BİR DOSTLUĞUN SENFONİSİ (1)

GİRİŞ

Bu yazıyı yazmaya başladığımda, elinde Ritsos'un kitabı, en güzel fotoğraflarından birinde, en güzel gülüşlü ve halk ozanı Enver'in, halk duruşlu, oturuşlu bir fotoğrafıyla göz gözeyim. Yalınlığında derinlik, sessizliğinde sözsüz ve susarak anlatma ustalığı, anarak yaşamayı ilke edinmiş bir halk ozanı eşlik ediyor bu yazıya.

Seyranbağları Huzurevi'ndeki bir görüşme anında çekilmiş. Fotoğrafı çeken İbrahim Demirel. 1979 ya da 80 yılı olmalı demişti, kendisine sorduğumda. Dostlarıyla söyleştiği bir anında, yatağında otururken çektiği bu fotoğrafta oldukça mutlu görünüyor Enver Gökçe.

Kitap kapağının bütün yüzeyini kaplayan gülümsemesinin yer aldığı fotoğraf, 2009 yılında Antalya'daki bir etkinlikte, dinleyicilerin birinden duyduğum aşağıdaki sözünü çağrıştırdı. Metin Demirtaş'ın özverili çabaları sonucu ANSAN'ın (Antalyalı Sanatçılar Derneği) ev sahipliğinde gerçekleştirilen etkinlik oldukça kalabalık bir kitle tarafından izlenmiş. Aralarında konuşmacı olarak Fikret Otyam ile o yıl Antalya'da bir dostunun evinde konuk olan Rıfat Ilgaz da bulunmuş. Çok da güzel bir konuşma yapmış. Sahnede oturduğu yerden olup biteni izlerken, kendi kendine mırıldandığı sözleri dökülüp gelmiş diline, karşısında sevgi gösterilerinde bulunan coşkulu kalabalığı görünce.

Bizi hatırlayan dostlarımız da var demek…”

Metin abinin çabaları sonucu, tam 29 yıl sonra, 21 Mart 2009 tarihinde yine ANSAN'da düzenlenen bir etkinlikteydik. Vecihi Timuroğlu Metin Demirtaş, Ahmet Zeki Muslu, Bedriye Korkankorkmaz, Ramazan Turgut da vardı.

İKİNCİ BİR MUZAFFER ŞERİF OLAYI YAŞATMADI İLHAN HOCA

İlhan Hocaya dönersem. Türkiye'ye, ikinci bir Muzaffer Şerif olayı yaşatmadı yaşamasına ama kendini el memleketine sürgün etmekte buldu çareyi. Onun böyle bir yol izlemesi, çözümü bu yolla arayıp bulması, kendine fırsat yaratması, adına ne denirse, aldığı bu karar onu, ikinci bir Muzaffer Şerif yapmadı. Ama Türkiye'de kalsaydı eğer, çok rahatlıkla ikinci bir Enver Gökçe ağlatısı (trajedi) yaşatılacaktı kendisine, bunun da farkındaydı. Türkiye'de kaldığı sürelerde de anasından emdiği süt burnundan getirildi. Her neyse…

Kendi kendime sorup durduğum sorularım oldu hep. İlhan Hoca ile Enver Gökçe'nin, dahası, Türkiye'nin siyasal mücadele tarihinde bizlere onurlu bir tarih bırakmış bu 167 komünist aydın, sanatçı ve yazarları kim kendine ayna tuttu merak içindeyim. İnsancı kişilikleri, devrimci, sosyalist ve komünist kimlikleriyle hepsini sonsuz saygıyla anıyorum.

İKİ KUTUPLU DÜNYADAN ÜÇÜNCÜ BİN YILIMIZ

Öğretmenlik yıllarımda, öğrencilerimle paylaştığım ve sürekli yinelediğim bir söz vardı, her ders başında sınıf tahtasına yazar dersime öyle başladım:

Sorusu olmayanın yanıtlardan yararlanma hakkı yoktur. Onun için arkadaşlar, hayata, insana, yaptığımız her işe dair sorularımız olmalı. Her söylenen ya da okuduğumuz, duyduğum her şeye balıklama inanmak yerine, akılcı ve bilimsel kuşkuculuğumuzu canlı tutalım, derdim. Benim de o yılardan edindiğim bu deneyimle kendime sorularım oldu, Enver Gökçe İlhan Başgöz dostluğu üstüne düşünüp yazdığım bu sıra. Eminim ki aşağıdaki sorularımı çoğu zaman sizler de kendi kendinize sordunuz.

Bir insanı anlatmak, onun ne kadarını anlamaktır, bilmektir?

Ya da bilmediklerimiz, onun ne kadardır?

Peki anlatamadıklarımız onun bıraktığı tarihin ne kadarıdır?

Bizler ne kadar anladık onların verdikleri mücadeleyi ve yapıp ettiklerini?

Dahası bizler, bizden sonrakilere onları anlatabildik mi gerçekten?

Bilgi çağını yaşadığımız üçüncü bin yılımızda, her şeyin bu kadar çoğalarak yaygınlaştığı, tekniğin baş döndürücü bir hızda böylesine çeşitlendiği günümüzde, bu (b)ilgisizliğimizi neye yormalı, nasıl açıklamalıyız diye de sorup duruyorum kendime. Çünkü o dönemin siyasal koşulları, dünyada olup bitenler, hiç de iç açıcı bir gelişmeyi sunmuyordu insanlığa. Bir yanda iki kutuplu bir dünya.  Öte yanda Batı emperyalizminin kışkırtıp el altından da desteklemeyi ihmal etmediği Hitler'in şişirilmiş yükselişi. Bunda Batılı sömürgeci devletlerinin payı büyük. Özellikle ABD'nin öncülüğünde, Sovyetler'e ve ulusal kurtuluş savaşı vermiş ve başarmış ülkelere karşı “soğuş savaş” başlattılar.

Dünyanın bugün geldiği küreselleşmenin” altyapısını oluşturdular. Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” tezini küreselci ekonomistler emperyalizmin güdümündeki tüm ülkelerde, işbirlikçi işbirlikçi iktidarlar aracılığıyla hap” diye yutturdular. 1940larda bunu başarmaya kalktılar ama olmadı, başaramadılar. Zira bunun tarihsel koşulları hazır olmayan bir süreç yaşanıyordu dünyada. Ülkemiz bağlamında da henüz tarihsel koşulları hazır olmayan bir sosyalist ve komünist mücadele vardı. Türkiye Komünist Partisinin bu koşullarda ortaya çıkması, 3500 yıllık geleneğe sahip sömürgecilik karşısında bebekliğini tamamlayamadığı bir emekleme dönemi yaşıyordu. 10 Eylül 1920’’de kurulan Türkiye Komünist Partisi, 951 Tevkifatı’na kadarki, 31 yıllık tarihinde, tek parti de dahil, iktidarların korkulu rüyası olmuş. Menderes iktidarı buldozer gibi geçti üstlerinden. Taht kavgalarıyla ünlü Osmanlı’da, tahta geçen Bayezitkardeşi Cemi nasıl boğdurup öldürttüyse, işbirlikçi Menderes iktidarı da, Türkiye Komünist Partisinin 167 onurlu üyesine, Sanasaryan Hanı’nda olmadık işkence yöntemleriyle, ölümlerden ölüm beğendiren işkencelerden geçirildiler.

Bütün bu olumsuz gelişmelerin içe yansıması ise tam bir kabus dönemini yaşatmıştır Türkiye'ye. Özellikle 1940'lardaki Tek Parti dönemi ve sonrasında Menderes iktidarında yaşananlar, tam da bugünün hazırlıklarıydı. Komünistlere kan kusturulurken, Hitler hayranlığının da tavan yaptığı bir Türkiye yarattılar. Tek Parti dönemi ve on yıllık Menderes iktidarı bir karabasan dönemidir. Üç bin beş yıllık sömürge tarihi düşünüldüğünde, daha bebeklik dönemini yaşayan komünist solun üstünden buldozer gibi geçtiler…

TARİHİN ÖĞRETTİKLERİ

Tarihsel ve toplumsal koşulları oluşmadan ortaya çıkan her ilerici hareketin yenilgisi kaçınılmazdır. Diyalektik bir yasadır bu. MS 500'lü yıllarda, insanlığın ilk sosyalisti (proto sosyalist) Mazdek, ondan üç yüz yıl sonraki Babek hareketi, Anadolu Selçuklu dönemlerinde Babailer Ayaklanması, Baba İshak Ayaklanması, Osmanlı döneminde Şeyh Bedreddin Mahmut İsyanı, Şahkulu Ayaklanması, Bozkurt Celal İsyanı, Pir Sultan İsyanı, Yavuz'un Çaldıran kırımı... Mansur'dan Nesimiye, Pir Sultan'dan Denizlere bütün devrimci hareketler, kendi tarihsel ve toplumsal koşulları olgunlaşmadan ortaya çıkan bağımsızlık hareketleridir.

Dünyanın değişen siyasal dengelerinin Türkiye'ye yansıması da çok acı olmuştur. Çok partili sisteme geçme denemesinde komünist solun kökten tırpanlanması, partilerin kapatılıp, partililerin tutuklanmasına karşın sağa alabildiğine hoşgörülü yaklaşılmıştır. Sol partilerin tamamen kapatılmasının ardından, Celal Bayar Menderes ikilisinin 7 Ocak 1946'da kurduğu DP'nin artık, yasal bir parti olarak seçime girmesinin önü açılmıştır.

Demokrat Parti, 7 Ocak 1946'da kurulduğundan yedi ay sonra, 21 Temmuz 1946 yılında yapılan seçimlerde 62 milletvekiliyle, muhalefet partisi olarak meclisteki yerini alır.  Kurulduğu yıl yapılan seçimlerde azınlıkta kalıp, 4 yıl sonra yapılan seçimlerde (14 Mayıs 1950) 27 yıllık tek parti dönemini de sona erdirir. Türkiye Cumhuriyeti'nde çok partili seçimle iktidarı kazanmış ilk Türk siyasi parti olur DP. Sırasıyla 1950, 1954 ve 1957 seçimlerini art arda kazanır. 1960a kadarki iktidar döneminde olanlar oldu. Türkiye, 2. Dünya Savaş’ında tarafsız kalmayı başardı başarmasına ama perde arkasından da Almanyayı Sovyetlere karşı resmi olmayan yöntemlerle desteklemiş.

1952 yılında, sırf NATOya üye olmanın karşılığında binlerce kilometre ötede, hiçbir sınırımız olmayan bir ülkeye asker gönderildi. Üç yıl sonra, Koreye , Türkiyeden tam bağımlı bir Türkiye... Bu başarıyı gösteren tek Türk siyasal parti olarak tarihteki yerini alır. Demokrat Parti, 27 Mayıs 1960 İhtilali ile iktidardan düşürülür, 29 Eylül 1960'ta kapatılır.

***

1940'lar dünyasının siyasal gelişmelerinin acı sonuçları, savaşa girmeyen Türkiye'de 200 kadar komüniste fatura edilir. Biz böyle bir ülkeyiz işte. Bugün dünden farklı değil iktidarın faşizmi yönünden. Ama muhalefet açısından baktığımızda, 1940-1951 arasındaki 11 yıllık süreçteki örgütlü komünist mücadelenin, bırakın bir benzerinin yaşandığına, deyim yerindeyse, yanından bile geçemeyecek kadar bir geriliğe düşmüştür bütün çeşitliliği ve tüm unsurlarıyla Türk solu…

Tek parti dönemi de, on yıllık DP dönemi de sola, komünist sola izin vermemiştir. Ne zaman başlarını kaldırdılar, gürzler tepelerine indirilmiştir. Sol muhalefeti olmayan, 1940-1960 yılları arası, hayatlarının en verimli dönemleri 951 Tevkifatı'yla cehenneme çevrilmiştir. Menderesin korkulu rüyası olan Türkiye Komünist Partisi üyeleri, belki de dünya tarihin en ağır işkencelerini yaşayan bir parti olmuştur. On yıllık iktidarının her anında, döneminde, yediği aşta, içtiği suda elleri kan içindedir. ABDnin en güvendiği işbirlikçi iktidarı olmuştur. Türkiyenin bugünlerinin tohumları ABDA tarafından Menderes eliyle ekilmiştir Anadolu topraklarına. İlhan Başgöz de Enver Gökçe de dava arkadaşları gibi, Sansaryan Hanı'nın  Tabutluklar bölümünde ölümlerden ölüm yaşatılan sınavlardan geçirildiler.

ÜÇ YIL SONRA TABUTLUKLARDA...

İlhan Başgöz, 1953 yılında Tabutluklar'da Enver Gökçe ile üç yıl sonra yeniden karşılaşır. Bir rastlantı mı yoksa ikisi için bir yazgı mıdır bu bilemiyorum, İlhan hoca gözaltına alınıp daha önce Enver Gökçe'nin kaldığı Sansaryan'daki 3 numaralı odasına konulur. Duvarda, Enver Gökçe'nin bir şiiri ile İnce Memet türküsünün bir dörtlüğünün yazılı olduğu türküyle karşılaşır. Dil Tarihten kalma alışkanlıkla hücresinin demir kapısına failâtün'le vurur. Aynı ses kalıpları bu kez 12 numaralı hücrenin kapısından yanıt olarak gelir.  İlhan hoca ile Enver Gökçe, üç yılın ardından bir kez daha buluşurlar. İki ay sonra da Harbiye mapushanesinde görüşürler.

(Devam edecek…)

Ali Ekber Ataş
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)