Edebiyatın kimi çıkmaz labirentleri: Kairos
Geçtiğimiz yıl okuduğumuz en önemli romanlardan biri hiç kuşkusuz Jenny Erpenbeck tarafından yazılan ve Regaip Mimareci tarafından Türkçe’ye çevrilem Kairos’tu.
Kairos pek çok uluslararası ödüle aday gösterildi ve bunlardan epeycesini de kazandı. Kairos tipik bir Avrupa romanı. Arkaplanında Avrupa’nın - bu romanda Almanya’nın- trajik ve kriminal tarihçesi yer alırken ön planda aykırı, bunalımlı, varoluşçu ve pesimist bir aşk yaşanıyor. Söz konusu aşk sıradışı bir formda ve tarihin kırılma anlarından birinde yaşandığı gibi romancının bunları anlatım tekniği de epeyce girift ve yaratıcı. 19 Yaşındaki, Doğu Almanya’da sıkışıp kalmış, toy ve tecrübesiz Katharina 1986 yılında tesadüfen bir otobüste karşılaştığı ellili yaşları süren Hans’a âşık olur. “Parçalı-bulutlu” (?!) bir ilişki yaşanmaya başladığında Almanya tarihsel bir eşiği atlamanın sancıları içindedir. Gel-gitli, çatışmalı, sorunlu ve buhranlı bu ilişki daha sonra “flash-back”lerle “açılan koliler” üzerinden anlatılır. Bu anlatıda tarihsel referanslar, Almanya’nın kültürel tarihi, sanat algısı, toplumun kaygı ve travmaları, dönemin ruhu vs. yetkin bir entelektüel çerçevede romanın dokusuna yedirilir. Roman, Alman kültürüne ve Avrupa ideolojisine hakim kişiler için önemli bilgiler, duyarlılıklar ve yaklaşımlar sunmakta olan bir yüksek edebiyat eseridir. Zaten romana adını veren Kairos da bilindiği gibi mitolojik bir kahramandır. Zeus’un en küçük oğlu olan Kairos kısaca “en doğru zaman” tanrısı olarak betimlenebilir. Fırsatların ve bir işi yapmanın en doğru zamanını seçmenin tanrısı için Berlin Duvarı’nın yıkılma anı ve iki Almanya’nın birleşmesi sürecinin ne mana ifade edebileceğini varın siz düşünün. Bu denli yüksek referanslara sahip olsa da Jenny Erpenbeck’in KAİROS romanını epeyce zahmetli bir süreç ve sarsılmaz bir sebatla okumayı başardım. Okunması gerçekten de zor bir roman KAİROS. Ama bu zorluk başarısız bir edebi metin olmasından ya da yetersizliğinden kaynaklanmıyor. Bilakis son derecede varsıl; derinlikli duygulara hitap eden bir yüksek edebiyat yapıtı. Zaten 30 kadar yabancı dile çevrilmiş, prestijli ödüller kazanmış. Bu ödüller arasında bizdeki Talat Sait Halman Çeviri Ödülü de var. Tabii ki bizdeki ödül Erpenbeck’e değil çevirmen Regaip Minareci’ye. Erpenbeck iyi bir yazar, Minareci kendini kanıtlamış iyi bir çevirmen, kitabın yayıncısı Can en özenli yayınevlerimizden biri; ama roman anlaşılmıyor; okunamıyor; dikkat yoğunlaşması sağlayamıyor. Hadi bizler Alman kültürüne, Alman edebiyatına, Almanya’daki algılara, Berlin’in iç yaşantısına ve mebzul miktardaki dipnotta sözü edilen referanslara iyi-kötü haiz olduğumuz için romandaki varsıllıkları büyük oranda kavrayabildik. Ama bunları bütünüyle bilmeyen, bilemeyen kişiler için bu romanı okumak son derecede zor. Bu zorluğun nereden neşet ettiği üzerinde düşündüğümüzde şunu görüyoruz: bu romanın Türkçesi hazırlanırken edebiyatın çıkmaz labirentlerinin edebiyatçılara kurduğu tuzaklar etkili olmuş. Nasıl mı? Açıklamaya çalışalım: Roman bir zamanlar iki Almanya’nın birleşmesi ve Demirperde’nin yıkılması dönemine giden süreci anlatıyor. Fakat siyasal motiflerden ziyade çıkmaz sokaklarda kaybolmuş ve tükenmiş bir ilişki üzerinden. Temalar tıpkı bir zamanlar Elveda Lenin, Başkalarının Hayatı gibi filmlerde ilgi ile izlediğimiz insanlık durumlarını ya da Jean Paul Sartre’ın Özgürlüğün Yolları üçlemesinin ilk cildi olan Uyanış’taki pesimizmi hatıra getiriyor. İkisi de birer devrin sonu. Ancak roman Almanya’nın kendi öz ruhsal dünyasına münhasır bin bir çeşit duyusal düzlem üzerinden yürüyor. Üstelik yazar hiçbir taviz vermeden sanki her okur Klasik Alman Felsefesini, şiirini, romanını, Klasik Alman Müziğini, Alman tarihini, Alman travmalarını ve paranoyalarını, melankolik Alman ruhunu hem de Doğu Almanyalılık ruhu üzerinden bilmek zorundaymış gibi kuruyor anlatısını. Ve binlerce gönderme, referans, istiare, telmih ve alegori arasında bir de bildik Alman karanlık melankolisi devreye girince ortalama okurun bu romanı algılaması imkânsız hale geliyor. Buna bir de sanki herkes Berlin’i, Alexanderplatz’ı, Tiergarten’i, Hautbahnhof’u bilmek zorundaymış gibi bir pervasızlık eklenince metin iyice anlaşılmaz bir hal alıyor. Kanaatimce bu tür yüksek edebiyat metinleri ne bu şekilde çevrilir ne de bu şekilde edit edilir ne de bu şekilde yayınlanır. Türkçe edisyon söz konusu olduğunda içim sızlayarak diyebilirim ki: Yazık olmuş gerçekten de ilginç bir tarihsel dönemi anlatan bu özellikli romana... Bu yılın Talat Sait Halman Çeviri Ödülü’nü kazanan Regaip Minareci’ye hiç sözüm yok. Üzerine düşeni ziyadesiyle yapmış. Ama bu roman mot-a-mot çeviriden fazlasına ihtiyaç duyuruyor! Ne tür bir fazlaya?! Örnek vereyim: Bu yılki Talat Sait Halman Çeviri ödülü için benim favorim olan ve seçilmeyen Banu Gürsaler Syvertsen’in Dag Solsdat ve Jon Fosse çevirilerine bakıldığında bu inorganik yapı görülmüyor. Norveç kültürüne epeyce yabancı olduğumuz halde söylenenleri kolayca anlıyoruz ve edebî haz duyabiliyoruz. Çünkü Syvertsen sadece mükemmel Norveççe bilmiyor. Norveçli bir aile mensubu, çevirdiği yazarlarla içli dışlı, çok çalışkan, işlek bir Türkçe’ye sahip ve metnin çıkmaza ve anlaşılmaza gireceği kavşakları çok iyi sezip müdahale etmeyi biliyor. Sözün özü: Yüksek edebiyat yapan edebiyatçıların eserleri “mot-a-mot” çevrilmemelidir. KAIROS – JENNY ERPENBECK Hikmet Temel Akarsu
Çeviren: Regaip Minareci
Roman – 384 Sayfa
Can Yayınları
Gercekedebiyat.com