İki gündür yağan yağmurun ardından Köln sabaha güneş ile uyanmıştı. Karga sesleri, saka kuşlarının, serçelerin İtalyanca’yı anımsatan cıvıltıları, svden kaçan papağan çesetinin –uyarı sirenlerini– çağrıştıran çığlıkları, heryıl çoğalmayı sürdüren kumru ailesinin –Guguk– şarkısını söylemeleri yarı aralık pencereden içeri girip ‚kalk güneşli, D vitamini bol bir gün seni bekliyor. Bunu kaçırma‘ der gibiydiler.

Dengesiz bir insana benzeyen Alman havasına yıllar geçmesine karşın bir türlü alışamamıştı. Yıllarıdır iç içe geçmiş mevsimlerle yaşıyorlardı. Hani Almanlar ülke sınırları içinde dolaşan bulutlara ve havaya da kendi disiplinini öğretmişler dersek yanıltıcı olmayız. Her yıl, ayni aylarda, ayni günlerde ayni bulutları, ayni güneş batışlarını, ayni yağmurları bir kez daha gördüğünüzde ben bu günü yaşamıştım diyebiliyordunuz. Son dönemde yayılan sosyal medya uygulamalarının yaptıkları anımsatmalarda bu açıkça görülüyordu. Bir yıl arayla çekilen iki resim arasında hiç bir fark gözlenmiyordu. Her Eylül ve Ekim başlangıcının kendilerine –pastırma yazı– tadında günler yaşattığını biliyordu artık. Yaz geldiğinde –Yedi Uyuyanlar- haftasında geçirilen günlerin yazın habercisi olduğunu da...

Şiddetli yağmurların, Temmuz ortasında Rheinland-Pfalz ve Kuzey Ren-Vestfalya'da neden olduğu sel felaketinde sel sularına kapılan bir Alman kadın günler sonra Hollanda Rotterdam’da ortaya çıkmıştı.

Felaket bölgelerine söz verilen yardımlar henüz yerine getirilmemişti. Bölgeye gaz ve elektrik yeni yeni verilmeye başlanmıştı. Atık yığınların temizlenmesi henüz sonuçlandırılamamıştı. Temmuz ortasındaki sel felaketinden sonra sular çekildiğinde, sokakları dolduran, hasarlı ya da kirli mobilya ve elektrikli ev aletleri, gıda maddeleriyle dolu buzdolapları ve erzak dolapları, çamaşır makineleri, kanepeler, masa-sandalye takımları, kitaplar ve daha birçok eşyanın temizlenme çalışmaları imkansızlıklardan dolayı henüz bitirilememişti. Bölgeye ulaşım, hasar gören yollar nedeniyle aksamaya devam ediyordu.

Sel felaketinde yardım etmek için bölgeye gelen 200 gönüllü için geceleme ve bir inşaat malzemeleri çadırı ile  inşa edilen konteyner köyü halkın yardımlarıyla zor şartlar altında görevlerine devam etmeye çalışıyorlardı. Yetkililer söz verdikleri yardımın önümüzdeki günlerde bölgeye ulaşacağını bildirmişlerdi. İnsanların sorumlulara karşı olan güvenleri kalmamıştı.

Yaşanan felakette sel sularına kapılıp bugüne kadar bulunamayanlar bölgede Drone ile aramak yasak olduğu için leş kokusunu yüz metreden fazla uzaklıktan alan "Gölge" isimli  Tilki ile aranıyordu.  

*

Kahvede kendisi gibi bir kaç müşteri dışında kimseler yoktu. 3 G günleri ve günler sürecek ıslak günler başlamadan, yazlık kahveler kapanmadan önce aşısızlar ve bir aşı olanların bir kahvede şartsız oturma günleri yakında bitecekti. Yazlık kahvelerin kapanması, insanların kapalı alanlarda oturmaya yönlendiriyordu ancak burada yasalar devreye giriyordu ...

Dur Yolcu ! Eğer iki aşı olmadıysan giremezsin.

Hastalığı geçirip iyileşmediysen giremezsin.

Testin yoksa giremezsin…

İyi de aşı olmamakta direnip üç liralık bir kahve için 75 Euro test ücreti ödemek ne kadar akılcıydı acaba?

Oysa ortaya konan bilimsel veriler, aşının halkın sağlığını koruma ve pandeminin yayılmasını engellemek için önemli olduğunu göstermiyor muydu? O zaman aşıdan kaçmak çare değildi.

Ya haftada birkaç kez para karşılığında test ile normal bir yaşam sürülecekti ya da evlerde kalınıp sosyal yaşamı sanal alem çöplüğünde dolaşan ruh hastalarının, küfürleri, ilkellikleri, bencillikleri ve umarsızlıklarını okuyarak yaşamak zorunda kalınacaktı.

Eyalet Sağlık Bakanları toplantısında, aşı olmayanların pandemiye yakalanması ya da karantinaya girmesi halinde, çalışanların ücretlerinde (Lohnfortzahlung) kesinti yapılması ve çalışanların aşı olup olmadığını işverene bildirme zorunluluğu kararı alınmıştı. Bugüne kadar her fırsatta aşısının zorunlu olmayacağını vurgulayan hükümet ve sağlık bakanları, aldıkları bu kararlarla herkesi aşı olmaya adeta zorlamaktaydı. Hükümet aşı konusunda endişeleri gidermek için bilgilendirme, aydınlatma, bilim insanlarının daha fazla toplumla buluşmasını teşvik etmeli ve aşıyı kolay ulaşılabilir hale getirmeli Irkçı-faşistlerin, komplo teoricilerinin aşı karşıtlığı üzerinden yarattığı endişelere karşı halkın daha fazla bilgilendirmeliydi. Yapılması gereken buydu.

ahmet yıldız

Son masaya iki Yugoslav işçi oturdu. Ucuz, kalitesiz traş losyonu masaların arasından dolaşıp burnundan içeri girdi ve kendisini öksürttü. Rahatsız olmuştu. Son dönemlerde babası da bu tür kokulardan rahatsız olup dakikalarca öksürüyor, ilaç kullanmak zorunda kalıyordu.

Yan masaya siyah deri ceketli uzun boylu iki Alman kadın oturdu. Sporcu görünüşleri vardı. Basketbol, voleybol gibi sporlardan birini yapıyor olabilirlerdi. İkisi de neşeli, güler yüzlü, rahat tavırlı ve güzeldiler. Bakımlıydılar. Sabun kokuyorlardı. Birbirlerine bakıp gülümsedikten sonra birer sigara yaktılar. İkisi de latte ve maden suyu ısmarladılar.

Bisiklet yolunu tıkayan bir sürücüye, iki kadın bisikletli bağırarak tepki gösterdi. Ehliyeti nerden aldın sorusunu geçip doğrudan, “Arschlog” diyerek yollarına devam ettiler. Almanya’nın tek küfürüydü –Arschlog en ufak bir olumsuzlukta Almanların kullandığı ilk kelime oluyordu. 5-85 yaş arası tüm Almanlar her gün en az bir kez kullanıyorlardı. Arabanın içinden orta parmağını gösteren bir el çıktı ama bisikletliler uzaklaşmıştı.

Belediye binasının karşısındaki tarihi kilisenin çanları çalmaya başladı. Değişik ritmlerle 2 dakika kadar çaldı sonra tek vuruşlarla bitirdi vermek istediği mesajı. Tehlike mesajı olabilir miydi? Belki de birisi ölmüştü. Belki de Türklerin Almanya’ya gelişinin 60. yılını kutlamak için çalmıştı?

Bu güne kadar diğer Alman Cumhurbaşkanlarının yaptığı gibi Steinmeier da, Türkiye'den işgücü göçünün 60. yıl dönümü nedeniyle duygusal ve edebi bir konuşma yapmıştı. Max Frisch‘in 1965 yılında söylediği ve 60 yıllık göçün Almanya macerasını özetleyen, “Biz işçiler çağırdık ama insanlar geldi“ tanımlamasına övgü dolu sözlerle devam ederek, “Çocuklarınız ve torunlarınız bu Almanya'yı inşa etmeye devam ediyor. Ve bunun için bizim onlara ihtiyacımız var. Bunlar sanatçılar, müzisyenler, girişimciler ve aşı geliştiriciler, hakimler ve savcılar, parlamento üyeleri, devlet bakanları veya bakanlardır. Genellikle Alman vatandaşıdırlar. Onlar  ‘göç geçmişi olan insanlardeğiller. Almanya genelinde gençleri, genç kadınları ve erkekleri teşvik ediyorum. Bu toplumu şekillendirmeye yardım edin çünkü bu sizin toplumunuz! Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” diyerek Almanya’da yaşayan ve hem kendi ülkesi hem Almanya tarafından dışlanan Türk kökenli göçmenlere gelecek için moral aşılamıştı.

Babam Muzaffer Buyrukçu‘nun, Almanya’ya ilk gelişi 1980 yılındaydı. Gelir gelmez ona yaptığım köşede notlar almağa başlamıştı bile. Birkaç gün sonra öğrendiği ilk Almanca kelimeleri not edip tek başına dışarı çıkmaya, gazete, ekmek almaya başlamıştı. Her gün yaşamının yeniliklerini not ediyordu. Akşamları geç saatlere kadar yazılar yazıyor, notlar tutuyordu. İkinci gelişinde bana aşağıdaki yazıyı okumuş eksik ve fazlalarını sormuştu.  

Almanya’ya önce işçiler, sonra işsizler, sonra da sığınmacılar gitti.

“Teknolojide en büyüktüler. İnsanın maddesel mutluluğunu çoğaltacak sayısız aygıt üretiyor, uygarlığın yüzünü güldüren harikaları sergiliyorlardı. Bu yönden (her yönden değil) aramızda hiçbir zaman aşılamayacak sarp kayalıklar vardı. Belki de bugün bulundukları noktaya bile gelemeyecektik, onlar hep ilerde olacaklardı.

ahmet yıldız

En iyi bir biçimde yaşayabilecekleri olanaklara sahip oldukları halde gözlerinde  bakışlarında, tuhaf, tedirgin edici pırıltılar vardı, yalnızlıkla hüzün kıpır kıpırdı. Dalgın, düşünceli, içe dönüktüler, benliklerindeki yuvalarda saklanıyorlardı tek başınayken. Sanki, geçmişlerinden kapmak istiyorlarmış da geçmişten kopartacak yöntemi bulamamış, geçmişle bugün arasında boyuna gidip geliyormuş, iki dönemde birden yaşıyormuş gibiydiler. (Özellikle yaşlılardan orta yalılardan söz ediyorum) Elbet yaşayacaklardı, çünkü geçmişlerinde kişisel serüvenlerinden başka ölüler, yaralılar, sakatlar, yitikler ve öldürdükleri, yaraladıkları, sakatladıkları, evlerini barklarını yerle bir ettikleri kimselerin izleri ve geçmişlerinde üç kıtayı içine alan kocaman bir mezarlık. Dante'nin cehennemini gölgede bırakan bir cehennem vardı. Evet, dünyada kopan İKİNCİ KIYAMET'i Hitler önderliğinde başlatmışlardı. Tabii kıyameti başlatırken çeşitli isteklerin, çeşitli hayallerin etkisi altındaydılar... sevinçten uçuyorlardı; kazanmak, kazanmak, kazanmaktı, hep erekleri; biriken servetleri yağmalamak, verimli topraklara, madenlere el koymak, petrol kaynaklarını Cermen İmparatorluğunun haritasına almaktı ve zenginleşeceklerdi, milletlerin efendisi olacaklar, o korkunç insana zararlı gururu tadacaklar, belki de yirminci yüzyıla yepyeni bir Roma’nın temellerini atacaklardı. Ve yakıp yıkarak, ezerek, boyun eğdirerek güçlerini, ırklarının üstünlüğünü kanıtlamışlardı. Milyonlarca düşünen, yaratan, üreten, sevişen, güzelliklerin arkasında koşan ve insanlığı mutlu kılacak çareler arayan varlığı, otlarıyla, ormanlarıyla, meyveleriyle, çiçekleriyle, tavuklarıyla, sığırlarıyla birlikte yok etmişlerdi "Benim mutluluğum ancak senin mutsuzluğunun üstünde kurulur.'' düşüncesini çağrıştıran bir düşünce vardı bu eylemlerinde. Andre Siegfried, bu konuda şunları söylüyordu. ‘Barbardırlar, sadisttirler, zalimdirler, kötü mizaçlıdırlar, başkalarının felaketinden hoşlanırlar. / Kendi tutuşturduğu yangının karşısına geçip Neron gibi ağlarlar; ana-babasını öldürdükleri çocuğu heyecanla okşarlar / Almanlar, felaket karşısında sanıldığından daha az acı duyarlar çünkü onlarda geçmişin üzerine sünger çeken bir yenileşme ruhu, sıfırdan başlamaktan yana şaşırtıcı bir yetenek vardır.’ der ve bu çelişkili tutumu şöyle açıklar. ‘İncelikleriyle kabalıkları iç içedir ve bu çelişkide Alman ruhu yatmaktadır. Ama bu karakteri oluşturan etkinliklerin özünde toplu olarak katlettikleri Yahudilerin katkısı büyüktür. Bir, bakıma Yahudi kültürü ve inceliği Almanları yetiştirmiştir...

Ama her çıkışın bir inişi vardır, kimi görkemli yükselişlerden sonra utandırıcı düşüşler başlar. (Örnekleri çoktur) Hiç kimse sürgit yeni, utku kazanamaz; koşullar, raslantılar, bilinen ve bilinmeyen güçlerdeki değişim buna izin vermez. İşte, durup dururken cezalandırdıkları kitlelerin ölmeyenleri derlenip toparlanmış, bu kez (her şey ters dönmüş) onlar cezalandırılmıştı Almanları. Yıkımı, yoksulluğu, yoksunluğu, onursuzluğu, ahlaksızlığı, (Römarek’ın, Simmel’in ve daha binlerce yazarın romanları bu konuları işlemişlerdi) bütün şiddetiyle yaşatmışlardı. Ve Almanlar, ektiklerini biçmişler, ülkelerin bölünmesine yol açmışlar, Romalılar'dan miras kalan üstün ırk ilkesini hor gördükleri insanlara çiğnetmişlerdi. Ve ne yazık ki ırkının yüceliğiyle öğünen ülke yenilgiden sonra kozmopolit bir kimliğe bürünmüştü. Kadınları, kızları yeni egemenlerin metresleri, sevgilileri, karılarıydı; doğan çocuklar Amerikan, İngiliz Fransız, Rus, Polonyalıydı.  Ve savaşın arkasından yıkılan Almanya‘yı onarmak, yeni, Amerika'nın güdümünde (Almanlar Amerika'ya hâlâ savaş tazminatı ödüyor) bir Almanya kurmak için ekonomik sosyal, kültürel alanlarda bir atılım başlatınca bizim gibi geri bırakılmış ya da bıraktırılmış acın yatıp gücün kalkanmemleketlerdeki ucuz işçi potansiyeline gözlerini çevirdiler. Çalışacak insan toplulukları akın ettiler Almanya'ya. Davulla zurnayla karşılandılar ve onlara serseri Alman'ın bile yapmaya tenezzül etmediği işi verdiler. Ama bizimki durumundan memnundu, çünkü para kazanıyordu, kazandığıyla bir şeyler alıyor, hayalinde bile görmediği bir takım şeylere sahip oluyordu. Bizimkiler cennetteydiler ve yoksul yaşamlarını hem paralarla hem eşyalarla hem de gönül serüvenleriyle zenginleştiriyorlardı, istedikleri bu değil miydi? İstediklerine kavuşmuşlardı, bu durumun hiç değişmeden sürmesinden yanaydılar.

Yalnız Almanlar açısından işler çatallaşmıştı. Dört-beş yıl sonra dönmesi gereken Türkler dönmüyorlar, aileleriyle, çocuklarıyla, eğitimleriyle, kültür düzeyleriyle Almanları tedirgin eden sorunlar yaratıyorlardı. (Türkler böyle yağlı bir dilimden vazgeçemezlerdi çünkü köylerinde, kasabalarında, kentlerinde görmediklerini görmüşler, uygar olmanın nimetlerinden bol miktarda yararlanmışlardı ve güzelliğe, rahatlığa, insanca yaşamaya eşyalarla birlikte olsa da alışmışlardı. Otomobilleri, minibüsleri, kamynları, Tır‘ları, meyhaneleri, dükkanları, magazaları, fırınları, lokantaları vardı, buzdolapları, televizyonları, banyoları, elektrik ocakları vardı, videoları vardı, seks filmleri dahil dünyada çevrilen bütün filmleri izliyorlardı, kerhanelere, barlara, randevu evlerine gidiyorlardı çekinmeden. Kendi aralarında sanki Türkiyedeymiş gibi eğleniyor, koyunlar, kuzular kesiyor, rakılar içiyor, saz çalıyor, türkü söylüyorlardı. Ayrıca Türkiye de söylenmesi ,yazılması yasaklanan duşünceleri rahatça koyuyorlardı ortaya. Bir de Almanyada yaşayanların yaşamları güvence altına alınmıştı, çalışmasa bile sigortalar maaş ödüyorlardı... Almanyadaki mal mülklerinin dışında Anadolunun çeşitli bölgelerinde yatırımlar yapıyorlardı: Fabrikalar kuruyorlardı, arsalar, evler, çiftlikler alıyorlardı, kıyı yağmalarına onlar da katılmıştı. Bir ayakları, Türkiye’de bir ayakları Almanya’daydı. Uçaklarla, otobüslerle, otomobillerle memleketlerine mal taşıyorlar, yakınlarını, dostlarını akrabalarını bir yandan sevindiriyorlar, bir yandan da kızdırıyorlardı; Almanya’da hela bekçisi, çöpçüsüydüler ama Türkiyede patrondular, işverendiler artık.

ahmet yıldız

Ama ekonomisini dünya standartlarının en üstüne çıkarmayı başaran ve bu çarkı bundan böyle kendi elemanlarıyla döndüreceğine inananlar Türk işçilerinden (yani Türklerden) bir an önce kurtulmanın formülünü arıyorlardı.  Kendiliğinden gitmeyeceklerini biliyorlardı, öyleyse bir takım çekici öneriler gerekti... Tuttular, 'Altı ay içinde geriye dönerseniz size onbeş bin mark vereceğiz.' dediler. Bu çekici bir öneriydi ve birkaç bin kişi “Evet” demişti,ama bir buçuk milyon kişi söz konusuydu. Yasaları, doğrudan doğruya kovmayı engellediğinden yabancılarla ilgili yaptırımları ağırlaştırdılar... Girme koşullarını sertleştirdiler, 'Vize' koydular, sığınmacıların her isteğini kabul etmediler, gelmişlerini geçmişlerini, siyasi tandaslarını araştırmaya koyuldular.  Yasa masa kar etmiyordu. Gitmiyorlardı... Kafalarına vursan da, sopayla kovalasan da gitmeyeceklerdi.

Türklerin Almanyadan uzaklaşmalarını istemelerinin arasında sadece ekenomilerine katkıda bulunamayacakları gerçeği yoktu, daha başka, daha önemli gerçekler vardı. Sözgelimi Türkler, Hristiyanlığın karşıtı bir dini İslamlığı benimsemişlerdi, bu yüzden İslamlığın ilkeleriyle, buyruklarıyla ve camileriyle gelmişlerdi; gelenekleriyle, görenekleriyle, bilgisizlikleriyle, bili nçsizlikleriyle, hatalarıyla, yanlışlıklaryla ve ilkellikleriyle gelmişlerdi. Yadırganan bir konumları, Avrupa milletler topluluğunu sinirlendiren bir kültürleri vardı. Tepeden tırnağa dinle yönetilen, dine göre düzenlenmiş bir yaşamın içindeydiler ve insani değerleri kısıtlıydı. Öteki yabancılar için (İtalyan, İspanyol, Yugoslav, Portekizli, Yunanlı) böyle bir yadırgama söz konusu olamazdı. Çünkü bu yabancılar Almanlar gibi giyiniyor Almanlar gibi domuz eti yiyor, içiyor, onların dua ettikleri kiliselerde dua ediyorlardı. Ve böylece-kültürleri, gelenekleri ayrı olmasına karşın Hristiyan oldukları için toplumsal ve bireysel uyum sağlıyorlardı. Oysa Türkler, Hristiyanlığın savaştığı bir dinin üyesiydiler. Aslında iki din de (aralarında insan kapma yarışı vardı ve sürecekti bu yarış) birbirlerini reddetmeseler de yaşama geçiriliş yöntemini reddediyorlardı. Bu durumda Türklerin Almanlarla kaynaşması, uyum-denen insanlığın en zor sorununu gergekleştirmesi olanaksızdı. (Gerçi bilinçli aydınlardan, Alman yaşamını beğenenlerden ve öyle bir yaşamın özlemini duyanlardan uyum içinde olanlar, Almanlarla öykülerini birleştirenler az değildi) Ama büyük çoğunluk hem ekonomik hem sosyal, hem kültürel, hem dinsel nedenlerden ötürü istenmiyordu. Türkleri görmek, Türklerle konuşmak, yanyana yürümek, bir parkta dinlenmek, bir mağazadan alış veriş etmek, bir meyhanede bir bardak bira içmek, öfkelerini kabartıyordu.

Nefret ediyorlardı Türklerden. Ters ters bakıyorlardı, iş vermiyorlardı, işten kovuyorlardı sudan bahanelerle, evlerini Türklere kiralamıyorlardı.

Bütün bu olumsuzluklara karşın Türkler, Almanya özgür bir ülke de kendi ülkeleri bir sömürgeymiş, işgale uğramış ve orada yaşama koşulları sıfıra indirilmiş gibi geri dönmemekte ısrar ediyorlardı. Her çeşit hakarete katlanıyorlardı.

Tam bu sırada Nazi örgütleri, (dazlaklar) ortaya çıkmıştı. Hitler’in ilkelerini benimseyen ve Almanyayı büyük utkulara ulaştırmak hayaliyle çırpınan milliyetçi guruplar, (onlara fanatik dedikleri zaman gülüyorum) Türkleri yıldıracak, korkutacak eylemlere girişmişlerdi; vuruyorlar, yaralıyorlar, evleri kundaklıyorlar, yakıyorlar, kadınlarına kızlarına tecavüz ediyorlar, çocuklarını kaçırıyorlar, boğuyorlar bir göle, bir ormana atıyorlarlardı..

Bizimkiler, bu korkunç yitikler karşısında bile kıllarını kıpırdatmıyor, ağızlarına sıçan Almanlara tapmaya devam ediyorlardı.

"Allah insanı açlıkla, çaresizlikle terbiye etmesin!" derler ya bizimkiler, böyle bir tehlikeyle karşılaşırız korkusuyla Türkiyeyi ağızlarına almıyorlar, (Dönme konusunda almıyorlardı, yoksa öteki konularda her an kafalarında, her an yüreklerinde, her an dillerindeydi Türkiye, öyleki Türkiye gerçeğinin baskısından kurtulamadıkları için Almanyayı göremiyerlardı) burada kalarak Alman köleliğini seçiyorlardı. Çünkü bu paralı bir kölelikti.

Benim garibime giden başka bir şey vardı. Anasına avradına sövenleri, şöyle bir yan bakanları vuranlar, öldürenleri yıllarca mapus damlarında çile çekenler ama erkeklik ve efelik gururlarına toz kondurmayanlar, nasıl oluyor da Almanların sövgülerine, yüzlerine tükürmelerine, igrenmelerine, kendilerini bir Hint paryası gibi yüzünce  sınıf insan yerine koymalarına katlanıyorlardı ve böyle bir yaşamla (dehşet bir şeydir) övünüyorlardı?

Gerçekten de Almanlar, Türklerle birlikte olmak istemiyorlardı. Türkler, artık fabrikalarında çalışmamalı, evlerinde oturmamalı, sokaklarında gezmemeli, meyhanelerinde içmemeliydiler. Türk adı, Türk imajı, Türk görüntüsü ürpertiyordu adamları.  (Elbet içlerinde Türkleri sevenler, Türklere saldıranları, küçümseyenleri yerenler, insan hakları bildirgesindeki evrensel maddelerden söz edenler, Türklerle dostluk, arkadaşlık kuranlar vardı ama onlar azınlıktaydı. Geniş halk kitlesi Türklerin kovulması düşüncesine eylemlerle katılmıyordu ama derin sessizlikleriyle Devlet tarafından organize edildiğini ve salt Türkler için eyleme geçmelerine izin verildiğini sandığım Nazi örgütlerinin yaptıklarını destekliyorlardı.)

Bu korkunç trajedi kalıplarını zorlayan bir durumdu.

Bana göre Almanya'nın böyle küçük oyunlara, hilelera başvurmasına hiç gerek yoktu. İşyerlerinde gerçekten de Türklerin çalışmasını, Almaya’da barınmasını. kendi çıkarlarına aykırı buluyorsa altı ayda ya da bir yılda Almanya’yı terketmeleri konusunda karar alabilirdi ve bu kararı zamanı gelince yürürlüğe koyabilirdi. Yoksa böyle davranmamasının özünde benim bilmediğim, hiç bilemeyecegim nedenler mi vardı? "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" gibisinden kendi halkını sindirmeye yönelik bir tavır, bir siyaset mi oluşturuluyordu?

Aslında Türkiye’yle Almanya, öteki Avrupa ülkelerinin hiçbirine benzemeyen köklü, içtenlikli bir ilişki içindeydi. Yüzyıllar önce bizim toplumsal ve bireysel yaşamımıza girmişlerdi. Sanki çok uzun zamandan beri ortak bir öyküyü yazı yorduk ve her zaman Almanlara saygılıydık. Almanları seviyorduk, Alman karakterini örnek gösteriyor, Alman ahlakıyla mallarını göklere çıkarıyorduk. Yeryüzunde tek beğendiğimiz, tek güvendiğimiz millet Alman milletiydi., Türkiyede bir Alman kolonisi vardı,  okulları vardı, tiyatromuzu, operamızı yönlendiren, yüksek bir düzeye çıkartmaya çalışan Almanlardı. Alman şiiri, romanı, felsefesi yerli, kültürümüzün sınırlarını genişletme gücüne sahip bir yapıdaydı.  Ünlü generalleri çökme dönemindeki Osmanlı ordusunu düzene sokma çalışmaları yapmıştı. En önemlisi.Birinci Dünya Kıyametinde düşmanlara karşı birlikte, omuz omuza çarpışmıştık. Birbirimiz için kanlarımızı dökmüştük. bu kan dostluğu bütün dostluklardan üstündü. Ayrıca Hitler'in hışmından kaçan öğretim üyelerini, bilim adamlarını, sanatçılarını yıllarca konuk etmiştik.

Alınanlar bizim durumumuzda olsalardı biz onlara zulmederek acı, çektirerek, korkutarak, gündüzlerini gecelerini tedirginliklerle zehir ederek kaçırtmaya kalkışmazdık: Terör örgütleri kurdurup Almanları, hedef göstermezdik.  Peki Almanların bu tutumlarını nasıl açıklayacaktık?

Naziler (yapanlar yakalanmıyordu tabii, hem niye yakalansın ki, yakalananlara da polis çok yumuşak davranıyor, kanıt yetersizliği yüzünden bırakıyorlardı) Türklerin yalnızlıklarından, bir örgütte birleşmemelerinden, kendi aralarında boğuşmalarından, sağ-sol kavgasını yürütttiklerinden yararlanarak: yaşlıları bile dövüyor, öldürüyor, evlerini yakıyorlardı. Kaç aile çocuklarıyla birlikte yanmıştı... Peki bu cinayetlerin hesabı sorulmayacak mıydı?”

Sorulmamıştı!

60 yıldır hiç bir şeyin hesabı sorulmamıştı!

Zaten öyle bir düşüncede olan da yoktu. Ana toplumun gölgesinde kurulan paralel toplumdan kurtulup kendini ana damarların güvencesi altına alan tüm yerel politikacılar neden orda olduklarını ve oraya gelmek için verdikleri mücadeleleri unutup sistemin içinde eriyiveriyorlardı. Yapılanların hesabını sorabilecek kişiler bir süre sonra yapanlarla ayni resmin içinde yer alabiliyordu.

*

Arkasında kalan masaya biri uzun boylu, beyaz tenli, asker traşlı bir Alman ile orta boylu esmer, beyazlanmış saçlarını siyaha boyatmış 70 yaşlarında (yaşından çok gösteriyor olabilir) zavallı, çaresiz görünüşlü bir göçmen oturdu. Alman Cappucino, diğeri ise kahve söyledi. Garson yanlarından uzaklaşınca konuşmaya başladılar. “Çok konuşan çocuk az dinler ve öğrenemez” dedi Alman. İzin alıp bir sigara yaktı. “Problemli olan çocuğa ailenin destek olması çok önemli. Ona yanında olduğunuz duygusunu aşılamanız lazım. Dışlarsanız kaybedersiniz. O zaman Gençlik Dairesi bugün olduğu gibi çocuğunuzu sizden alır ve bakıcı bir aileye verir…” dedikten sonra yasanın nasıl işlediğini anlattı. Ayni sorunların sadece göçmen ailelerinde değil Alman tarafında da yaşandığını, böyle hassas ve bir gencin geleceğini etkiliyecek konularda Gençlik Dairesinin ayrımcılık, yabancı düşmanlığı düşüncesiyle hiç bir ailenin elinden çocuğunu almayacağını anlattı… “Siz 17 yaşındaki oğlunuzun sizi dövmesine rağmen yurda gönderilmesini istemiyorsunuz ama bizden yardım etmemizi istiyorsunuz…”

“Evet. Çocuklarımız yurtlara ve başka ailelere verilecekse neden çocuk yapıyoruz o zaman?”

“O zaman bu soruyu kendinize yöneltmeniz gerekir. Neden çocuk yaptım nerde başarısız oldum. Oğlum beni neden dövüyor?“ dedi, sigarasını hırsla kül tablasına bastırdı. “Size bir kez daha anlatayım sonra isterseniz bir avukata başvurabilirsiniz. Bizim Gençlik Dairesi olarak sizin oğlunuzu yurda gönderme yetkimiz yok. Önce bunu bil. Sonra sizin ailenize destek olan sosyal pedagoglar ve mahkeme bu konuda karar verirse oğlunuz yurda gönderiliyor ama bu onu kaybettiğiniz anlamına gelmemeli. Sonrasında aranızdaki ilişkilerde gözle görülür bir düzelme olursa ve bu konuda sosyal pedagoglar bu doğrultuda bir rapor verirse o zaman oğlunuz tekrar evine dönebilir ama vermezse o zaman bakıcı bir aileye verilme söz konusu...“ dedi. Garsonun masaya bıraktığı   Cappuccino’sundan bir yudum alıp bir sigara daha yaktı.

Gökyüzündeki güneşin enerjisi azdı bugün. Tutumlu davranıp tüm sıcaklığını yansıtmıyor, önünden geçen bulutlara engel olmuyordu. Zaten bu yıl Almanya olarak şikayetçiydik kendisinden. Kül kedisindeki üvey anne gibi bizi dışlamış, o sıcacık, şefkatli kollarıyla bizi saramamıştı.

Kara bir göçmen bulut gölgesi çöktü üzerlerine.

Bir sigara yakıp gökyüzüne baktı.

Erdem Buyrukçu
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)