Merhamet üzerine
Düşünceleri ortaya çıkarmanın en iyi yollarından biri tartışmaktır. Bu yol daha çok bilgi, daha çok ufuk, daha çok soru demektir… Geçenlerde yeni şeyler öğrenmeye meraklı bir arkadaşıma konuk olmuştum. Yemek masasının başında fırından yeni çıkmış kekikli palamut eşliğinde coşkuyla konuşuyorduk. Konuşmamızın konusu, “Merhamet etmek veya merhamete ihanetle karşılık veren birkaç ‘dostun’ davranışları,” üzerineydi ve arkadaşım tam bu anda: -Ne yazık ki merhamet, bir hırsızın, bir art niyetlinin en çok kötüye kullandığı iyilik oldu ve bu kirli miras kuşaktan kuşağa aktarılıyor… Bu iyi değil, dedi ve kısa bir nefesten sonra, çengel burnunun üzerine düşmüş numaralı gözlüğünü düzelterek bezgin bir sesle devam etti: -İnsan genel olarak ihanet etmeye eğilimli bir varlıktır. Zarar vermeyi, acı çektirmeyi kasıtlı eylem haline getirebiliyor. -Nasıl, diye sordum şaşkınlıkla. -Yıllarca iyi niyet, sevgi gösterdim ama karşılığında kötülük aldım ve bu bana acı verdi. O kadar acı verdi ki merhametime merhametsizlikle karşılık veren dosttan gelen bu ihanet, bir yumak gibi boğazımda duruyor hala ve saflığımın neden olduğu bu özelliğimden dolayı şu anda kendimi büyük bir budala gibi hissediyorum. Doğrusu arkadaşımın söylediği şu son cümleyi paylaştığımı belirtmek zorundayım. Çünkü hayatımda acı çekmeme neden olan duygularımdan biri merhametim olmuştur ve ben de bu “budala takımından” biriyim sanırım. -Ama hayat böyle, diyerek devam etti… Hayatın kötü niyetli, riyakar insanlara da ihtiyacı vardır. Yoksa döngü tamamlanmaz. - Peki böyle olunca merhametsiz olmak mı gerekiyor? -Hayır, dedi. Merhamet yüce bir duygudur ve bu duyguyu yitirmemek gerekiyor. Alçak yürekler yüceliği taşıyamaz. Alçak bir yürek her koşulda alçaktır. Alçaklık ve ihanet iç içe geçince, toplumda çürümüşlük olağan hale gelir ve bunca yıllık ömrümde tanık oldum ki en merhametsiz olanlar en karanlık, en haydut olanlardır ve bu güruhu ilk günden tanıyamıyoruz. Ancak bataklığın içine çekildiğimizde ya da ısırıldığımızda fark ediyoruz ama geç olmuştur artık. Yine tanık olduğum ve gördüğüm olaylar dizgesinde bir şey daha dikkatimi çekti: Deneyimlediğim kadarıyla kötü bir düşman, sinsi bir dosttan daha güvenlidir, çünkü düşmanın niyeti berraktır ama bir dostun dostluğunun yönünü kestirmek zordur… Arkadaşım konuşmaya susamış gibiydi. Sanki içini dökmek için uzun süredir beni bekliyordu. Sandalyesinden geriye doğru kaykılarak, şairane bir üslupla: - Yazgım beni aşsız, aşısız kuru bir güruha denk getirdi, dedi. Canım acıyor… Şimdi bana küçümseyerek bakıyorlar… Burun kıvırıyorlar… Mırıldanarak laf atıyorlar ve yüzleri kızarmıyor. - Ama biz insanız… İnsana ait hiçbir şey şaşırtmıyor beni artık, dedim. -Evet, diyerek onayladı ama arkasından elindeki su bardağını hızla masaya bıraktı. Bu o kadar sert bir darbe oldu ki tabaklar, bardaklar sallandı… Uğradığı ihanetin gel-gitleri arasında sinirli, kederli, öfkeli biri olmuştu ve bu ifadeyi esmer yüzünde, uzamış bıyıklarının sivrilen tellerinde görmek olasıydı. Sesi de oldukça yüksek çıkmaya başladı… Evde çocuklarla birlikte toplam beş kişiydik ve sadece onun sesi masadan salonun orta yerine, duvarlara kadar yankı yapıyordu. -Gerçekten bunlar iyi şeyler değil, dedi yeniden. Birilerinin ortaya çıkıp kirlenen elleri yıkaması gerekir. Öteye beriye bulaşan pas temizlenmeli artık… Utanma, acıma, sevgi duymak öne geçmeli, her yürekte yer etmeli… Hayatımıza yalan ve ikiyüzlülük üzerinden anlam bulmamalı… Kuytularda değil, açık arazide görünür olacağız ve çocukları hırsızlardan, onların uydurma eğitim ve öğretilerinden uzak tutmalıyız. Öfkesi daha da yükselmişti ve yaygın bir kanı olarak öfkenin doğası gereği yanlış olduğu, hem sahibine hem çevresine zarar verdiği sanılır. Ama bu her zaman böyle değildir… Böyle olmadığının en iyi örneği onun sözleri ve savlarıdır… Onunkisi hayatı baskılayan egemen yapıya, yanlış ve bozuk kişiliklere karşı bir öfkeydi. İfade ettiği şeyler gerçekti. Sağlam, anlaşılabilir, katıksız ve yalın bir tepkiydi ve haklı olanla birleşiyordu. Tıpkı konuşmasının sonunda söylediği aşağıdaki sözleri gibi doğruları yansıtıyordu ve bizler temel gerçekleri dile getiren kimi öfkeleri zararlı sayabilecek genellemelerden kaçınmak zorundayız. Ve arkadaşım son olarak, suçluyu cezalandırabilecek bütün kanıtları elde etmiş bir dedektif edasıyla: -Şimdi beni iyi dinle, dedi. Şimdi en önemli cümlemi söyleyeceğim: En başta, ilk iş olarak ahlakı eğiteceğiz. Eğitilmeyen ahlak, pis kokular yayar… Başka bir ifadeyle yenilenmeyen, eğitilmeyen her ahlaki sistem sürekli olarak çürümüş kokular yayar ve önünden her geçtiğimizde burnumuzu tutmak zorunda kalabiliriz. Bundan dolayı yaşamı huzursuz eden kapalı her kirli kapı açılmalıdır. Haydar Uzunyayla
Gercekedebiyat.com