Son Dakika



Tarif edilen evi bulmam zor olmadı. Köyün meydanındaki bakkala sorunca yanındaki sokağın içindeki sağdan üçüncü evi gösteriverdi. Bu kadar kolay olacağını düşünmemiştim. Ama sonuçta köy yeriydi ve herkes birbirini tanıyordu. Onun için ise “Abartılı olmasın ama köyün mahlukatı bile tanır!” demişti birisi. Demir kapının üzerindeki numarayı görünce “Burası olmalı!” dedim içimden. Aradım, zil yoktu. Şöyle bir kapıyı yokladım, açıktı. İlk kez geldiğim bir eve girmenin ve yıllardır karşılaşmadığım biriyle yüz yüze gelmenin tedirginliği vardı üzerimde.

Dönüp gidecek halim yoktu, bir hırsız gibi kapıyı yavaşça açıp hayalet gibi içeri girdim. Bulunduğum yer örtme altı denen üstü kapalı bir avluydu. Sağ tarafta odun yığını sol tarafta da yarı açık bir kapı vardı. Önüm ise geniş bir avluya çıkıyordu. Bir ses geldi kulağıma, sanki birisi bir şeyler kesiyordu. İlk bakışta ortalıkta kimse görünmüyordu. Ürkek adımlarla, sessizce yaklaştım. Sol tarafta evin duvarının dibinde gördüm onu. Sırtı bana dönük olarak oturmuş, geniş ağızlı bir satırla ince dalları kıyıyordu kütüğün üstünde.

Bir süre izledim onu, ritmik bir şekilde ve keyifle yapıyordu işini. Kurulmuş bir makine gibi çalışıyordu. Giyotin gibi iniyordu elindeki satır. Ama kelle gibi düşmüyordu kuru dal parçaları. İyi ki de öyleydi… Benim aklımdan bunlar geçerken o ne düşünüyordu acaba? Bir insanın böyle çalışırken neler düşündüğünü hep merak etmişimdir. Öyle ya bazen saatlerce süren tek düze bir durumda sadece çıkardığı sese takılıp kalmaz herhalde insan. “Tak, tak, tak… Tak, tak, tak… Ne sıkıcı bir durum…” dedim içimden. Çevrede olup bitenle ilgilendiği yoktu. Yaşının epeyce ilerlediğini biliyordum. Fakat elden ayaktan düşmediği gibi odun yapacak kadar gücü kuvveti olduğu da belliydi.

Öğrendiğime göre altı oğlu ve iki kızı vardı. “Avluyu üç yandan çeviren evlere bakılırsa çocukların bir kısmı burada yaşıyor olmalı!” dedim içimden. Buna rağmen garip bir yalnızlık içinde gördüm onu. Tek edilmiş olmanın bir gerilimi vardı da önüne ne gelirse doğruyor gibiydi. Belki de kalabalıklar içindeki yalnızlığı yaşıyordu. Koca ormanın içindeki bir tek ağaç gibi. Nedense onunla ilgili ilk değerlendirmem bu oldu.

Daha önce bir iki kez görmüşlüğüm vardı onu. Yıllar önceydi; hayal meyal hatırlıyorum. O yıllarda epeyce gençti, genç dediysem yine de 40-45 yaşlarındaydı. Nereden baksam aradan 35- 40 sene geçmiş olmalı. Maceralarını babamdan, sağdan, soldan, yakınlarından duyardım; gençlik maceraları tabi… Bileğine kuvvetli, ele avuca sığmayan biri olduğunu söylerlerdi. İşte, öyle bir adamdan nelerin kaldığını merak ediyordum.

Yan taraftaki kıyılmayı bekleyen kuru dalların tükenmek üzere olduğunu fark edince az sonra yerinden kalkabileceğini düşündüm. Sessizliğimi daha fazla sürdüremezdim. Yılan gibi de yaklaşamazdım. “Kolay gelsin Dayı!” diyerek varlığımı belli ettim. Geriye dönüp şöyle baştan aşağı bir süzdü, fotoğrafımı çekti adeta. “Sen kimsin yeğenim, birini mi aradın?” dedi. Kendimi tanıtınca. Kocaman bir gülümsedi ve sendeleyerek ayağa kalkmak istedi. Yaklaşıp kalkmasına yardım ettim. “Demek o sensin ha! Hoş gelmişsin yeğenim, hoş gelmişsin diyerek elime sarıldı. “Ne zaman geldin? Hiç fark etmedim!” “Az önce girdim içeri, biraz seni seyrettim!” yanıtını verdim.

İlk gözüme çarpan yüzündeki derin kesikti. Yaşlılık nedeniyle yüz kasları sarkmaya başlayınca daha bir belirgin hale gelmişti. Gülümseyince “ağzı kulaklarına varıyor!”du. Tarihe atılan imza gibi ciddi ve tedirgin edici bir görüntüsü vardı. “Ustura Kemal”in elinden çıkmıştı sanki. Bu konuda söylenti çoktu: “Geçmişin kefareti” gözüyle bakanlar olduğu gibi, kaza diyenler de vardı. Ancak nasıl, nerede kim veya kimler tarafından kesildiğini kesin olarak bilen çıkmamıştı bugüne kadar. Okumasını bilenlere çok şey anlattığı belliydi. İçten gelen bir “ah!” nidası kadar acı yüklü ve derin bir uçurumdu aynı zamanda.

“Gel Halil’im gel! Şöyle oturalım da birer çay içelim!” diyerek beni evin gölgesine düşen sedire yönlendirdi. “Bizim yeğenin çocuklarıyla, senin çocuklardan duydum hayat hikayeni. Yoksa çocukluluğundan beri görmüşlüğüm yoktu. Düğüne gelmişlerdi de iki üç gün bizde kaldılar. Bizimkilerle de iyi kaynaştılar amma ısrar etsek de fazla kalmadılar…” Bir süre sessiz kaldı. Aklından neler geçirdi bilemezdim ama makarayı geriye sardığı belliydi. “Yav Halilim, babanı, kayın babanı çok iyi bilirim ben; onlarla çok arkadaşlığımız oldu; hem de pek çok sırlarımız var… Kayınpederinle birlikte kaçtık köyden. Bir süre sonra ben döndüm de o dönmedi ulen!  İnat etti, kaldı gitti şehirde…” diyerek devam etti sözlerine.

Zembereğinden boşalmış gibi sürdürüyordu konuşmasını; mermi gibi dökülüyordu kelimeler ağzından. Arada bir araya girmek istesem de fırsat vermiyordu iki laf de ben edeyim… Konuştukça coştu, anlattıkça açıldı, bu arada çay getirdi torunları; ben içtim, o ara vermeden konuştu. “İşte böyle!” dedi karısı. “Birini buldu mu konuşur da konuşur gayrı, susturabilene aşk olsun!” Karısına şöyle bir baktı; yine ağzı kulaklarında güldü geçti.

Gençliğinde köyde yaptıklarını anlattı, sektirmeden baştan aşağı; iyi kötü halleriyle şöyle bir geçti geride kalan herkesi. “Gençlik işte!” dedi… Çok gençtik… İhtiyacı olana yardım ettim; orağına, harmanına koştum. Kimsesizlere yoldaş oldum… Ona buna kız kaçırıverdim, süfli işlerini görüverdim… En sonunda bunu da kendime kaçırdım!” diyerek karısını gösterdi eliyle. Kıkırdayıverdi Teyze… Onu da döndürmüştü eski günlere…

Baktım zaman ilerliyor fakat bizim dayı köyden çıkmıyordu; daldıkça dalıyor; derinlere indikçe farklı bir tat alıyordu sanki. “Dursun Dayı köy maceralınızı çok duydum. Oralarda fazla oyalanmasak derim… Ben esas buradakileri merak ediyorum. Buralarda neler yaptın bugüne kadar. Evli barklı bir adam olarak gençken yaptıklarını burada da yapmış olamazsın. Ne de olsa burası İzmir… Akran yok, akraba yok, dost yok… En önemlisi de kırığın yok! Köydeki gibi koruyanın,  kollayanın da yok! Nif dağının dibinde bir garip yer burası!.. Bu köye nasıl geldin, neden burayı seçtin; başına neler geldi? Duyduğuma göre muhtarlık da yapmışsın bir süre… Onları anlat bana!”

“Anlatayım Halil’im anlatayım. Ben de anlatacak çok şey var! Hem bende bu çene varken anlatması kolay da ben asıl seni düşünüveririm! Dayanabilir misin, vaktin var mı diye!” Gülmemek elde değildi, gevrek gevrek o güldü biz güldük… “Sen hele bir başla bakalım, yıkılana kadar dayanırız be Dayı! Sen yaşadıklarına dayanmışsın da biz anlattıklarına mı dayanamayacağız!” dedim gülümseyerek. Kendisini iyi tanıyan ve kendisiyle barışık olan bu adam gittikçe daha ilginç gelmeye başlamıştı. Hakkında duyduklarım benim buraya gelmeme ve bu görüşmeyi yapmama yeterli bir neden olduysa da bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Ne biliyorsa, ne yaptıysa anlatacağından emindim.

“Buraya gelmeden önce üç-dört yıl Urla’da bir çiftlikte çalıştım. Bir süre sığınağımız oldu… Sahibi dul ve zengin bir kadındı. Çiftliğin her şeyinden ben sorumluydum. Durumum çok iyiydi. Köyden geldikten sonra da kaldık orada bir süre. Bizim Hanım Ağa, yeni evliyiz diye çok ilgilendi. Bizim için iki odalı bir ev ayarladı. Niyeti bizi orada tutmaktı. Lakin ben uzun süreli yerleşebileceğimiz bir yer olsun istedim. Orada kahya da olsak sığıntı gibiydik. ‘El işi değil mi; en iyisi ırak dursun’ diyordum!

“Buraya iki üç yıl önce gelen bir dayımız vardı. Arada bir görüşürdük. Her görüşmemizde de ‘Tahtalıya ne zaman geleceksiniz?’ der dururdu. ‘Bir görsen, tıpkı bizim köye benziyor: Köyün üstündeki pınardan çıkan su hovardalar gibi köyün ortasından geçiyor delibozuk. Derenin kenarında büyükçe bir çınar var. Şemsiye gibi duruyor köyün üstünde. Ben diyeyim bin, sen de iki bin yaşında… Bizim değirmen önündeki çınarlar gibi; fakat onlar bunun yanında yedi göbek torunları sayılır. Etrafta bol ceviz ağacı… Sabahları kuş ve bülbül sesiyle uyanmak var ya… ömrüne ömür katar insanın. Tüm bu saydıklarım bizim oraları hiç aratmıyor vallahi. Önce gel bir gör; beğenmezsen gene gelme! Ama ben bayılacağından eminim!’ diyerek ikna etti beni.”

“Görmeye geldin yani?” “Geldim, geldim gördüm ki, bizim Dayı az bile anlatmış. Bir dere akıyor yukardan aşağı; dizginleri boşalmış atlar gibi… Amma velakin ortada doğru dürüst çeşme yok; herkes dereden aldığı suyu içiyor, hayvanlar da dahil… Aynı suyla yemek yapıyor, temizlik yapıyor ve de bağ bahçe suluyor. Yukarda çamaşır yıkanırken, aşağıda aynı sudan yemek yapılıyor, içiliyor. Yol, sokak hayvan pisliğinden geçilmediği gibi, doğru dürüst hela yok evlerde. Diyeceğim köyü bok götürüyor… ‘İşte bu olmadı!’ dedim içimden.”

“Cami yok muydu köyde, onun da mı yok tuvaleti, çeşmesi?” “Cami, var olmasına var da, çeşme, tuvalet ne gezer… Dereden arkla gelen bir miktar suyun önüne ağaçtan uyduruk bir oluk yapınca olmuş bir çeşme. Yan taraflarına iki düzgün taş koymuşlar ki, üzerine oturup abdest alsınlar. Yukarda çocukların içine işediği su bu! Aşağıda abdest alınıyor! Efendim neymiş? ‘Akan su pislik tutmazmış!’ Sen onu benim külahıma anlat! Cami de eski bir cami… Tuvalet işini ise hiç sorma, çünkü köyün her yeri tuvalet… O gün anladım köyün sahipsiz olduğunu; içlerinde aklı başında birinin olmadığını. Bu yönüyle bizim köye hiç benzemiyordu. Üstelik İzmir’in yanı başındaki bir köydü burası. Ama mum dibini aydınlatmıyordu.

“Velhasıl o gün bize boş bir ev buluverdiler; it bağlasan durmaz içinde. Sahibi İzmir’e göçmüş, yıllardır da uğramıyormuş. Kimse oturmayınca hayvanlara ahır olmuş. Biraz bakım-onarım, boya badana derken iki üç hafta sonra taşındık. Ev bildiğimiz ahırdan bozma taştan yapılma bir köy evi; üstü dam; bizim köyün evleri gibi… Çatılı ev yok değil var ya, hepsi dolu; sahipli. Önünde de iki dönüm kadar bahçe; bakımsız mı bakımsız. Diyeceğim o yıllarda buralara gelen giden, bakan, eden yok; mahrumiyetin yaşandığı bir yer! Yahu doğru dürüst yolu yok ki, gelen- giden olsun! Hele kışın kuş uçmaz kervan geçmez…! Ama tam da bana göre; sevdim burayı.” Gülerek, “İstediğim gibi oynayabileceğim bir yer yani…” diyor.

“Yahu dayı senin ki de iyi cesaret; resmen sahipli bir yere konmuşsun da, kira filan vermedin mi herhangi bir yakınına; giderken ilgileniverin dediği birine…?” “Öyle biri ne gezer! Bizim dayının söylediğine göre kendinden bile haberi olmayan muhtar ‘Gelsin otursun! Adamın yerine de bakıversin. Kira filan da isteyen olmaz, belki üste para bile verirler oturup sahip çıktıkları için!’ diyesiymiş.”

“Muhtarlık filan diyorsun da bayağı bir köy olmalıydı burası. Kaç haneydi o zamanlar, 50,100?” “Yok canım, o kadar ne arasın; taş çatlasa 30, 40 hane vardı. Nüfusu da 150’yi geçmezdi sanırım. Ben 6 yıl sonra muhtarlığı, rakipsiz olarak 112 oyla kazandığıma göre nüfus da ancak 170, 180 civarında olmalıydı.”

“Sen önce su işine girmişsin; sahi nasıl hallettin bu meseleyi, anlatsana?” Yine gülüyor… “Yahu şu benim çenem yok mu; çok konuşuyorum diye şikayet ettikleri… İşte onu soktum devreye. Biraz laf yapıyorum ya, ona biraz da yağ bal karıştırınca bütün kapılar açılıverdi. Ama öyle her iş hemencecik de oluvermedi tabi. Köydeyken Halk Partiliydik; baktım burada işler değişik. Particiliği bir yana bırakıp işimiz kiminle görülecekse ona yanaştım. Önce YSE Müdürlüğüne attım postu… Gide gele, gide gele yettiği kadar demir, çimento ve boru ile teknik eleman yardımı verdiler. Kaynak iki kilometre yukarıda…

“O sıralar henüz muhtar değilim ama muhtar gibi çalışıyorum. Çektim köylüyü meydana, verdim veriştirdim… Bizim dayı da el altından korku salmış mı: ‘Sakın bir terslik çıkmasın ha! Bu bizim yeğen köyün belalısıydı, vurdu mu nereden geldiğini anlayamazsınız… Benim bir şey söylememe gerek yok zaten, yüzündeki yara izi her şeyi anlatır size!..’ gibilerinden. Ağzım da biraz bozuk ya; adamlar az çok da huyumu biliyor artık. İtiraz mı edebildiler… Ne dediysem yaptılar. Ben burada ‘Köpeksiz Köyün Çomaksız Gezeni’ydim be Halil’im. İtibarım 1500… Her dediğim kanun, her bakışım emirdi desem az bile… Önce kaynağa yakın küçük bir depo, sonra da biri çınar altında, diğeri cami önünde olmak üzere iki çeşme yaptık. Arkasından, Caminin yanına da, eli yüzü düzgün taşlı, foseptikli bir tuvalet…”

“Su işini hallettiniz diyelim, ya sonra?..” “Nerede hallediyorsun yeğen? Baktılar ki çeşmeler güzel; gürül gürül akıyor. Bu sefer uzaktaki evler başladı, ‘Biz de isteriz..!’ demeye. Ne yapalım? İş başa düştü bir kere; ama bu kez bir şartımız vardı: herkes evinin dışına veya ahırına birer tuvalet yapacaktı. Madem yakınlarına çeşme gelecekti o zaman tuvalet de olmalıydı. İkinci yıl oralara da yaptık birer çeşme, köyün de yarısı tuvalete kavuştu. Daha dur bitmedi.. Bu kez de dereden su alamayan bahçe sahipleri ağlamaya başladı, ‘sulama kanalı isteriz!’ diye. Bu sefer de Toprak Su’ya koştuk muhtarla birlikte… Yel gibi oradan oraya esip, gürlüyorduk. Öyle bir daire vardı o yıllarda. Ha bire koşturuyoruz ama iş o kadar kolay değil! Dedim ya ortada doğru dürüst yol yok! Düzenli çalışan dolmuş, otobüs yok! Arada bir kıçı kırık bir kamyon gelecek de takılıp gideceksiniz! Yoksa birisi Buca’dan cip veya fayton, at arabası filan kiralayıp gelecek. O da yoksa şoseye kadar yürüdükten sonra, rast gelirse bir araca binip gideceksiniz. Dönüşü de bir başka dert tabi…”

“Sulama Kanalı işini nasıl hallettiniz? Toprak kanal mı açtınız sadece yoksa beton da döktünüz mü veya hazır kanalet mi verdiler?” “Beton kanalet ne arasın o yıllarda, varsa da bize kadar düşürürler mi? Köyün yukarısında uygun bir yerde betondan bir bent yaptık, sonra birkaç yerde de kapkaç yaptık yine betondan, gerisi toprak… Yoksa o kadar kanala çimentoyu kim verecek… En kolayı ve ucuzu buydu. Bunu bile iki senede zar zor yaptı millet. İmece işi iyi de, uygulaması zor yeğenim; millet hem istiyor hem de “Ben gelmesem olmaz mı?” diyor. ‘Gelme ama karşılığını köy sandığına para olarak yatıracaksın!’ deyince de yan çiziyor. O zaman da sopayı elime alıyorum tabi…”

“Sopa mı dediniz?” “Sopa dediysem, lafın gelişi; ama gerekirse babama bile acımam, şart olsun! Fakat buna hiç ihtiyaç olmadı; gözlerimi belerttim mi anlayan anlıyor; topallar koşmaya, körler görmeye başlıyor, hastalar da ayağa kalkıyordu. Tabi şimdi size şaka gibi gelir bunlar. Her şeyi belediye yapıveriyor; yapmazsa da seçimde hesabı soruluyor. Millet de yan gelip yatıyor… Oh ne ala değil mi? Böylece imecenin ruhuna el Fatiha…!”

“Tüm bunlarla uğraşırken evle kim ilgileniyordu Dayı? Yoksa teyzeyi tek başına mı bırakıyordun? Nasıl geçiniyordunuz, ne yiyip içiyordunuz, bağ bahçe işleri ne durumdaydı?”

“Bu dediğim köy işlerini, boş zamanlarımızda yapıyoruz yeğenim! Evi, barkı, karıyı, arkasından gelen bebeleri boş verdiğimi mi sandın sen? Birbirine girmiş ağaç ve harımlarla, harabeye dönmüş iki dönüm bahçeyi kim adam etti sanırsın? Toprak dersen başlarında ayrık olmak üzere yaban otları tarafından istila edilmiş. Elimizde traktör var da baştan aşağı bir süre mi bildim; tamamen kol gücümle belledim çapaladım da öyle adam edebildim. Günde 24 saat yetmiyordu, 26, 27… saat çalışıyordum desem yalan olmaz. Sadece bunlar mı, yaşlılar var, dulavratlar var onların işine de koşuyorum. Kimsesizlerin kimsesi oluyorum bir nevi. Bu arada uykusuz geçen çok günlerimiz oldu. “Hanım büyük oğlana hamile diye ayak bile bastırmadım bahçeye, ‘Sen sadece beni seyret!’ dedim ona. Ne yalan söyleyeyim, o da çok iyi yaptı bunu… Tüm bunları yaparken başkalarının işlerine de koştum; para kazanmadan olmazdı. Elimizde üç beş kuruş vardı ama ona birkaç kuruş daha ekleyerek buraya iki odalı bir yer yaptık daha sonra…”

“Yerine para vermedin mi dayı?” “Ne parası… Beni iyi dinlemedin sen her halde yeğenim! O sıralar buralar bomboş, mera gibi yerler. Sahipsiz. Toprak, sıkıntıdan kaşınıyor; tımar edecek adam arıyor sanki. İhtiyacı olana ev yeri veriyor muhtarlık. Para vermeye kalksan bile alacak adam yok! Gelir gelmez buraya dikmiştim gözlerimi; çınar altına çok yakın diye… Muhtarla konuştum, azaların ağzını aradım; baktım itirazları yok; olsa da cesaret nerde… başladım temel kazmaya…  Böylelikle girişle birlikte yanında iki oda, bir salon yaptım. Arkasından köstebekler gibi yeni tüneller, temeller açtım.” “Sonra da bir sağdan bir soldan diyerek genişlettin inşaatı.” İsrail’in Filistin’e yerleştiği gibi diyeceğim ama o iş başka tabi. Neme lazım… “Bahçeyi de yukarı doğru büyütmüş olmalısın!” “Aynen öyle oldu ama bu büyüme neredeyse on yıl sürdü. Yahu o zamanlar burası beş kuruş etmezdi ki, paran varsa bütün köyü satın alırdın Alimallah! Sonra değişti mi? Hayır! Neredeyse yetmişli yılların ortalarına kadar fazla bir değişiklik olmadı. Ne zaman ki yol yapıldı elektrik geldi o zaman işin rengi de değişmeye başladı; sağanak gibi duyan geldi, gören geldi…

“Yani sen muhtar seçildikten sonra mı oldu bu değişim Dayı?” “Hem öyle hem değil yeğenim! Ben 69’da muhtar seçildim! Yol yapımına 66’da başlandı. O yıllarda azaydım; ama muhtardan çok ben çalıştım. Muhtar biraz yaşlıcaydı, her yere her işe koşamıyordu benim gibi. Son seçimde ‘İhtiyar heyetine sen de girmelisin, hem de birinci aza olarak!..’ diyerek beni de yazmıştı listeye. Başka bir liste de yoktu zaten… Bir sonraki seçimde de bana devretti muhtarlığı…”

“Bildiğim kadarıyla sen eskiden Halk Partiliydin, duyduğum kadarıyla sonradan Adalet Partili olmuşsun, öyle mi?” Tam olarak öyle değil… Köydeyken Halk Partili olduğum doğru da buraya geldikten sonra Adaletçi olduğum pek doğru değil! İzmir’e yerleştikten sonra gördüm ki, şu parti bu parti meselesinin önemi yok. Burada bu işlere köylü kafasıyla bakılmıyor. İşini nasıl görüyorsan oradasın, yani ekmek neredeyse oraya yanaşacaksın. Ben de öyle yaptım ve iktidar kimdeyse onlardan oldum; onların sofrasına oturdum. 60’lı yıllarda içime sinmediyse de Adalet Partisiyle, 70’li yıllarda da Halk Partisiyle oldum. Esen rüzgâra göre durdum; rüzgârı arkama aldım. Ayıptır söylemesi rüzgâra karşı işememeyi öğrendim. Burayı adam etmek için başka yol da yoktu zaten. Öyle katı particiliğin hiçbir faydasını da görmedim bugüne kadar. Üstelik bu yolda çok dayak da yedik kazık da… Aklımızı başımıza getiren bunlar oldu Halil’im! Ama sana bir sır vereyim mi Halil’im: İçimdeki Cumhuriyet ateşi hiç sönmedi ulen! Beni köy işlerine, toplum işlerine koşturan hep bu damar oldu sanki.

“Muhtar olmadan önce de olduktan sonra da, bize hizmet getiren kurum müdürleriyle ve iktidar partili politikacılarla iyi ilişkiler kurmaya çalıştım. Onları sık sık rahatsız ettiğim gibi yalakalık da yaptım. Yalan yok! Ağzım bozulunca küfür de ettim… Öyle bir durum oldu ki, beni tanımayan kalmadı dairelerde; kime varsam işim görülüyordu. Sıkıysa yapmasınlar diyordum. Anında bulurdum Valiyi… O kadar yani… Tüm bunların bir de karşılığı vardı tabi: Sırf onları ikna edebilmek için 40-50 arı besliyordum burada. Birkaç da süt ineğim vardı… Anlayacağın yağla balla besliyordum hepsini. Bir süre sonra yolumuz da yapılınca misafirsiz kalmaz olduk… Müdürün biri geliyor biri gidiyordu… Ne de olsa ballı yerdi burası…

“Bunun faydasını çok gördük: Oğlanlar büyüyordu, onlara iş bulmalıydım. Üç minibüs hattı alıverdim bu sayede. Bunları geliştirip VIP’e çevirdiler; üçü beş yaptılar. Neredeyse bir filomuz olmuştu. İyi kazandılar. 70’li yılların sonuna doğru kadastro girdi köye. İsteseydim köyün yarısını tapulardım üstüme. Memurlara kalsaydım yapmışlardı bile... Onlar deseler de fazlasını istemedim. Birkaç parçayla yetindim. Fakat düzlükte 15 yıldır ekip biçtiğimiz 60-70 dönümlük bir yer vardı; mera olduğu için çıkartamadık tapusunu. 86 yılına kadar da ekip biçmeye devam ettik… Yahu o yıllarda biz buranın derebeyiydik neredeyse! Yanlış anlama derebeyi dediysek lafın gelişi; yoksa kimseye haksızlık yapmadım, kimsenin malına mülküne, ırzına namusuna göz dikmedim. Edindiğim toprakların hepsi de sahipsizdi. Sahipsiz kimseleri sahiplendiğim gibi sahiplendim onları da. Benim gibi iki öküz gücündeki bir adama onların da ihtiyacı vardı. Bile bilir; o gün, bu gündür adaletten de hiç sapmadım. Bu konuda vicdanım rahat! 6 oğlan iki kız koskoca bir aile olmuştuk. Arkadan, “kedi-köpek” gibi torunlar geliyordu… Onları da düşünmeliydim…”

***

“Duyduğuma göre asıl krallığı darbeden sonra yaşamışsın Dayı, askeri de arkana alarak! Bunu nasıl başardın bir de onu anlatsana!”

Ağzı kulaklarında, gevrek gevrek güldü. Anlaşılan anlatmaktan çok keyif aldığı bir konuya gelmiştik. “Saydığım bu ilişkilerimde hiç ikiyüzlü olmadım, yalan yanlış konuşmadım. Dosdoğru, içimden ne geliyorsa öyle davrandım, öyle konuştum. Çok zaman da insanların içinden geçirip de söyleyemediklerini söyledim. Benim huyum buydu, başka türlüsünü bilmiyordum ve de yapamazdım. Yerine göre kibarlık yaptım, yerine göre sesimi yükselttim; olmadı küfrettim; bazen kabalaştım, bazen de sustum… Ama fitnelik fesatlık yapmadım, kimsenin arkasından konuşmadım… Ha şunu da söyleyeyim: kimseyi gammazlamadım, komutanlarla olan ilişkilerimi kimsenin aleyhine kullanmadım. Aksine köylüyü askeri rejimin baskısına karşı korumaya çalıştım. Bazı durumları tek başına göğüsledim. Bunun aksini kimse söyleyemez şu köyde. İşte tüm bunlardan dolayı komutanlar da sevdi beni; biraz onlar gibi olduğum için beki de... İlişkilerimiz öyle bir noktaya geldi ki, herkes beni Sıkıyönetim Komutanı’nın köydeki vekili sanıyordu…

“O yıllarda komutanla şöyle veya böyle ilişki kurabilmek öyle her babayiğidin harcı değildi. Millet 300 metreden selama dururdu komutanlara. Durmayan da ya içerdeydi ya da sürgün… Bu yüzden, ‘Sende şeytan tüyü mü var kardeşim?’ diyenler peşimden ayrılmaz olmuşlardı, ‘Ne olur ne olmaz!’ diye. Evet, bende bir şey vardı ama bu şeytan tüyü değildi; şeytanın ta kendisiydi. Ta çocukluğumdan beri kafam şeytanlıklarla doluydu. Hakkımdaki söylentilere bakılırsa, şeytana bile pabucunu ters giydirdiğim zamanlar olmuştu gençliğimde. Fakat yaşlandıkça bu özelliğimi ailemin yanında, toplum içinde kullanmamaya çalıştım. Ne kadar başarılı olduğumu bilemem. Takdir edilir mi edilmez mi, onu da bilemem!..”

Son yıllarda dayıyı en çok uğraştıran kendine verilen 2 minibüs hattı sözüydü. Gelene gidene anlatıyor bir çözüm yolu arıyordu. Biraz da yaşlılığın verdiği takıntılığın girdabına düşmüş gibiydi. Sağa dönüyor sola dönüyor ama bir türlü çıkamıyordu işin içinden. Pes etmeyi de yediremiyordu kendine. Anlattığına göre 80’li yılların sonuna doğru İzmir’e yeni bir hal yapımı gündeme gelmişti. Belediye harıl harıl yer arıyordu. Öyle üç beş dönümle halledilecek bir konu da değildi. Şehir dışında en az 40,50 dönümlük bir yere ihtiyaç vardı. Tapu ve Milli Emlak kayıtlarından belediye sınırları içinde böyle bir yer bulamazlar. Aramayı yakınlardaki köylere yönlendirince de Dursun Ali’ tarafından yıllardır kullanılan tarlalara ulaşırlar. Yerin, mera vasfında olduğundan tapusu yoktur.

Belediye Başkanı Dursun Ali’yi çok iyi tanımaktadır. Anlattığına göre, bir gün makamına çağırır onu, durumu anlatır ve kullandığı tarlalara ihtiyaçlarının olduğunu söyler. Dursun Ali, “Başkanım, bula bula benim gibi bir garibin yerini mi buldunuz, koskoca İzmir havalisinde?” diyerek itiraz etse de, az çok işin ne kadar nazik olduğunun farkındadır. Nihayet ekip biçtiği yerin tapusu yoktur ve de meradır. Devlet ne yapar ne eder elinden aldığı gibi beş kuruş da ödemez. Ayrıca karşısındaki de koskoca Belediye Başkanı’dır. Fazla direnemez. Karşılığında ne kapabilirsem kardır düşüncesiyle, “Tamam orayı terk edeceğim başkanım ama sizden bir isteğim olacak” der. Belediye Başkanı boş bulunur “Söyle ne istersen varım!” yanıtını verir. “Biliyorsunuz ben de çocuk çok, işe koy desem kadrolar dolu, zor dersin. Kadro olsa da, bize vermemek için kırk dereden su getirisin! O nedenle öyle bir şey istemeyeceğim, ama bize herhangi bir yerden iki minibüs hattı ver!” der. Başkanın fazla düşünmeden “Hay hay Dursun Ağa lafı mı olur…!” sözleriyle eşik aşılmış gibi olur.

Belediye gerekli çalışmaları yapar, mera olmaktan çoktan çıkmış olan arazinin meralık vasfı kaldırılır. Belediye üzerine tapusu çıkarttırılır ve bir yıl içinde de inşaatına başlanır.

***

Buraya kadar her şey tamamdır, lakin Dursun Ali’ye verilen sözle ilgili hiçbir gelişme olmaz. Birkaç kez Başkana hatırlatsa da “Acele etme, bekle biraz hallederiz!” sözünden öte bir yanıt alamaz. Aldatıldığını anlamaya başlar ama yapacağı fazla bir şey yoktur. Ne de olsa esip gürlediği, valilerle, komutanlarla güçlü dostluklar kurduğu günler çok gerilerde kalmıştır. “Öküz ölmüş, değişik bozulmuştur.”  Derken yerel seçimler olur ve söz veren Belediye Başkanı seçimi kaybeder. Dursun Ali hiç vakit kaybetmeden yeni başkana koşar; durumu anlatır. Başkan, “Seni biliyorum, methini de duydum Muhtar, ama takdir edersin ki benim bu konuyla bir ilgim yok! Sana verilmiş bir sözüm de..! Belediye resmi bir kurumdur, her şey resmi evrak üzerinden takip edilir ve sonuçlandırılır. Verilen kişisel sözlerin ise hiçbir hükmü yoktur; duman olup, uçup gitmiştir. Ama yine de bu konuda sizin için bir şey yapabilir miyiz, yapamaz mıyız bir bakalım!” diyerek Dursun Ali’yi savar.

Dursun Ali bu sözlerin ne anlama geldiğini çok iyi bilse de umudunu kaybetmek istemez. Yakınlarının artık yeter, köye yeterince hizmet verdin yoruldun; biraz da başkaları çalışsın demelerine rağmen, sırf verilen sözü takip edebilmek için muhtarlığa son kez aday olur ve yine kazanır. Ne de olsa muhtarlık da kapıların açılmasına yarayan bir etikettir. Ama artık iki seçimdir tek aday değildir. Çünkü köy 25, 30 yıl önceki kenarda kalmış ıssız ve sahipsiz o köy de değildir. O yıllarda kuşlarının dolup taştığı koca çınarın altında, şimdi o kuşların şarkılarını dinlemeye gelen insanlar dolup taşmaya başlamıştır. Gün geçtikçe artan ilgi dolayısıyla, dışardan gelip yerleşenlerle birlikte köyün nüfusu da yoğunlaşır. Ne yazık ki, bir zamanların köpeksiz köyüne, kalabalıklarla birlikte çakallar da girmiştir.

Köy yepyeni bir adla kasaba olur. Dursun Ali’ye “Gel seni Belediye Başkanı yapalım! Bu köye en çok senin hizmetin oldu. Belediye başkanı olmak ilk senin hakkın!” deseler de kabul etmez. “Benim miadım doldu, eski gücüm de çevrem de kalmadı. Resmi makamlara güvenim de… Eskiden kurttum, artık kocadım, kimsenin maskarası olmak istemem!” yanıtını verir. Aklı hala iki minibüs hattındadır; dosyalar da çantasında… Çocukları ise konuyu çoktan unutmuşlar, işlerinde güçlerindedirler. O, artık anılarında yaşayan bir ihtiyardır, dinleyeni olduğu sürece anlatmakta, “daha daha..!” dendikçe coşmaktadır. İki koltuk değneğiyle ayakta durmaya çalışsa da, çenesi hala güçlüdür. Sanki bacaklarıyla değil çenesiyle ayakta durmaktadır.

Celal Ulusoy Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)