Mizah dostu bir içtenlikli yalın kalem: Adil İzci
Unutmam olası mı: Bir Cuma sabahı, saat henüz yedi - yedi otuz sularıydı… Hayırdır? Bu saatte kolay kolay telefon gelmez? Kötü bir haber olmasın da? Hayır, kötü bir haber falan yoktu. Kimse o, hemen söze girdi: “Satlık araba konusunda aradım…” “Anlamadım? Ne satlık arabası?” “Basbayaa satlık araba… İlanlarda okudum. … değil mi?” “Evet numara doğru… ama… arabam yok ki benim satlık olsun?” “Yani satlık arabanız yok, öyle mi?” “Yok efendim!” “Allah Alah! Peki…” Daha ahizeyi yerine koymadan biri daha aradı: “Efendim, bilgi alacaktım. Sorması ayıp değilse, neden satıyorsunuz acaba?” “Bi dakika… Neyi neden satıyorum?” “Arabanızı…” “Yok, yani arabam yok benim…” “Ama gazetede ilanı var, tam önümde numaranız?” “Az önce de biri aradı. Ben de anlamadım nedir…” “… değil mi numaranız?” “Evet, doğru ama arabam yok benim…” “Cık cık cık… Peki…” Haydi, durdurabilirsen durdur furyayı: “Gazetede satlık araba ilanınızı gördüm de ondan ara…” “İnanın ben de anlayamadım, arabam falan yok benim.” “…” “İlanda bir dizgi hatası falan olmalı. Yoksa…” “Yaa?” “Evet…” “Yani oto galeri(si) değil mi orası?” “Değil, burası bir okulun yatakhanesi…” “Yani siz galerici değil misiniz?” “Değilim, öğretmenim ben…” “Ne öğretmeni?” Yok, dilimi yuttum. “Ölünün körü öğretmeni… Sana ne be adam!” sözlerini telefonu kapattıktan sonra kendi kendime söyledim. Fakaaat, arayanların sonu gelecek gibi değildi ki! İlk dersime on dakika ya var ya yoktu, fırladım lojmandan. Yoklama yaparken kısaca hal hatır sorar(d)ım. Öğrencilerim de bilmukabele bana sorarlar(dı). Bu kez “İyiyim!” demem yetmedi, “Eee, daha daha nasılsınız?” diye üsteledi arkalardan, birinin takma adı -soyadından esinle!-“Köfte” olan iki öğrencim. Benzim mi soluk acaba? Halsiz, yorgun mu görünüyorum? O zaman daha derli toplu, daha sevecen olmaları gerekmez mi? Tek onlar değil, bütün sınıf bir tuhaf bugün. Sözü uzatmayayım, belli oldu ki o duyuru, sabah sabah o telefon furyası, “Köfte” (YÖ) ile yanındaki KG, nin marifeti, daha doğrusu, 1 Nisan sürpriziydi. Piyasadan bir gıdım anlasalar bari: Öngördükleri bedele göre, hayali arabam kelepir kere kelepir! Sudan bile ucuz! Bedava! Bunca yoğun ilginin nedeni de bu zaten! Nitekim o gün eve döndüğüm ikindi vaktinden ta Salı gecesi on – on bire kadar kimler kimler aramadı ki! Baktım böyle olmayacak, kestirmeden “Sattım!” diyordum, bitmiyordu sorgu ama: “Neden sattın?” “…” “Vuruk falan mı vardı?” “Vuruk mu? Ne demek vuruk?” “Yani hasar… Bir kaza maza yaptın mı abey? Takla makla attığın oldu muydu?” “Yok canım… Ne takla attım, ne makla…” “Ne renkti?” Ne yapayım, uyduruyorum: “Beyaz…” “Kilometresi?” “Sayacına bakmaz mıydın abey?” “Yok, bakmak aklıma gelmezdi.” “Peki neden sattın?” “Yenisini alacağım da…” “Hadi, hayırlı uğurlu olsun! Rabbim kazadan beladan esirgesin cemi cümlemizi!” Bu furya arasında kibar mı kibar bir adama güya sözü uzatmamayım diye, “Haylaz öğrencilerimin 1 Nisan sürprizi!” demek gafletinde bulundum. Vay efendim, sen misin öyle diyen! Birdenbire ne esti gürledi adamcağız! Aklına nereden geldi bu kadar söz bilemem: “Öğrencilerini bundan sonra iyi terbiye edin!” “Estağfurullah… Terbiye edilecek neleri var ki?” “Bir de müdafaa mı ediyorsunuz yaptıkları sululuğu?” “Ne sululuğu beyefendi, altı üstü 1 Nisan diyerek…” “Yarınlarımızı biz bunlara mı emanet edeceğiz efendim?” “Hem size ne beyefendi? Ben rahatsız olmadıktan sonra?” “Hah, tamam, imam cemaat meselesi… Yüz vermeye devam edin veletlerinize siz!” Kimileriyle kırk yıldır ahbaptım sanki: “Abem, ben… Kütahya’dan (yoksa Adapazar’dan mıydı?) arıyom…” “Buyurun?” “Arabana talibim…” “Sattım ama…” “Yapma be abem!” “Dedim ya, sattım!” “Demek sattın ha?” Elâlemin hayal kırıklığını mı onaracağım bir de: “Evet! Sattım!” “Niye sattın be abem? Yani bi mahsuru yoksa…” “Bir kere “mahsur’u değil o, ‘mahzur’u… O ayrı, o ayrı…” “Bırak onu. Niye sattın dediydim…” “Keyfimin kâhyası mısın sen? Canım istedi, sattım gitti!” “Tüh be! Pekiii, sen ordan ucuz ucuz toplasan da bizim Kütahya’ya (ya da Adapazar’a) yollasan… Kârı yüzde elli yüzde elli pay ederik?” “Ne diyorsun sen ya?” “Abem niye kapattın telefonu? Bak diyom ki ortaklık edek. Yüzde kırka da razıyım ben…” “Yahu git allasen… Deli misin nesin?” “Senin gül hatırına otuz da olur…” “!” * Nerelerdedir, ne yaparlar acaba “Köfte” ile “Metin – Ali – Feyyaz hayranı BJK’li o öğrencim? Zaman zaman bir neden olur da anımsarlar mı acaba bu günlerimi alan haylazlıklarını? (Adil İzci – 1 Nisan - Örtmenim! – Sıcak Nal yayınları) Adil İzci bir edebiyat ustası, emekli edebiyat öğretmeni… Haylaz öğrencilerinin ‘1 Nisan’da yaptıkları “eşek şakasına” bile gülüp geçen, öğretmenlik anılarını öykü lezzetiyle kaleme aldığı “Örtmenim!” kitabında yer verecek kadar yüce gönüllü bir şair-yazar… 2021’de ‘Canım Ada’ öykü kitabıyla kazandığı, 1. Oktay Akbal Edebiyat Ödülü’nün seçici kurulu, ödül gerekçesinde şöyle demiş: “Adil İzci, ‘Canım Ada’ adlı kitabında Heybeliada’daki doğal yaşama ve adalılara ilişkin gözlem ve izlenimlerini, geçmişle de bağlantı kurarak öyküleştirmekteki ustalığı, dile gösterdiği özen, yalın ve içtenlikli anlatımı nedeniyle ödüle değer bulunmuştur.” ‘Dile özen göstererek yalın ve içtenlikli anlatım’ denince; Oktay Akbal’la Adil İzci isimlerini benden önce bir araya getirmiş seçici kurul… “Yalın ve içtenlikli” bir yaşamın taptaze çiçeklenmesi için de tüm renkleri kutsar bu edebiyat ustalarımız, fakat ayrışmakla renk bulan “karalarla” kavgalıdırlar… Aynı tümcede anılmaktan, benim gibi sevinç duyacağını bildiğim Adil İzci, ustalarından saydığı Oktay Akbal’ın 29 ocak 1984’te Cumhuriyet’te yazdığı “Zorbalar Nükteyi Sevmez” yazısına da biliyorum imza atacaktır: “Ölçünüz şu olsun: kim ki zeka parıltısından yoksun sözler söylüyor, onda iş yoktur. İki kere iki dört eder gibi bir şey bu. Nükteden hoşlanmayan, nükte yapmayan, kendisi için yapılan nükteye kızan politikacılardan korkun. Böyleleri mizaha da düşmandır, karikatüre de düşmandır. Daha muhalefetteyken belli olur bu çeşit kimseler. Bence şaşmaz ölçülerden biri de bu. Nükteden korkmayan nükteden hoşlanan bir politikacı gördünüzmü, ona güvenin. İnanın ki o hiçbir zaman çatık kaşlı olamaz, başımıza bir zorba kesilemez. Nükteyi seven yaşamayı da sever, insanları da sever. Böylelerinden tehlike gelmez. Gelse gelse iyilik gelir, dostluk gelir.” İyilik gelen, dostluk gelen Adil İzci’ye selam… Mustafa Bilgin
Gerçekedebiyat.com