyemediğimizin kanıtıdır. 

Ancak bu zehrin panzehiri doğada olduğu gibi, insan uygarlıklarında da sormak, istemek ve yeniyi oluşturmakla hayat bulur. Nasıl bir adalet sorusuna vereceğimiz her cevap, bize en iyi adaleti bulmaya köprü olacaktır. Öncelikle adalet kavramını sadece suç ve ceza olarak anlaşılmaktan çıkarmak gerekiyor. İhtiras, güç, öç ve kinden, şaşlıktan ve körlükten uzak, bakmasını bilen bir adalete ihtiyaç vardır. 

Niyetlerin maskelerle gizlenmediği, geçmişin izlerinden arınmış, alan değil veren, ayrıştıran değil birleştiren, utanmazlığı değil utanmayı öğreten, kendi ışığında parlayan, şarkısıyla uyku ve rahatlık veren, simge ve sembollere, kurgu ve inançlara hizmet etmeyen ve bir bütün olarak hayatı ve canlılığı, herkesi, her bireyi yurt kabul edip, evrensel olana yönelen bir adalet kavramı gerekiyor. 

Konuyu bir soruyla bitirelim: Sen sana benzemeyene adil olabiliyor musun? Kimden yanasın? Cellattan mı haklı olandan mı? 

Haydar Uzunyayla 

Gercekedebiyat.com

 

 

 

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler