'Gelecek'in güvenlik aynasında yazgıya frendir akıl / Tahsin Şimşek
Doğan Kuban’ın anısına saygıyla Doğan Kuban’ın “Gelecek”[1] esintisiyle yol çıkan, “Neyi yaşıyoruz? Gelecekte bizi ne bekliyor?” sorularıyla yol alan bir yazı bu. Bir düşün “mimar”ı Cumhuriyet aydınının anısına saygı yazısı. II. Dünya Savaşı koşullarında sendeleyen 1950’lerden sonra Cumhuriyet rotasından tamamen çıkan bir ülkenin geldiği noktayı irdeleyeceğiz. Süt tozunu süte, margarini zeytinyağına yeğleyen bir ülkenin… Batı’nın tır şoförlüğünü, komünizmle mücadelenin sınır neferliğini seçen; laikliği paganizm, demagojiyi demokrasi sanan ülkenin… Şu üç dizem, demek istediklerimin kısacık özeti olmalı: “Hiç bırakmadı hiç / Yakamızı / Şu laf ü güzaf ağrısı” DÜNÜN KALITI Batı’da Rönesans yaşanırken Osmanlı’da cehaletin saltanatı yaşanıyordu. Ne adına? Din adına. Sinan, Piri Reis, Katip Çelebi, Itrî dışında Rönesans’ın kapısından çevrilmeyecek kaç Osmanlı sayabiliriz? Hadi yoklayın belleğinizi. Bir tek felsefecimiz, matematikçimiz, kimyagerimiz var mı? Bu olgu, yaşamı donduran, kendini durduran Osmanlı cehaletinin doğal sonucudur kuşkusuz. Doğan Kuban, “Osmanlı’nın en büyük ve en etkili mirası bu cehalettir.” derken hiç de abartmıyor. Bilim, felsefe, coğrafya; müzik, heykel, resmi dışlayan hiçbir toplum onmamıştır. Batı, daha doğrusu çağdaş insan, İslam’a mı karşıdır; yoksa bu iflah olmaz cahilliğe mi? Bunu halkına, ulusal kültürüne karşı çıkmak olarak algılamak cehaleti katmerlemektir. Fransız Devrimi, birileri için Gezi Parkı ayaklanmasından farklı bir şey değildir kuşkusuz. Öyle bir ihtilal niye Paris’te gerçekleşti de İstanbul’da değil? Çünkü 1789 Paris’inde erkeklerin % 90’ı, kadınların % 80’i okuma yazma biliyordu da ondan. Aşağı yukarı aynı tarihlerde bizde Kabakçı Mustafa’lar isyan ediyordu. ÇAĞDAŞ KÜLTÜR OLGUSU Çağdaş kültür, Rönesans sonrasının kültür ve sanat birikimdir. Çağdaş kültür, yaşamı dondurmaya reddiyedir. İnsana saygı, estetiği kutsama, sanat üretimine ertelenmez destektir. Etnografya müzelerinin o donup kalan folklorik kalıtlarıyla yetinmeme, onu yenileme ve aşma iradesidir. Çağdaş kültür, Mecnun çöllerinden yaşama dönüştür. Çağdaş kültürde, bilim ve sanat insanı, kapitalist döngünün bir çarkı değil, başvuru öznesidir. Bu dünyada her şey ithal ediliyor; en güçlü silahlar, en modern arabalar, hatta demokrasi(?)… Bir tek şey ithal edilmiyor, edilemiyor; uygarlık Çağdaş kültürde, demokrasi tabldot yemek değildir. Demokrasi; cep telefonu, otomobil, beton seferberliği, çekçek keyfi hiç değildir. Demokrasi aspirin, parol, diazem, rohipnol de değildir. Sakallı Celal’in dediği gibi, “batıya giden vapurda doğuya koşmak” hiç değil! O Doğu, Suudi Arabistan, Katar, Pakistan, Afganistan, Malezya’dır kuşkusuz. Çağdaş Kültür, sömürge olgusu da değildir. Evet, Kızılderili kırımı, savaş sanayi, naylon üretimi, gaz salınımı hiç değil… Batı’nın formüle ettiği “Ilımlı İslamlık” da…. O uygarlığı yaratan kültürün dokusunda, doğanın ve yaşamın tekdüzeliğine isyan vardır. BUGÜNÜN DÜNYASI Çağdaş kültürü mayalayan Batı’dır kuşkusuz. Magna Carta, Rönesans, Fransız Devrimi; Boccaccio, Dante, Leonardo Da Vinci, Michelangelo, Raphael, Montaigne, Cervantes, Shakespeare, Goethe ile. Kolay olmadı elbet aforoz, endüljans, engizisyon kültürünü aşmak. Biz ne zaman aşacağız bilmem, şu fetva ve lanet kültürünü? Batı, bu birikimine karşın, çok da arı duru değil. Sorun, çağdaş kültürde değil elbet. Sorun, o kültürün parçalarının bir birinden koparılmasında; ama milliyetçilik, ama kapitalizm, ama küreselleşme adına araçsallaştırılmasında. Ha hitler yapmış bunu, ha Trump… Bir başka sorun, halk oyunun sıradanlaştırılmasında. İşte somut bir örnek, Amerikalılara soruluyor; Hiroşima’nın bombalanmasını, yüz bini aşkın insanın bir bombayla ölmesini, ondan daha çoğunun sakat ve hasta kalmasını onaylıyor musunuz? Onaylamayalar yalnızca % 4.5; Halkın % 95.5’i orada da “evet”çi. Evet, “Yetmez ama evet”çiler orada da çoğunlukta. Bu dünya, kendi yaşam standardını korumak için, sömürmeyi sürdüren % 20’nin dünyası. Bazılarına göre, bu bir “Amerika rüyası”. Kimine göre Marilyn Monroe’nun savrulan eteği… İnsanlığın yanıtlaması gereken ilk soru şu: “Bırakınız yapsınlar” mı daha önemli; kendini bırakmamayı bilmek mi? Yaşadığımız, küreselleşme cilalı bir “Keskin Sirenler Çağı”. O keskin adamları, Trump, Putin, Bolsonaro, Orban’ı seçenler de kendi ülkelerinin insanları. Küreselleşme, salt Amerikanlaşma mı olmalıydı? Küresel kültür karşında ürkekleşen o kadim kültürlere ve dillere ne oldu? Hani nerde o zarif Fransızca; Niye Dostoyevski’nin dostu çok az artık? Öylece yapayalnız? Sanatın değerinin, çoksatarlıkla (bestseller) ölçüldüğü bir çağ. Hayvanlara gösterdiğimiz duyarlığı özeni, göstermeyelim demiyorum elbet, niye dilleri ve kültürleri korumada göstermiyoruz. Nasıl olsa başının çaresine bakar deyip bir başına niye bırakıyoruz insanı. Oysa kendini korumada insan, o denli yalnız ve güçsüz ki!... Bu küreselleşmede, insanlar, babalarından çok, zamanın çocukları artık. Reklam beşiğinde büyüyen çocuklar. Analarının çocukları hiç olamadılar zaten. Sıcak, sevecen… Çünkü ana kuzusu olmayı, saflıkla, çağdışılıkla eşlediler hep. Evet, reklamın başarısı ile tüketicinin aptallığı arasındaki o doğru orantıyı görmek gerekir. Peki, reyting nedir? Vasatın alkışı, TV ve çetleşme kültürünün obez dökümü… Evet, şu çağdaş cehalete ve tembelliğe yapılan hazır yemek servisi... Bu post-modern dünyada, herkes bezirganlaştığı için, bilim de pazarda aranıyor arık. Bilime,bilim insanına teknolojinin, dahası iktidarın kapıkulu gözüyle bakılıyor. Görülmesi gereken gerçek şu; bilimi dışlayan teknoloji bağımlılığı. kimseyi adam etmediğine göre bizi de etmeyecek. Unutmayalım ki, akıl, yazgının, kör gidişin frenidir. Elbette aklın eğitime yol gösterdiği, gösterebildiği toplumlarda. HAL-İ PÜRMELALİMİZ Biliyorsunuz, Türkiye, 21 yüzyıla AK(?) bir iktidarla bismillah dedi. Örgütlü cehaletin partisiyle. Mustafa Sabri, İskilipli Atıf, Saidi-i Nursi modellemesi bir yapılanmayla… Ziya Hurşit kinine, Necip Fazıl halüsinasyonlarına takıntılı... Olabildiğince kindar ve dindar… Onun hafızasında 31 Mart’lar var, Sivas’lar var… Ebussuad’larla Yunus’un “süt dişleri”ni sökenlerin çocuklarıdır onlar. Törensel boy göstermeler dışında Mevlana’ya da dönüp bakmazlar. Küfür sözcüklerini inançlarına göre listelerler: gavur, Moskof, Ermeni, Yezit, Kızılbaş, Dürzi… Gel de bu sürekli çemkirip havlayan sapkınlık ve cehalet karşısında, Cemal Süreya’yı anımsama: “Kurt altı yavru doğurur / Köpek olur bunlardan biri.” Sanatçılar Girişimi’nin bildirisine imza atan ressam, yontucu, müzisyen, yazar, şaire “güruh” diyen cahiller iktidarı. Demokrasiyi, “söz”den, “eleştiri”den, “düşünce”den soyutlayıp salt oya indirgeyen cahiller iktidarı. “Beklediğimiz sanatçı” nutuklarıyla, bilim adamına ve sanatçıya racon kesen, neyi nasıl yapmaları gerektiğini öğretmeye kalkanlar iktidarı… Cemal Süreya bu günleri görseydi, şifa için hangi panzehirden söz derdi kim bilir? Adım başı laikliği sorgulayan, laikliği paganizm sanan, insanoğlunun binlerce yıllık arayışının öyküsü mitolojiye baştan düşman; salt icazetle ve inayetle yaşamaya alışmışların iktidarı. Meyveli ağacı taşlamayı hüner sayanların taşıma su uygarlığı. Dünün bugünün işi de değil bu. Bu bir olgu; kökleri Osmanlı’da, 1950’den beri de bu böyle. Bu ülkede şeriat isteyenlerin oranı, ne yazık ki % 15. Bu oran, Afganistan (99) ve Pakistan’ın (84); onca acıyı yaşayan Filistin (89) ve Bosna-Hersek’in (20) çok gerisinde olsa da bir devrimi gerçekleştirmiş Türkiye için çok fazla. Üstelik her gün çoğalıyor bilime ve çağdaş değerlere olan bu direnç. Aşı karşıtlarının öncüleri de bunlar. Kanıksamak, ölümcüldür. Düşünce özgürlüğünün kapısına kilittir kanıksamak. Yalana alışmak. Dahası bu “men dakka dukka”lı takıyyeye evrileli, bukalemunu da unuttuk bir yerlerde. Bukalemun, ekose kumaş üzerinde yolunu kaybederdi; bunlar oldukça kararlı ve inatçı. Bu kararlılık, aydınımıza “hayır”ı da unutturdu. Sorgulayan, eleştiren, muhalefet eden dünya aydını değil artık bizim aydınımız! “Yetmez ama evet” diyen, sallabaş aydın… Literatürdeki adı da “Liberal İhanet”. Bizde, her halk oylaması, siyasi reytingdir. Doğal olarak cehaletin iktidarı riskini taşır. Hele çoğunluğu oluşturan fukaralar, bir de sadakaya muhtaçsa… 2007, 2010, 2017 halk oylamalarının getirdiği nokta ortada. Fukaranın değil, zenginin iktidarı. Değillerse bile zenginleşmeyi bilenlerin… Freni unutup sürekli gaz pedalına basanların… Vasat demokrasiden sırtüstü otokrasiye geçenlerin… Nedir otokrasi? Özçekim sıtması! Kendini öne çekip herkesi geri plana atma hastalığı. Kültürü, diploma fotokopisi sanma... Cahil sendromu, köleliği kutsamaktır. Hatta peygamberi ümmilikle… Yunus’u da… “Cahil halkın ferasetine güveniyorum.” diyenlerin profesör olduğu bir toplumda, diploma da bir şey ifade etmeyecektir elbet. Umberto Eco’nun “sitemle bütünleşen” dediği, bizim “koyun” dediklerimizdir onlar. Doğan Kuban’ın, “Bugünü görmek istemiyorlar, dünü unutuyorlar, yarını düşünmüyorlar.” dedikleri. Bütün Doğu’nun yaşadığı olgu bu. Ne diyor Doğan Kuban: “Çağdaş dünya düşüncesinin izleyicileri bir futbol kulübü mensupları kadar hiç olamadılar.” Doğan Kuban soruyor: “Bağnazlık tarihini yeniden yazmaya çalışan çağdaş bir toplum modeli olur mu?” Olmaz! Marmaray’dan “dombra”yla geçse de “zafer”ini, Zafer Hava Alanı”na inerek kutlasa da… Beyni ipotekli tüketici robotlar olmakla, cüce Herkül’lere dönüşmekle modern de olunmuyor, çağdaş da. Ne olunduğu ortada; heykele “ucube” demek öğreniliyor, inek heykelinin memesindeki sütün debisi ölçülmeye çalışılıyor… Ve kendi taşranda yaşamak kutsanıyor… Bir heykele, bir resme, hatta bir şiire, öyküye salt sanat eseri olarak görmek yetmez. O, her şeyden önce doğaya, insana dönüşün estetiğidir. Yaşamın inceltilmiş gözlemi, derinliğine araştırmasıdır. Sanatın genetik kodları, bilimle örtüşür önce. Leonardo da Vinci’nin çizimleri önümüzde işte. Bir dili, salt sözcükler dizgesi görmek neyin nesidir. Dil, düşünmektir, üretmenin varsıl kapısıdır. Anadille açılır duygu dünyasının, şiirin, sanatın kapısı. Bu ülkede, nicedir kendi anadilini, Türkçeyi dışlamak çağdaşlaşmak sanılıyor. Eğitimlerini yurtdışında yapanlara, yıllarca yurtdışında yaşayanlara kulak vermek külfet sayılıyor. Cahit Arf, Oktay Sinanoğlu, Doğan Kuban, Cengiz Bektaş, Aziz Sancar ne diyor diyen bir Allah’ın kulu yok! Niye İtalya, Almanya, Fransa’da öğretim dili İngilizce değil diye de soran… Sorarlarsa, ezberleri bozulacak, foyaları ortaya çıkacak. Ülke tarihini de kent tarihini de yazan; o ülkede, o kente yaşayanların tarih bilinci, sanat sevgisidir. Cehaletini iktidara, taşrasını kente taşıyanlar yüzünden, o Cumhuriyet’ten, o İstanbul’dan bugüne ne kaldı? Ayyaş Mehmet, köyün imamı olduysa, bir şey demeye gerek var mı? Evet, her şeyin özeti, bu halk fıkrasında. Kim ne oldu sorusunda. Önümüzde, ilkçağda Romalının, bir zamanlar Osmanlının, daha dün bütün Batı’nın, bugün ABD’nin yaptığını yapacak bir dünya olmadığına; yani sömürecek yeni bir coğrafya bulunmadığına göre yapıp yapacağımız tek şey kalıyor geriye. Kendimizi sömürtmemek, bunun yolunu, yollarını arayıp bulmak. İlk çare, tüketimden üretime dönmek, köyden kente göçü önlemektir. Beyni aç olanın karnının doyduğu nerede görülmüş? Kapitalizm, sömürü ve korkuyla kendini besleyen bir satın alma düzenidir. İlk satın alınan da insandır. Beyin göçü, bu nedenle bu ülkenin en büyük sorunudur. Nasıl aşacağız bu keskin dönemeci? Aklın frenine basa basa… Yetkin bilim, sanat insanlarımız olacak, onlara güveneceğiz önce. Evet, toplumun bilime talebi olacak önce. Toplum, araştırmaya niye % 1’den az pay ayrıldığını sorgulayacak önce. Çevre duyarlığı bir bilince dönüşecek önce. İnsana insan olduğu için değer vereceğiz. Kadın erkek demeden... Evet, uygarlık, insanı boğmayan disiplindir; toplumun ve insanın kendini kontrol mekanizmasıdır. O düzendir uygarlık; doğayı yok etmeyen, zenginleştiren... [1]Kuban Doğan, Gelecek, Cumhuriyet Kitapları, 2. Baskı 2011 *Berfin Bahar, 285. Sayı Kasım 2021 Tahsin Şimşek
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR