Son Dakika

koyden-amcam-gelmis-245421.webp


Kapıyı açıp da karşımda bulunca şaşkınlıktan donakaldım bir an; sonra toparlanıp sarıldım. Ne denli coşkuyla karşıladıysam da yüzüne yerleşmiş, bakışından yansıyan mahcubiyeti ve öfkeyle karışık acıyı silememiştim. Köyü bırakıp komşu köye göçeli, daha doğrusu kaçalı yirmiyi aşkın yıl geçmişti. Henüz on sekizini bile doldurmamış, amcamın deyimiyle “fişşek gibi” bir “anarşist” idim. Ben lisede, o tıp fakültesinde okurken sert tartışmalarımız olurdu ama onun şakalarıyla sonlanırdı. Köylüleri yansılayarak bana “anarşik” diye seslenir, “devrim ne zaman?” diye takılır, bunu alaycı gülüşü izlerdi. Uzak, büyük ve güçlü bir köyün desteklediği bir “silahlı çete” köyümüzün üstüne çullandığında desteklemiş “hadi canınız kurtuldu” diyerek kızdırmıştı beni. Yine de özellikle gençleri hedef alan büyük kırım başladığında üzülen, kaçmamı öneren ve sağlayan, geniş çevresi, etkili bağlantıları bulunan amcam olmuştu. Silahlı çete çekildikten sonra, köyümüze sıkça gider oldum, onlar da bana gelir oldular. Bu gelişlerin birinde “artık sürgün sayılmazsın, dünya kocaman tek bir köy oldu, devrimi, mevrimi de unut” diye takılmıştı. “İşimiz kolaylaştı desene, artık tek devrim yeter” diyerek taşı gediğine koyduğumu sanmıştım. Ne dese beğenirsiniz? “İki yüzyıl öncenin vahşi kapitalizmine dönmeye başladığımıza göre, tarih tekerrür ederse, siz iki yüzyıl sonra devrim yaparsınız, belki!” Ardından gevrek kahkahasını koyuvermişti yine. Çay içerken yüzüme uzun uzun baktı. “Ya, yeğenim, amcan da senin gibi sürgün artık! Kaçak da diyebilirsin” deyip sustu. Gözünü kahve fincanına dikti, düşünceye daldı. Sorsalar, köyünü terk edecek son adam diyeceğim amcam, temelli bana taşınmıştı anlaşılan. Sürülmüş müydü yoksa? Silahlı çetenin köyü rehin almasından itibaren köyde gizli deli sayısının her yıl katlanarak çoğaldığı söyleniyordu. Babamın öldüğü yıl, deliler, yine o uzak, varsıl ve güçlü köyün desteğiyle bir “zırdeli”nin öncülüğünde köye egemen olmuşlardı. Amcam durumu en soğukkanlı karşılayan kişiydi. “Vız gelir tırıs gider,” demişti. “Ben deli doktoruyum oğlum, deliyim de biraz.” Kahkahalarla gülmüştü. İzleyen yıllarda köyde işlerin çığırından iyice çıktığını duyuyordum. Amcam yine hiçbir şeye aldırış etmiyordu. Oldum olası siyasi ve toplumsal sorunlara ilgisiz gibiydi, bireysel, daha doğusu ruhsal sorunlara kafa patlatırdı. Bu nedenle çok tartışmışlığımız vardı. Sen nedenlerle değil, sonuçlarla uğraşıyorsun, dediğimde, sen uğraştın da ne oldu, ortada işte, diye yapıştırıyordu yanıtı. “E, amca, dilimizde ‘delidir ne yapsa yeridir’ diye bir söz var; bir de ‘taç giyen baş uslanır’ diye bir diğeri. Ama bu, zırdeli galiba; uslanmaz yani…” Şaşırmış gibi baktı yüzüme. “Ne delisi be? Adam pek akıllı olmasa da zeki ve çok kurnaz, üstelik akıl hocaları var.” Kısa bir süre sustu. “Bak ne anlatacağım, belki de biliyorsundur” dedi; “zamanın birinde memleketin en büyük tımarhanesinden on iki deli kaçmış. Gece gündüz yapılan aramalarda bir ize rastlanmayınca cin fikirli bir doktor birkaç görevliyi toplayıp ‘arkama sıralanın, trencilik oynayacağız’ demiş, onları arkasına takıp düdük çalarak yola koyulmuş. O cadde senin, bu sokak benim kentte birkaç saat dolanmışlar. Tren uzadıkça uzamış, döndüklerinde arkalarında yüzlerce ‘vagon’ varmış. Kent halkı, aralarında bunca deli barındırdıklarına şaşakalmış.” “Tabii, deli deliyi sever, derler” diye atıldım. “Yanılıyorsun” dedi, “bir kere, ‘deli deliyi görünce çomağını saklarmış’ derler. Hadi fıkradakiler deli, sözünü ettiğim köylüleri görsen düpedüz aptal dersin Tabii kimse akılsız değil, hatta kimse kimsenin aklını kolay beğenmez. Aptallık düşünememektir bence. Delilerle aptalların bu yanı ve birçok davranışı birbirine benzer. Bizimkilere aptalın delisi veya delinin aptalı da denebilir. Bir ortak yanları da çoğunun cahil ve yoksul olması. Hem yoksul oldukları için cahil ve aptaldılar, hem de saf ve dürüst oldukları için bunca yoksuldular. Tam yumurta-tavuk hikâyesi bir kısır döngü. Oysa zengin olan, daha sonra zenginleşen ne cahiller ne ahlaksızlar var köyde! Zenginleştikçe diğer köylüler yoksullaşıyor ama nedenini çözemiyorlardı. Koşulların çıldırttıkları dışında, delilerin çoğu, özellikle “zekâ fıttırığı” olanları zararsızdır, bazıları iyileşebilir, onları bir araya getirmek de çok güçtür. Aptallığınsa tedavisi yok, aptallar kolayca sürü durumuna getirilebilir, psikolojileri de sürü gibidir, başarılı bir çoban rahatlıkla güder, dilediği yere götürür, dilediklerini kurbanlık olarak satar. O senin zırdeli dediğin uyanık, akıl hocaları ve ekibi ortamı çok iyi çözümleyip değerlendirdiler. Köy halkının yıllardır aptallaştırıldığını bilmek güç değildi, buna oynadılar ve kazandılar. İlk seçimi kazanmaları fıkradaki gibi, köyde gizli aptal-delilerin ne denli çok arttığını açığa çıkardı. Bir şey daha: Her köyde olduğu gibi bizim köyde de “özel” bir kesim vardı. Bu kesim çıkarcı, yalancı, fırıldak, her renge girebilen, dönek, yalaka, kraldan fazla kralcı kişilerden oluşuyordu. İyi koku alır, batan gemiyi terk eden fareler gibi güç yitireni bırakıp güçlenene hızla yamanan bir kesimdi, güç dengesini belirledikleri bile olurdu. Tabii bunlar da hemen yeni muhtarın çevresinde konumlandılar, kötü paranın iyi parayı kovması gibi yerleşiverdiler. Akıl ve/ya ruh dengesi bozuk bu aptal-delilerin, basit kurnazlık, kendini başkası sanmak ve öyle sunmak, kendini ve başkasını kandırmak, “mış gibi yapmak” olan bir ortak özelliği bulunduğunu zamanla anladım. Bunun yanında delilere özgü dengesiz söz ve eylemler, tutarsızlıklar, çelişkiler, yalan, uydurma ve inkârlar da diğer ortak yanlarıydı. “Akıllıymış gibi” yapıyor, kendileri gibi olmayanları deli sayıyorlardı. Her konuda “bilirmiş gibi” görüş belirtiyor, eğitimi, uzmanlığı ne olursa olsun aynı görüşte olmayanları “bilgisiz, cahil hatta yalancı” diye yaftalıyor, suçluyorlardı. Zaten delilerle dâhilerin kesişme noktası, dâhilerin onların deli olduğunu bilmesi, delilerinse dâhileri deli olarak algılaması…” Derin bir soluk aldı, sözünü sürdürdü: Gelelim senin “zırdeli” ve ekibine… İşte bu durumu çok iyi kullanmasını bilecek denli uyanık ve kurnazlar. Öncelikle, “deliliğe övgü”yü ana söylem edindiler. Sadece deliliği değil, cahilliği, aptallığı ve yoksulluğu adeta kutsadılar, laf edeni elit ilan ettiler, halkı küçümsemekle, aşağılamakla suçladılar, geniş bir kesimin dışlanmışlık, eziklik duygularını övünce dönüştürdüler; onlara özgüven kazandırdılar…Bu da mı yanlış? Yıllardır köyün elitleri halka tepeden bakmıyor muydu? “Kesinlikle öyle. Ama bunlar yerlerini sağlamlaştırınca onları geçtiler ya neyse…”  Kaldığı yerden sürdürdü: Her konuda, her alanda herkesten çok “mış gibi” konuşup “mış gibi” yaptılar. Muhtar, “mış” gibi yaptıkça, köyün şeyhi, meclisi, kadısı, imamı, öğretmeni, bekçisi, tellalı… “mış gibi yapma” yarışına girdiler. Yalanda, tutarsızlıkta, dedikleriyle yaptıklarının uyumsuzluğunda, bugün ak dediğine yarın kara demede, çelişkili söylem ve eylemde delileri geçtiler ve hayranlıklarını daha çok kazandılar. Aptal-delilerin “balık hafızalı” yani çok unutkan olduklarını iyi biliyorlardı… “Arşiv unutmaz, söz uçar yazı kalır” diye bir şey var…” diye sözünü kestim. O da sözümü kesti, “var da diğer bir özelliği aptalların, asla okumamaları… Öyle dedi, bunu bildikleri için bol keseden yalan vaatlerde bulundular, bir öncekini unutturmak için daha büyüğünü, daha büyüğünü koro halinde söylediler, yinelemelerle neredeyse kendileri bile inandılar. Estirdikleri yalan rüzgârı hızlandıkça da karşıtlarını yalancılıkla daha çok ve daha sık suçlar oldular. Öyle bir duruma gelindi ki, deliler “akıllıymış gibi”, akıllılar da “deliymiş gibi” yapar oldular; sapla saman iyice karıştı. “E, Perşembe’nin gelişi gibi belliydi böyle olacağı. Sen delirenlere bakmaktan delirtenleri görmedin veya görüp de alkışladın” diye sitem ettim. “Doğru, ama niye? Hani, bilirsin, şarapçının önüne üç kadeh şarap koyup en kötüsünü seçmesini istemişler. Birinden bir yudum içip tükürmüş ve bu, demiş. Diğerlerini tatmadığını söylediklerinde, gerek yok, bundan daha kötüsü olmaz, demiş. Onun gibi, eski bekçi alikıran baş kesen silahlı bir zorbaydı; değiştirdiler, alkışladım; kadı adaletsiz, şeyh vicdansız, öğretmen bilgisiz, imam cahil, tellal dedikoducu idi; değiştirdiler, alkışladım. İnsan şarap gibi değilmiş; beterin beteri, kötünün kötüsü olur, gelen gideni aratabilirmiş meğer.” “İşte bu doğru, amca…” “Muhtar ve adamları, hepsinden kat kat tutarsızlıklar, çelişkiler sergilediler; hepsinden çok yalan söylediler, uydurdular, karşıtlarına iftiralar attılar. Ters tepen veya kötü sonuçlanan söylem ve eylemlerinde inkâr edermiş gibi, geri adım atarmış gibi, özeleştiri yaparmış gibi davrandılar. Öyle olunca aptal-delilerin gözünde iyice “bizden biri” oldular; desteklendiler. Desteğin verdiği “deli cesaretiyle”, o güne değin ciddi ve mantıklı kabul edilerek söylenen veya yapılan ne varsa, tersini söyleyip yapmaya başladılar. En önemlisi, delilere akıllı, akıllılara ise deli demeleri ve onlara öyleymişler gibi davranmalarıydı. Artık daha büyük yalanlar ortaya atıyor, karşıtlarını yalan söylemekle itham ediyorlardı. Bir taşla çok kuş vurdular böylece; Toplumu, biri kendilerine “delice” bağlı, iki düşman parçaya böldüler. Karşıtlarını delirtip, kimilerini yandaşlarına kattılar, kimilerini tımarhanelere tıktılar. Bu arada kurunun yanında yaş da yanıyor, en aklı başında karşıtlar bile deli damgası yiyordu. “Ben deli değilim” çığlıklarını çok az kişi duyuyor, deliler gülüyor, diğer “akıllılar” ise, deli damgası yer, tımarhaneye atılırız korkusuyla susuyorlardı. Sonuçta, silahlı çetenin delirttiklerine birkaç kat deli katmayı başardılar. Bu arada deli tedavi etmeyi önce gereksiz, sonraları suç, yakın yıllarda neredeyse vatan 55 hainliği saydılar. Yasaklamadılar, zira deli saydıkları akıllıları zorla tedavi ettirerek delirtmeye çalışacaklardı. Ben, deliliği başta yapıp onları desteklemeseydim sonradan delirebilirdim. Gelişmeler bende şok etkisi yaptı galiba, beni kendime, aklımı başıma getirdi. “Diğer köyler, hele o büyük olanları ne diyor bu işe?” “İlahi, bir de siyasette pişmiş geçinirsin. Ne diyecekler? En başta, herkes kendi çıkarı peşinde. Duruma göre, ‘şunu yapmayın, bunu yapın’lar, timsah gözyaşları, ‘mış gibi” yapmalar’ bol ve de karşılıklı. Senin zırdeliler bu işin ustası. Zayıf köylere posta koymalar, işlerine karışmalar; büyüklere kafa tutmalar, yüksek perdeden atıp tutmalar… Ama tümü de “mış gibi!” Önemli olan köyün delilerini sevindirmek, alkışlarını toplamak. Eh, bu konuda, zırdelinin hakkı zırdeliye…” “Peki, ne olacak bu memleketin hali, amca?” diye ünlü soruyu sordum. Önce gülümsedi, sonra beklemediğim bir ciddiyetle yanıtladı: Kendim üzerinde gözlemlediğim etki yeniden umutlandırdı beni; bu tür toplu cinnet, toplu bir şokla bir anda yok olabilir; geçmişte, başka köylerde gerçekleşmiş örnekleri de az değil. Ayrıca atalarımız “dünya Sultan Süleyman’a kalmadı” demişler. Bir şairimiz “eşkıya dünyaya hükümdar olmaz” derken bir diğeri ise “eşkıya dünyaya hükümdar olur/ ama bir sonu vardır bunun” diye yanıtlıyor.

Bekleyip göreceğiz evlat…

(Yazarın Zamanın Aynasından kitabında yayımlanmıştır.)

 

Ali Günay

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler