Acılara sevinmek saf kötülüktür
İnsan doğası aşırı karmaşıktır. Canlılar dünyasında yaşamı etkileyen, üzerinde en fazla düşünmemize neden olan sarmal türdür insan ve beyin yapısıyla, zihin faaliyetleriyle yüzlerce farklı özelliğe sahiptir… Bu özelliklerden bir tanesi, belki de en aşırı, en kirli olanı başkasının dertleri, üzüntüsü, ıstırabı üzerinden kendine sevinme payı çıkarmaktır. Almancadan dünya dilleri literatürüne giren, (Schadenfreude: Başkasının zararına, talihsizliğine sevinmek) sözcüğü bu ruhsal bozukluğu en iyi şekilde karşılar. Daha da genişletirsek: Yoksulluk, açlık, savaşlarda ya da kavgalarda karşı taraftan kaç kişiyi öldüğüyle gurur duymak dini, dili, ırkı ve toprağı farklı olanın ezilmesine alkış tutmak; cesetler üzerinde halay çekmek, bombaların tahribatıyla övünmek, toplumu ajite ederek sevinç naraları attırmak; bir aylık bebeğin, seksenlik yaşlının çaresizliğinden mutluluk duymak veya doğuştan ya da sonradan bedensel, kimi zaman düşünsel yetilerini kaybeden komşunun çocuğuna, “Çok şükür ki benim böyle çocuğum yok” deyip içten içe gizli şekilde sevinmek; işinden olanın işsizliğine, “Oh olsun… Hak etmişti… Bana yaşattığını yaşasın” gibi çok sayıda sıralanabilecek örnek söylenebilir. Hatta herhangi bir yarışta rakibin düşüp yaralanmasından, sınavda arkadaşının düşük not almasından; kendine iş alanı açmak için ötekinin kovulmasından mutlu olan ve bundan garip zevk duyan birilerini her yerde görebiliriz. Daha vahimi, birikimli, donanımlı, zeki, mahalleden arkadaşını, liyakatsizliğine ve beceriksizliğine tehdit görüp saf dışı edilmesine, “Giderse gitsin… İyi olur,” diyen akademik unvanlı biri ve benzerleriyle karşılaşabiliyoruz. -ki bunlar insanlığın karanlık unsurlarıdır- Kendi adıma böyle birileriyle aynı havayı solumaktan son derece üzgünüm ve hiç kullanmadığım şu cümleyi haykırmak zorundayım: “Tanrım bu nasıl dünya!...” Başkasının üzüntüsüne sevinmek, hayatta kalmanın yollarından biridir ve kaynağında güvensizlik, bencillik, haset ve açgözlülük vardır. Dolayısıyla tehdit olarak görülen rakibin minimize edilmesi üzerinden rahatlama duymak da yaşamın başka bir gerçeğidir. Bu özellik bize çok uzak, gayri ahlaki görülebilir ama böyle değil… Bu dürtü esas olarak insanın kendini gerçekleştirme yeteneğidir. Burada insanın gizli yüzü açığa çıkar, fantezileri, açlığı, canavarlığı, kini ve nefreti gün yüzü görür… Bu durum o kadar gerçek ki daha önce gördüklerimizin, tanık olduklarımızın hepsi yalan olur. İnsan kötülüğü sever… Mistik anlamıyla da tekrarlarsam eğer, insan günahı sever; hatta tapınır, çünkü mutlu olmanın yollarından biri günaha girmekten geçer. Yaşamın tatlı yanıdır ve Adem ile Havva miti, bu durumu en iyi şekilde dramatize eder. Yasak olandan yemişlerdi ve söz konusu öykü aslında insanın günahsız, kötülüksüz yapamayacağını anlatır. Anlamamız gereken iki nokta var: Sulandırılmış bozuk yapımız kendimize zarar veriyor, zamanla içinden çıkılmaz yıkıcı davranışlar yaratıyoruz. Zararın büyüklüğü sınırları zorlayarak artıyor, şiddetin ve darbelerin yarattığı yıkım süreklilik kazanıyor… İkinci nokta ise: Hemen herkes birbirinden uzaklaşarak, insanlaşma serüvenini geciktiriyor. Çalışma ve dayanışma yeteneği ayrışıyor… Yoldaşlık yerini çürümeye bırakıyor… Kötülük daha da kötü, günahkar daha da günahkar oluyor... Ve soru şudur: Genetiği bozuk böyle bir soyun üyesi olmaktan kim, hangimiz övünç duyabiliriz? Gözlemlediğimiz kadarıyla, ıstırap çekene, üzülene rahatlama bildirmek kuşaklar sonra bile devam edeceğe benziyor. Yenileyici, dönüştürücü mühendisliklere ihtiyacımız var… Yapılacak şey ayıklamaktır ama bu yöntem güçlü uygulama gerektirir. Kötücül dürtüler düzeltilmeye tabi tutulduklarında iyileşme oranı yükselir ve bu iş hastalıklı genlerin bedenden uzaklaştırılmasına benzer. Şunu unutmayalım: İnsan kendi varlığını sürdürmek istiyorsa, bunun başarısı yüksek oranda dürüst yanlarımızın yaşama egemen kılınmasıyla olası olacaktır. Haydar Uzunyayla Baskenttekarar.comBAŞKASININ ÜZÜNTÜSÜNE SEVİNMEK
İNSAN KÖTÜLÜĞÜ SEVER
AYIKLAMAK GEREKİR