Sokaktaki kalabalık
Aralık ayının başlangıcı ve soğuk bir Ankara sabahı… Sert bir ayaz var… Günün ilk ışıklarıyla birlikte sokağa çıkıyorum. Ötede beride, metro girişinde, otobüs duraklarında insanlar, işe gidenler, gelenler; öğrenciler, yaşlılar-gençler, düzinelerce insan vızır vızır oraya buraya koşturuyor. Kimi öfkeli, kimi cesur, kimi kaygılı, çoğunun başı önde, karmaşık bir varoluşun ihtiyaçları ve ilişkileri üzerinden güne başlama telaşı içindeler. İlk bakışta izlenimim şu oluyor: Bu insanların hemen hemen hiçbiri diğerine benzemiyor… Ancak biraz sonra yanıldığımı fark ediyorum. Aralarına karışıp yüz ifadelerine, davranışlarına baktığımda benzer olduklarını anlamam zor olmuyor… Öyle ki aynı refleksleri, aynı düşünceleri, aynı kulluğu üretebilecek kadar benzeşiyorlardı. Hiçbirinde sıcak bir ifade görünmüyordu. Belirsizlik, bezginlik ortaktı… Tatsız tutsuz soğuk bakışlar ve dışarıdan kurgulanmış bir hayattın içine, irade ve istekleri dışında katıldıkları her hallerinden belliydi. Bu davranış ve yaşam biçimi tesadüf değildir aslında. Aynı düşünce, aynı bilinç, aynı kültürü edinmek ve otomatikleşmiş yaşam formları oluşturmak tesadüf değildir. Günümüzde en basit ilişkiyi bile denetleyen, harekete geçiren “üstün performanslı!” güçler vardır ve bizler çoğunlukla bizi güdülendiren bu gücün farkında değiliz. Perdenin arkasından, algılarımızı ve tutkularımızı, doğru ve yanlışlarımızı şekillendiren bir kukla oynatıcısı her an tepemizde ve birer zayıf halka olan bizi oradan oraya çevirip duruyor… Çalışma alanlarımızı düzenliyor, zamanı belirliyor, duygularımızı, düşüncelerimizi denetliyor, bizi kendimiz dışında başka birine dönüştürebiliyor. Evcilleştiriyor, sürüleştiriyor… Etkinlik ve beğenilerimizi ışıltılı vitrinlere, reklam panolarına sıkıştırabiliyor… Nasıl ve ne yapmamız gerektiğine karar veriyor, daha çok tüketime teşvik ediyor, eşitsizliği artırıyor, medya, bilim, siyaset, din, ırk ve ahlaki sitemleri satın alabiliyor; kaos çıkarabiliyor ve bunları bize hayatın akışına uygun normal şeyler olarak öğretiyor… Onun öğretilerine göre hapishaneler normal, tapınçhaneler, okullar normal; yok etmek, buharlaştırmak, açlık ve yoksulluk, kıyım ve katliamlar, doğayı nefes alamaz hale getirmek vs. normal… Meşin top ve benzerleri peşinde koşturup aptallaştırmak normal… Tarih yapmak, tarih yazmak normal… (Yeri gelmişken size akla yatkın bir savı söylemeliyim: Tarihi zalimler yapar, cüceler yazar...) Hukukumuz, ilişkilerimiz, geleneklerimiz değişmiyor ve bunları normal karşılamamız isteniyor…(Bu durumda normal olan anormaldir aslında.) ZAYIF İRADEYİ KUKLACI ÇARPAR İnsan zihni, uzun süre dışarıdan gelen bilgi ve algılara maruz kaldığında kendi olmaktan uzaklaşır… Üstten aşağı doğru salınan her yapılandırma, her yönlendirme, zihni zedeler ve silikleştirir. Bu da çeşitli zararlı sonuçlara neden olur. Önce problem çözme yeteneği azalır… Bihaber, kendini tümüyle üzerindeki güce kaptırır, yalnız başına etkinlik gösteremez hale gelir… Düşünme aktivitesi, hız ve hareket, kavrama yetisi zayıflar ve son aşamada biat ya da uysallık geliştirir… Kısacası ‘kafa yorma’ sürecinden uzaklaştırılarak ormanın içine atılır… Başka bir açıklamayla, kukla oynatıcısının ağırlığını yüklenmiş bir beyin ağır çalıştığından dolayı, bağımlı bir düşünce modeli bırakır geriye… Oynatıcının istediği şekilde düşünür, yürür, spor yapar, yer içer; onun güzellik veya çirkinlik algısıyla beğenmeye başlar. Çünkü robotlaşmıştır artık… Bu saatten sonra bilinçli çabaya gerek duymaz. Tıpkı robot bir savaşçı gibi komut ve talimatlarla hipnotize edilerek, ezberi ve tekrarı kusursuzca uygular. Yapacağı işin yanlışlığı ya da doğruluğu üzerinde düşünmeyecek kadar yoksunlaşır ve bu da robotlaşmanın başka bir ilginç özelliğidir… Zayıf iradeyi kuklacı çarpar… Eğer, “galiba ben ömrüm boyunca birilerine oyuncu oldum,” demek istemiyorsak, geçmişi, dünü, bugünü ve şimdiyi öldürmemiz gerekiyor… Özgür irade, özgür düşünce… Özgür irade, seçimlerimizi özgürce yapmak anlamına gelir. Bu aynı zamanda kendi özerkliğimizdir ve kazanmak zorundayız. Haydar Uzunyayla
Gerçekedebiyat.com