Adalet ve insan
Öyle sanıyorum ki insanların sözlü ve yazılı dilinde adalet ve onun ayrılmaz parçası olan hak (çoğulu hukuk) en çok kullanılan başat sözcükler arasındadır ve öyle olması olağandır. Çünkü binlerce yıl içinde vicdan, ahlak, dinler, ideolojiler, kuramlar, çeşitli düzenler ve yasalar adaleti sağlamaya yetmemiştir. Yaşamında hak ve adalet arayışı ve kavramlarıyla yolu kesişmeyen insan yok gibidir. Bu konuda yazılı belgeler de büyük kütüphaneler doldurabilir. Benim de en çok kafa yorduğum ve yeterince olmasa da epeyce değindiğim konuların başında çeşitli yönleriyle insan ve onunla bağlantılı konulardır; adalet ve hukuk bunlar arasındadır. Yazıda “Söz Uçar” kitabımdan yaptığım alıntılar bunun küçük bir göstergesidir. Var olma, yaşamı yenileyerek sürdürme ve denge üzerine kurulu “Doğa Yasası” -insan olmasa da- adaleti içkindir ve özü pek değişmeyen bir kurallar dizgesinden oluşur. İnsanların doğaya egemen olma çabaları bu kuralları değiştiremez; verdikleri zararlar da bumerang gibi dönüp onu vurur. Doğada olmayan adalet bilinci, tanımı ve kavramı ise insana özgüdür. Bu bağlamdaki adalet insanlar arasıdır, artı, insanın canlı ve cansız doğaya karşı tutumunu kapsar. Denebilir ki insansız adalet olabilir ama adaletsiz, insan olunamaz. Başka bir deyişle adalet yok edilirse insan, insan, olmaktan çıkar, vahşi bir canlıya dönüşür. İnsana özgü, insanlar arası bireysel, toplumsal ve evrensel adalet, doğa yasaları ve adaletinden farklı olarak insan yapımıdır; tanrı emirleriyle birlikte kutsal kitaplarda yer alan ilahi adaletin yorum ve dünyada uygulaması da insan işidir. Bu nedenle adaletin her türü karmaşık, çelişkili ve değişkendir. Bunun temel nedeni insan yapısının ikili, adaletin bireysel algıya bağlı olarak göreceli olmasıdır. En yalın yapısıyla her insan ben merkezlidir ve bu, bencilliğin çekirdeğidir. Buna karşılık her insanda gelişkinliği değişebilen bir vicdan bulunur. “İnsan vicdanı ile doğar, cüzdanı ile değil. Vicdanı ile cüzdanı arasında sıkışanın ya vicdanı körelir ya da cüzdanı boşalır.” Ne yazık ki insan aynı zamanda bencil olarak doğar. İyilik ve kötülük gibi, bencillik ve vicdan da -sürekli çatışma içinde olsalar bile- zıtların birliği gereği insan yapısında bir arada vardır ve yapıyı ikili ve çelişkili duruma getiren etmenlerdendir. Bu çatışmayı her birey kendi içinde yaşar, çoğu zaman kimseyi ilgilendirmez hatta başkaları ayırdına bile varmaz. Çatışmanın sancısı da sonuçta çıkacak karar da bireyin kendisine aittir. Birey, diğer insanları etkileyen bir konum veya görevde ise durum değişir, kendine ve topluma karşı sorumluluk arasındaki çatışma başlayabilir, kişi ikisi arasında kalabilir. Bu tür olumsuz durumlarda insanın bencilliği ağır basar, “önce can sonra canan” diyerek kendine yontarsa, kendi çapında da olsa adaleti bozar. Bu nedenle insanların tek tek vicdanlı ve iyi olması toplumsal düzenin adil olması için gerekli ana yeterli değildir; başka bir deyişle bu tutum adaleti etkiler ama belirleyemez. Ayrıca, azınlık da olsalar kötü, bencil ve çıkarcı olanların, çoğunluğun bu niteliğinden yararlanarak toplumu sömürmesini kolaylaştırabilir. Bireyi ıslah ederek önce “adil ve iyi insan” böylece adil bir toplum ve düzen yaratmayı amaçlayarak yola çıkan dinlerin binlerce yıldır başarısız olmasının, hatta çoğu yer ve zamanda din adına post edinenlerin kendine bağlı topluluğu veya erki ele geçirip tolumu yönetenlerin adalete en büyük zararı vermesinin temel nedenlerinden biri de budur. Gönül ister ki kimse vicdanı ile cüzdanı arasında sıkışmış duruma düşmesin, düşürülmesin. Ancak bu iyi dileğin gerçekleşmesi için bireylerin vicdanı yetmez, ayrıca toplumun bilinçli, siyasal yapının adalet üzerine kurulu olması da gereklidir. Kitapta yer alan deyişle “Hukuk ve adalet toplumsal vicdanın ürünleridir bireysel vicdan, ancak uygulayıcısı olabileceği hukuk ve adaleti sağlayacak yeterlilikten yoksundur.” (s. 44) Çok bilinen ve adliye kapılarında yer alan bir söz var: “Adalet mülkün (devletin) temelidir” Söz şöyle bir gerçeği de yansıtır bence: “Yasasız hukuk, hukuksuz adalet, adaletsiz devlet yaşayamaz." (s. 47) Ancak bunlar da adaleti sağlamanın yeter koşulu değildir. En küçük birim olan ailede bile adalet gereksinilirken, insanların çoğalarak toplumlar oluşturmalarından başlayarak adalet toplumlar ve devletler için olmazsa olmaz duruma geldi. Bireysel adalet bireysel vicdana, toplumsal adalet ise toplumsal vicdana dayalıdır ve bireysel olandan farklı olarak ifadesini hukuk kaynaklı adil yasalar ve uygulamalarda bulur; uygulama yargı ve devletin temel görevlerindendir. Ülkeler arası ilişkiler gelişip yoğunlaştıkça ulusal ve uluslararası hukuku da kapsayan bir “evrensel hukuk” ortaya çıkmıştır. Bunun da temelini tüm insanların üzerinde oydaştığı, giderek genişleyen ve karmaşıklaşan yükümlülükler, haklar, suçlar ve cezalar oluşturur ama bunlarla sınırlı değildir, evrensel hukuk çok daha kapsamlı ve ayrıntılıdır. Ancak, ne yazık ki tüm ülkeler bu hukuk normlarını benimsememiş, uygulamaya koymamışlardır. Bu nedenle ekonomisi ve demokrasisi geri kalmış ülkelerin çoğu evrensel hukuktan, hatta temel insan hakları ve dar hukuktan bile oldukça uzaktırlar. “Hukuksuz devlet katıksız çetedir. Yasalar durumu değiştirmez, hukuka aykırı ve/ya uyulmayan yasalar çete devletin maskesi, perdesidir.” (s. 44) Koruyucusu olması öngörülen hukuk olmadığında vatandaş devlet denen çetenin elinde bir tür tutsak hatta köle durumuna düşer; temel hak ve özgürlüklerinden, can ve mal güvenliğinden yoksun kalır. Kuşkusuz bu yapıdaki devletler ve yöneten iktidarlar kendi çıkardıkları yasalara sığınsalar da meşru değildirler. Bu, hakları gasp edilen vatandaşlara direnme hakkı yaratır ama gücü elinde tutanların yasal görünümlü yaptırımları ve baskıları amansızdır. Erk sahibi olmak ona halkı sindirme olanağı yarattığı gibi sıkıştığında halktan aldıklarının bir bölümümü geri vererek onları susturma şansı da tanır. Açıktır ki böylesi durumlarda çözüm, engellense bile örgütlü direnme ile hak, hukuk ve adalet arayışına girmektir. Zira “Adaletsiz güce sığınılarak ondan korunulabilir ama o durumda onun kuklası olmaktan kaçı(nı)lamaz.” (s. 43) Sınıfların oluşmasından başlayarak, üst yapı kurumu olan adalet, hukuk ve yargının her toplumsal yapı ve siyasal düzende sınıfsal olduğu ve alt yapıya uygun olarak egemen sınıfın çıkarlarını gözetip koruduğu açıktır. Bu nedenle de sınıflı toplumlarda saltık anlamda bir eşitlik ve adaletten söz etmek ham hayalden ve iyi dilekten öte bir şey değildir. Buna karşın her siyasal düzende adaletin olabilecek en yüksek düzeyde sağlanabilmesinin yolu, demokratik yönetim, evrensel hukuk ölçütlerine uygun ulusal hukuk, bunları temel alan demokratik yasalar ve uygulayıcısı “bağımsız ve tarafsız” yargıdan geçer. Yargı, bağımsızlığı yok edilerek erkin emrine alındığında, uyulduğu öne sürülen hukuk da uygulandığı söylenen anayasa ve yasalar da etkisini yitirir ve kâğıt üstünde kalır. Unutmamalı ki, “Bağımsızlığını yitirmiş adalet, terazisi bozuk, gözü açık, yalınkılıç bir silahşordur.” (s. 60) Dolayısıyla adalet olmaktan çıkar, egemen sınıfın ve temsilcisi siyasi erkin maşası ve sopasına dönüşür, bu durumda düzen adı konmasa da açık faşizme evrilir, adaletin kendisine de başta emekçiler olmak üzere toplumun çoğunluğuna da zarar verir. Yeniden Doğuş (Rönesans) ile başlayan, 1789 Fransız Devrimi, Sosyalizm (Marksizm) kuramının yaygınlaşması, özellikle uygulamaya geçmesi, Nazizm ve faşizmin dünyayı kana boğması, sosyalizmin sisteme dönüşüp yanlış uygulamalar sonucu yıkılması sonrası bilimsel ve teknolojik gelişmelerle giderek hız kazanan değişim sürecinde görülmüştür ki, değişime ayak uyduramayan, yönetim düzenini uyarlayıp yenileyemeyen veya sonradan evrensel hukuk ve adalet normlarını benimsemeyen veya uygulamayan baskıcı yönetimlerin olduğu toplumlar geri kalmaya mahkumdur. Bu bakımdan adalet, gelişme ve varsıllaşmanın da temelidir. İnsanı yapısal bakımdan adil olarak yaratmadığı ve yeryüzünde adaleti sağlamadığı için yaratıcı olduğuna inanılan tanrı(lar) da insan adil olmadığı için kendi imgeleminin yarattığı tanrılar da adil değildir! Dolayısıyla dünyada “ilahi adalet” denen şey boş bir inanç ve boş bir beklentidir. Demek ki bu konuda da iş başa düşmektedir insanın doğal yapısı nedeniyle tam değilse de olabilecek en ileri düzeyde adalet sağlayıcısı, ancak kendini akılla ve eğitimle geliştirmiş, değişmiş, düzeltmiş yeni, birbirlerinin haklarına saygılı yani adil insanlar, onların oluşturduğu toplumlar ve eşitlik, adalet temeli üzerinde kuracakları öncekilerden daha doğru bir düzen olabilecektir. Geri dönüşler dikkate alınırsa bunun uzun bir süreç olduğu bellidir. Gerçekedebiyat.com