Son Dakika



Siren sesleriyle uyandı yine bizim sokağın sakinleri. Saatler 04.20’yi gösteriyordu; sahura kalkar gibi kalktık sıcak yataklarımızdan. On beş gündür hiç şaşmadı; her gün aynı saatte uyandırıldık. Uyandırma servisi gibi çalışıyordu polisler. Cevher abiyi arıyorlardı; Hayri amcaların Hukukta okuyan büyük oğlu. Ama biraz erken olmuyor muydu; sabahın suyu mu çıkmıştı? İki haftadır hiç sektirmiyorlardı mübarekler. İlle de uykumuzu zehir edeceklerdi. Komşuya çat kapı misafirliğe geliyorlardı sanki. Onun bile vakti, zamanı vardı. “Oldu olacak yatıya kalsalar bari” dedim içimden o küçük aklımla “sabaha karşı pijamalı içtimaya gerek kalmaz, pusuyu birlikte kurardık evlerimizde…!”

Okula gitmemize daha üç saat vardı nerdeyse… Babam da bir garip; hem “Ne bu yahu her gün, her gün… niçin işkence edersiniz millete?” der, hem de “Biraz daha yatın çocuklar, uykunuzu alın!” diyeceğine, “Bu bir fırsattır oturun dersinizi çalışın, eksik bilgilerinizi tamamlarsınız!” diye bir öneri yumurtlardı. Polislerin baskınından memnunmuş gibi…

Pencereden bakınca, bu kez durumun farklı olduğu görülüyordu; sokak baştanbaşa polis ve jandarmayla kaynıyordu. Sokak ortasında resmigeçit yapacaklarmış gibi dizilmişler, mahalleyi teslim almak için emir bekliyorlardı. Askeri darbe dedikleri şeyle yüz yüzeydik ve sanki darbe bizim mahalleye karşı yapılmıştı. “Neler oluyor? Bugün düşman topraklarına girer gibi bir ordu göndermişler! Bu kadarı da fazla! Bizi ne zannediyorlar bunlar?” diye söylenirken babam, kapı zili çaldı acı acı. Kapıyı açmak yine O’na düştü. Kapı açılır açılmaz asker elbiseli üç kişi girdi içeri; koca postallarıyla bir ordu girdi sandım... Korkmadım desem yalan olur; az kalsın altıma kaçıracaktım. Koskoca Genel Müdür Yardımcısı olan babamı kenara iterek, “Evde yaşayan herkes, kimlikleriyle birlikte tek sıra halinde salonda toplansın; arama yapacağız.” dedi baştaki “çocuk” olanca ciddiyetini takınarak. O kadar genç görünüyordu ki, benden sadece birkaç yaş büyük gibiydi. Pijamalı ve uykulu halimizle, verilen komuta uyduk hemen. Manga başı olarak babam ve biz, beş kişi iki dakika içinde hazır ol vaziyetinde “emir ve görüşlerine” hazırdık. Askerlikle ilgili ilk deneyimim de böyle oldu.

Elinizde mahkeme kararı var mı demek ne babamın ne de bizim aklımıza bile gelmedi. Gelseydi sorabilecek miydik acaba?.. Babamın sonradan söylediğine göre başlarındaki rütbeli, “yeni mezun” bir teğmendi. Teğmen bizim kimliklerimize bakarken diğer iki asker odaları aradı postallarını vura vura; kapıları, dolap kapılarını çarpa çarpa. En sonunda da Hukuk ikinci sınıfta okuyan abimi bazı kitaplarıyla birlikte alıp götürdüler yanlarında, arkalarında koca bir hava boşluğu bırakarak. Babamın ısrarları ve annemin yalvarmaları, ağlayıp sızlanmaları fayda vermedi. Yaklaşık iki saat süren operasyon sonunda, hapsi de üniversite öğrencisi 17 gençle ayrılmışlardı mahalleden. Anlaşılan, “Bu kez boş gelmeyin lan! Kimi bulursanız alın getirin!” emrini veren komutanlarının dediğini yapmışlardı. Kurtlar sürüye saldırmış, kuzuların bir kısmını telef edip yanlarında götürmüşlerdi sanki.

Buz gibi olmuştuk; böyle bir operasyonu hiç beklemiyorduk. Kapkara bir fırtına bulutu gibi mahallemize girip-çıkan “Devlet”, güya devletliğini göstermiş yatak odalarımıza girerek bir güzel bellemişti anamızı. “Bellenen annem” ağlarken, babam onu sakinleştirmeye çalışıyordu, “Merak etme hanım, oğlumuza hiçbir şey yapamazlar, bak gör iki gün içinde salıverirler” diyerek. Ablam ve ben ise oturduğumuz yerde tir tir titriyorduk; korkudan, sinirden, soğuktan ve de…

Ne uyuduk ne ders çalışabildik sabaha kadar; düşündük durduk arpacı kumrusu gibi. Çok kötü şeyler geçti aklımdan; olmadık düşler kurdum. Bildiğim kadarıyla ne abimin ne de bizim bir suçumuz yoktu. Bize bunu yapanlar suçlu bulduklarına ne yaparlardı acaba?... “Abimi niye götürdüler abla?” diye sordum sessizce. “Ne bileyim, herhalde Cevher abinin yerine diyedir… Bir çeşit rehin derler buna!” “Rehin mi dedin abla?” … Bir de bu çıkmıştı şimdi. Cevher abiye kızmak istemiyordum ama ya abim onun yüzünden gittiyse…” diye düşünmeden de edemedim. Babam bir ara kömür sobasının havalandırma deliklerini açmayı akıl edip uyandırdı da, donmaktan kurtulduk.

O gün ben de, ablam da okula gitmedik. Babam da sesini çıkarmadı. Daha küçüktüm, bu yüzden, neler olup bittiğini tam olarak bilmiyordum. Büyüklerin konuşmalarından da fazla bir şey anlamıyordum. Sorunca da “sen daha küçüksün aklın ermez böyle şeylere!” diyorlardı. Babama göre ise bunlar siyasi konulardı; sadece siyasilerin işiydi. Öğrenciler bu gibi işlere fazla karışmamalıydılar… O gün babam işe gittiğinden, ona soramadığım soruyu ablama sordum. “Muhtıra, darbe nedir abla?” dedim. Ablam durdu, şaşırmış gibi yüzüme baktı; biraz düşündü: “Askerlerin yönetime müdahale etmesi veya el koymasıdır. Nerden çıktı bu şimdi?” yanıtını verdi. “Nerden çıkacak hepiniz bunu konuşmuyor musunuz?” dedim. “Konuşuyoruz ama… sen bize bakma, büyükler bazen böyle şeyler konuşurlar!” yanıtını verdi.

“Anladığım kadarıyla darbe, arkadaşıma kızınca, ayağına çelme atıp düşürdüğüm gibi, askerler kızınca da hükümeti düşürüyor öyle mi?”

“Biraz öyle, biraz öyle değil; ben de tam bilmiyorum! Anlayacağın bu iş biraz karışık!”

 “Abla ya! Biz Atatürk’ün partisinden olduğumuza göre, hükümette de karşı parti olduğuna göre, biz darbeden yana mıyız?.  Eğer onlardan yanaysak, neden gecenin bir yarısı abimi ve arkadaşlarını götürdüler?”

“Karga bokunu yemeden diyeceksin ki laf tam yerine otursun! Sana kısaca şöyle diyeyim: Polis abimizi ve arkadaşlarını duvarlara “Bağımsız Türkiye” yazdıkları için götürdüler.”

“Şimdi anladım! Bağımsız Türkiye ne demek?”

“Bağımsız Türkiye demek, hiçbir devletin egemenliği ve etkisi altında kalmadan siyasi, ekonomik ve kültürel varlığını sürdüren Türkiye demektir.”

“Ne var bunda kızacak, bunu ben de istiyorum! Onlar istemiyorlar mı abla?”

“Bu konu fazla karışık, benim küçük kardeşim! Kusura bakma! Bunu ben bile açıklayamam sana; beni aşar! Abin geldiğinde ona sor sen bunları; o daha iyi bilir!” diye yanıtladı.

Ablam da sıkışınca topu abime atıyordu. Lise ikiye gelmiş insan hiç bilmez miydi bunları.

***

Yıl 1971, 12 Mart dönemiydi; insanlar ne sesini çıkarabiliyor, ne de derdini anlatabiliyordu; sus pus olmuştu bütün mahalle. Az değildi; sokağın üstünden balyoz harekatı geçmişti.  Bu öyle bir geçişti ki, asfalt yol üzerinde, yıllarca izleyeceğimiz postal izleri bırakmıştı. Tıpkı benim kafamda bıraktığı izler gibi. Herkes birbirine soruyordu, “…şimdi ne olacak, ne yapacağız?” diye. Üç gün bekleyen babam, abim gelmeyince duramamıştı. Yan apartmanda oturan, 27 Mayıstan kalma Albay emeklisi Tahsin amcaya gitti ne yapabiliriz diye. Tahsin amca durumu az çok hepimizden iyi biliyordu. “Şu anda ortam çok karışık, hiçbir şey yapamayız; ortalık biraz yatışsın sonra bakarız!” demişti. Ayrıca Tahsin amcanın dediğine göre, siyasi eğilimi nedeniyle hedef seçilen mahalleye gözdağı vermek için yapılıyordu bu sabahın köründeki baskınlar ve ev aramaları. Böylece kaçağın insafa gelip teslim olacağını düşünüyorlardı.

İki hafta sonra götürülen gençlerin 12’si salıverildi, abim dahil diğerleri hala onların elindeydi. Cevher abiyle çekilmiş fotoğrafı olanlar bırakılmamıştı söylendiğine göre. Abim iki yıl geride olmasına rağmen hem okul, hem de mahalle arkadaşıydı onun. Ayrıca mahalledeki gençlerin çoğunluğuyla da fikir arkadaşıydı. Cevher abiyi bahane edip, mahalleyi basmaları da bundandı, ablamın söylediğine göre. Bir çeşit cezalandırmaydı yani. Mahallede onu sevmeyen, saymayan yoktu; büyük küçük herkes onu akıllı, çalışkan, herkesin yardımına koşan biri olarak bilir ve tanırdı.

Babam bir hafta izin aldı; başka tanıdıklara da gitti, danıştı, yardım istedi; ama eli hep boş döndü. Kimsenin eli bir yere ulaşmıyor veya bulaşmak istemiyordu. En güvendiğimiz insanlar bile uzak duruyordu bizden. Bunların bir de, “O da karışmasın büyüklerin işlerine, okulunu okusun. Bu işler çoluk çocuk işi değil. Bir yaptığı var ki götürüyorlar!” demeleri vardı ki… O anlarda dipsiz bir kuyuya bakar gibi kalıyorduk orta yerde. Ama yakın komşularımız bizi yalnız bırakmadılar; sık sık evimize gelip moral verdiler…

Polis ve askerin sabah tacizleri devam ederken bir sabah baktık ki, sokağın girişine bir konteyner konmuş, gelenden geçenden kimlik soruyorlar. Babam, “Bunlar sokağın başına geçici karakol kurmuşlar; vallahi bu kadarına da pes doğrusu! Mahalleyi cezaevine döndürüp, bize de mahkum muamelesi yapmak istiyorlar. Hepimizi alıp götüremediler ya… Güya bizi teslim alacaklar. Vay babam vay! Koskoca Türkiye Cumhuriyetinin düşürüldüğü hale bakın!.. Bu böyle olmayacak çocuklar! Bir şeyler yapmalıyız!” deyip durdu sinirinden. Annem tekrar ağlamaya başladı sessiz sessiz. Ablam, “Ben bugün okula gitmeyeceğim; evimize kimliğimizi göstererek gelip gitmek istemiyorum! Bu bana hakaretmiş gibi geliyor,” deyince ben durur muyum, “Sen gitmezsen ben de gitmem!” deyivermişim. Babam ise, o ciddi duruşu içinde, “Sakın ha çocuklar; onlara inat hem işimize, hem okulumuza gideceğiz. Gideceğiz ki onlardan korkmadığımızı, hatta ciddiye bile almadığımızı görsünler. Bu davranışınız evde oturup pasif direniş yapmaktan daha onurlu ve daha etkileyicidir.” diyerek bize bir ders daha verdi.

***

Üç ay sonra bırakıldı abim solgun yüzü ve zayıflamış haliyle gelince, önce korku duvarına sonra da bayram yerine dönmüştü bizim ev. Günlerce cezaevinde yaşadıklarını anlattı bize; sabahın köründe uyandırmalar, marş söyleyerek koşturmalar, mıntıka temizliği; sık sık sorguya çekilmeler. Her sorguda Cevher abiyi sormalar: “Nerde saklanıyor, yanında başka kimler var; mahalleye geliyor mu? En son ne zaman geldi?” gibi… Tutuklanıp dönenler birer kahraman olmuştu biz çocukların gözünde. Arkadaşlarım sık sık bize gelir abimi soru yağmuruna tutarlardı. Babam onları hem azarlar, hem de onlara öğüt verirdi; “Neyini merak ediyorsunuz cezaevinin; askeri birliğin içinde soğuk barakalar işte… Sizin başka işiniz yok mu çocuklar? Gidin derslerinize çalışın; orada merak ettiğiniz her şeyin yanıtı var. Bu konulardan da uzak durun! Daha çok gençsiniz ilerde tüm bunları öğrenecek zamanınız olacaktır; göreceksiniz!” diyerek.

Dört ay geçmesine rağmen, barakadan karakol, hizmete devam ediyordu bizim sokakta. Biz onlara onlar da bize alışmıştı; mahalleden sayılıyordu artık. Komşulardan bazıları çay, pasta, börek gibi yiyecekler de götürmeye başlamıştı yesinler, içsinler de “ısırmasınlar!” diye. Özellikle gencecik askerlere acıdıklarından yapıyorlardı bunu. Bu arada polisler de sebepleniyordu tabi. Bir ara bu ikramların amirleri tarafından yasaklandığı söylense de çok geçmeden yeniden başlamıştı. İkram reddedilemezdi; “…yeter ki işin tadını kaçırıp karakolda gün yapmaya kalkmasınlar!” diyesiymiş amirleri.

Mahalle sakinlerini az çok tanımışlardı, bu yüzden de sadece dışardan gelenlere kimlik soruyorlardı bir süreden beri. Cevher abi hala yakalanmamıştı. Nerde olduğunu duyan bilen de yoktu. Annesi babası çocuklarının bir yerde yakalanıp öldürülmüş olmasından korkuyorlardı. Belki yakalandı da bilgi verilmiyordu. Çünkü bazı aileler çocuklarının tutuklanmasından aylar sonra haberdar olmuştu. Sıkıyönetimden sual olmazdı; büyüklerimiz memleketin bekası için ne yapacaklarını çok iyi biliyorlardı.

Aylar sonra, Cevher abinin iki arkadaşıyla birlikte Ulukışla yakınlarında yakalandığı haberi çıktı gazetelerde. Cevher abiden sonradan öğrendiğimize göre, gerilla eğitimi yapmak üzere 7 arkadaş Bolkar Dağlarına çıkmışlar. Amaçları da “İnce Memet” gibi Çukurova’ya inip ağalara kafa tutmak, topraksız köylülerin toprak mücadelesini ateşlemek ve tarım işçilerini devrime kazandırmak… Başlarında da o bölgeyi iyi bilen, yakınlardaki köylerden bir genç var. “Osmanlı ordusunun zulmünden kaçan Karaman Beyliğinin binlerce askerini saklayan, koruyan Bolkarlar, bizi mi koruyamayacak” diyerek arkadaşlarını cesaretlendiren O’dur.

Ancak işler istedikleri gibi gitmez. Abim gibi diğer bazı gençler, köy ve dağ hayatına yabancıdırlar; bir süre sonra uyumsuzluk gösterirler. Soğuk, açlık ve hastalıklar peşlerini bırakmayınca oturup bu konuyu tartışırlar. Anlaşılır ki, gerillacılık bir çocuk oyunu değildir; öyle uzaktan uzağa anlatılan hikayelerden çok farklıdır. Tartışma sonunda dördü, “alay konusu olma!” endişesiyle eğitime devam etmeye, Cevher abiyle birlikte iki arkadaşı ise devrimciliği kentlerde, “yani sıcacık evlerde ve okullarda devam ettirmeye” karar vererek gruptan ayrılırlar. Dağdan inerken yiyecek tedariki için uğradıkları bir tanışıklarının hem yiyecek verip hem de ihbar etmesi üzerine yollarını kesen jandarma tarafından yakalanırlar. Gazeteler her ne kadar yakalandı haberi yapsa da için aslı Cevher abinin teslim olmaya karar vermiş olmasıdır. Arkadaşlarıyla ilgili bir arama kararı olmasa da illegal örgüt üyesi olmaktan ve üzerlerinde silah bulundurmaktan dolayı tutuklanırlar.

Aranan; o yüzden mahalleye baskın yapılmasına, evlerin aranmasına ve de kimlik kontrolü yapılarak sokaklarımıza girilmesine neden olan Cevher abiyi yakalamışlardı ama o da ne? Günler geçmesine rağmen sokak başındaki karakol bir türlü kalkmıyordu. Gerçi eskisi gibi bir baskı, üst araması ve kimlik yoklaması yapılmıyordu, fakat sonuçta dibimizde bizi izleyen ve kontrol altında tutan bir grup polis vardı asker takviyeli. Hiçbir şey yapmasalar bile sadece üniformalar bile bizi tedirgin etmeye yetiyordu. Bir kere baştan itibaren aramıza bir soğukluk girmişti; bunu unutmamız kolay değildi. Yahu, arama yapılır diye doğru dürüst bir kitap almaktan, kimlik yoklaması yüzünden yanımızda bir arkadaş getirmekten bile çekinir olmuştuk. Burası cezaevi miydi, esir kampı mıydı? Bir karar verememiştik. Anlayacağınız bizim için zor bir durumdu.

Bir süre sonra mahalleliyi tedirgin eden bomba gibi bir haber daha duyuldu: “Kalıcı karakol kurmak için kiralık bir bina arıyormuş yetkililer.” Babam bir gün söylenerek geldi bu haberle eve. Gene burnundan soluyordu. “Biz geçici karakolun gitmesini beklerken, anlaşılan Devletin güvenlik birimleri mahallemize iyice yerleşmeye karar vermiş. Ne istiyorlar bizden? Devlete karşı ne yaptık? İsyan mı ettik? Karakol mu bastık? Dağa mı çıktık, ne yaptık? Biz vatandaş değil miyiz? Koca bir mahalleyi tedirgin etmek de ne oluyor? Büyükler işlerine gençlerimiz okullarına gidip geliyorlar. Bazı gençlerimiz farklı düşünüyor diye hedef mi yapılmalı koskoca bir mahalle?” diyerek kendi kendine konuşuyordu. Mahalledeki herkes de, babamın kendi kendine, duvarlara, bizlere, pencereden dışarıya doğru yönelttiği bu soruları soruyordu birbirlerine. Ulaşılan yetkililer “sizin güvenliğiniz için” diyorlarsa da kimse inanmıyordu. “Bizim güvenliğimiz daha önce düşünülmemişti de şimdi mi akıllarına gelmişti? Hem, güvenlikle ilgili hiçbir sorunumuz da olmamıştı bugüne kadar. Devletten de buna ilişkin bir talebimiz de olmamıştı mahalle sakinleri olarak!” diyordu babam.

Bu duyumdan sonra, Cevher abinin yakalanmasına rağmen mahalleden gitmeyen ekibe kızmaya başlayan annelerimiz, çay kahve ve yiyecek ikramlarını iyice kesti. “Bundan sonra zırnık bile yok bunlara!” demeye başladılar.

Mahalleli büyük bir direnç göstererek boş ve uygun dairelerin polise kiraya verilmesini engelledi; boş daireler onların yerine inadına üniversite öğrencilerine kiralandı. O günlerde mahallede adeta bir köşe kapmaca yaşandı; Polis bir yandan kiralık daire ararken, diğer yandan da boş evleri kiralayan gençlerin peşine düşüyordu. Onları karakola çekiyor aranıp aranmadığını sorguluyor, hangi okula gittiğini tespit ediyor, adeta fişliyordu. Polisin baktığı daireleri kiralayan bu öğrencileri takibine almıştı. Mahalleli de polisi takibe almıştı tabi. Bu konuda en büyük görev de biz çocuklara düşüyordu. Her gün sokakları tarıyor, muhtemel evlerin durumunu, polisin nerelere baktığını, kimlerle konuştuğunu tespit ediyor, büyüklerimize, abilerimize rapor ediyorduk. Bu amaçla Karakolu da neredeyse ablukaya alıp, Polisin her hareketini izliyorduk.

Bazı komşularımız, kiralık olmayan evlere bile kiralık yazısı asıp, “Biz evimizi siz karakol kurasınız diye kiraya çıkarmadık, evimizi ancak öğrencilere veririz!” diyerek kibarca kovuyorlardı görevlileri. Sanki polisle alay ediyorduk. En sevdiğimiz oyunun bu olduğunu polis nereden bilsindi. Haliyle ilk kez mağlup olmuşlardı. Biz çocuklar ise zafer kazanmanın tadını çıkarıyorduk. “El mi yaman bey mi yaman!” bir de onlar görmeliydiler!  

Birkaç gün sonra da kiralık yazılarının hepsi kaldırıldı, bir daha da asılmadı. Koca mahallede, bütün çabalarına rağmen kiralık bir daire bulamayan yetkililer bu işten bir süreliğine vazgeçtiler. Ancak geçici karakolu da kaldırmadılar. Mahalleye yerleşme konusunda kararlılardı. Ama biz de boş durmuyor, işlerini geciktirmeye, zorlaştırmaya çalışıyorduk. Onları istemediğimizi, geceleri duvar yazılarıyla ifade ediyordu mahallenin gençleri. Onlar gündüz sildikçe abiler geceleri tekrar yazıyordu. Yazanları da bir türlü yakalayamıyorlardı.

 Amaçlarının huzurumuzu bozmak olduğundan mahalleli olarak adımız gibi emindik. Abilerimiz ve amcalarımız adını ilk defa duyduğumuz “komando” dedikleri bir şeyden bahsediyorlardı o günlerde. Anladığıma göre bunlar polisin şiddet için kullandığı sağcı militanlarmış. Karakol kalıcı olursa, onlar da gelir, mahallede sık sık çatışma çıkarmış.

Polisin kiralık daire aramaktan bir süre için vazgeçmesi mahalleliyi umutlandırmıştı. Bazılarımız kesin bir zafer kazanmış olma havasına bile girmişti, bu işe bir daha girişmezler diyordu. Başta Tahsin amca olmak üzere büyüklerimizden bir grup ise sorunlarımızı anlatmak üzere Valiye çıkma düşüncesindeydiler. Sonuçta karakol açma kararı Valiliğe aitti. Bir Bakanlık bürokratı olarak onlara babam da katılmak istediyse de, vazgeçirdiler onu, biz yeteriz diyerek. Ne olur ne olmazdı!..

Mahallelinin itirazı mı, direnişi mi; büyüklerin Valiyle görüşmesi mi etkili oldu bilemedik ama polisin karakol kurma işi önce tavsadı sonra da unutuldu gitti mahallemizde. Bu arada geçici karakol da sessizce kaldırılmıştı.

***

Cevher abilerin yargılanmasına bir yıl sonra başlandı. Silahlı bir teşekkül kurarak Anayasal düzeni ortadan kaldırmakla suçlanıyorlardı. Haklarında idam cezası isteniyordu. Oysa okuldaki işgal eyleminin dışında silahlı ve silahsız hiçbir eylemleri olmamıştı; ancak işgal komitesi üyelerinden biriydi.  Bu durumu O’nu bir örgüt yöneticiliğine götürüyordu. Öyle diyorlardı. Ortada iddianameyi doğrulayacak elle tutulur bir delil yoktu. Yargılama devam ederken 1974 yılında çıkan bir af kanunuyla serbest bırakıldı. Üç yıl sonra da sadece ruhsatsız silah taşımaktan küçük bir ceza aldı,  diğer suçlamalardan ise beraat etti. Cezaevinden çıkan Cevher abi 1978 yılında Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Olur olmaz da avukatlık stajına başladı.

Cevher abi epeyce değişmişti. Eskisi gibi ülke meseleleriyle fazla uğraşmıyor gençlere de uzak duruyordu. Ortalıkta “etkin faaliyet” içinde gözüken siyasi grupların hiç birine katılmadı. “Unumu eledim, eleğimi de astım!” havasındaydı. Fırsat buldukça şiddet ve silahlı eylemlere karşı olduğunu, bu işin silahla çözümlenemeyeceğini söylüyor, özellikle birbirleriyle çatışan fraksiyonlardan uzak durmalarını öğütlüyordu. Bu arada gençlerin, arkasından, “Tabi adam gerillacılığın alasını yapayım derken götü yemedi ya, şimdi bunun teorisi yapıyor!” dediklerini duymuyordu.

Oysa ortalık toz duman olmuş gençler birbirlerini kırıyorlardı. Böyle bir ortamda kendini pasif savunma noktasına getiren Cevher abiyi doğrusu yadırgıyorduk. Bizim için tam bir hayal kırklığıydı; kendime idol olarak gördüğüm adama ne olmuştu böyle? Bütün özelliklerini yitirmiş, sudan çıkmış sıçana dönmüş gibi duruyordu karşımızda. 12 Eylül darbesinin gelmekte olduğunu nedense ilk ondan öğrendik. Sanki darbeyi o yapacaktı… “Türkiye büyük bir provokasyonun içine çekiliyor; tam da uluslararası sermayenin istediği gibi. Bu gidiş iyi bir gidiş değildir; eninde sonunda bir darbe yapıp başta sendikaları, sonra partileri, kitle örgütlerini kapatıp, kendilerine dikensiz bir gül bahçesi oluşturacaklardır.”

Cevher abinin “öngörüsü” 12 Eylül 1980 günü gerçek oldu. Ordu yönetime el koydu. Bu tam bir güneş tutulmasıydı. Ve ne kadar süreceği belli değildi.  Daha 24 saat geçmeden yalın kılıç bizim mahalleye daldılar yine. Evlerimiz bir kez daha didik didik edildi; analarımız bir kez daha bellendi; adeta yolgeçen hanı olduk. Her geldiklerinde ellerindeki listeye bakarak birilerini götürüyorlardı. Bir ara öyle bir noktaya geldi ki iş, gidenler kalanları geçti. Gidenlere neler olduğunu uzun süre kimse öğrenemiyordu. En erken dönen, 6 ay sonra dönüyordu. Ben artık çocuk değildim. Tıp Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydim; beni fırtınadan koruyan bu durumum oldu sanki. Ders çalışmaktan başımı kaldıracak halim olmadığı gibi kitaplarım da sossuzdu. Yine de yaşanan tüm gelişmeleri kavrayacak ve tahlil edecek durumdaydım. Evde annem babam dışında bir ben kalmıştım. Babam emekli olmuştu.  

Ve ilk yaptıkları iş mahallemizde geçici bir karakol kurmak oldu. O zaman anladım ki, devlette deve kini vardır ve bazı şeyleri hiç unutmamaktadır. “Belli ki bizden geçmişin intikamını alıyorlar!” diye düşündüm. Sırf bunun için darbe yapılmış olamazdı ama anlaşılması zor acımasız ve içinde bin türlü oyunun döndüğü bir döneme girdiğimizi fark etmemek mümkün değildi. 12 Mart bir balyoz darbesiyse ve 12 Eylül bir silindir… olarak onu izliyordu ve önüne geleni ezip geçiyordu. Ülkemizin etrafındaki çemberin daraldığını o zaman hissetmeye başlamıştım. Neyin çemberiydi bu…?

Mahallemizdeki geçici karakol, nihayet bir bina kiralanarak kalıcı hale getirildi. Bu 12 Eylül darbesinin bize bir hediyesiydi. Bizim güvenliğimiz içindi; bizi bizden koruyacaktı. Bizim çocuklar, bizi bizden ve de bizim çocuklardan korumak için dayak yiyecekti, işkence görecekti, bizim mahallede. Böyle bir oyun, bin kez düşünsek bizim aklımıza gelmezdi. “Ali cengiz oyunu” deniyordu buna.  Büyükler en iyisini bildiklerini bir kez daha göstermişti. Hele de oyun oynama konularında…

Cevher abi mi? Ona hiçbir şey olmadı. Dört yıldır avukatlık yapıyordu. Etliye sütlüye pek karışmadı. Ne olur ne olmaz, eski defterleri açmaya kalkarlar düşüncesiyle, bir süre ortalıkta görünmedi. Yurt dışına çıktığını söyleyen olduysa da üç dört ay sonra işine de evine de geri döndü. 12 Eylülün yasakçı ve bol davalı işlerinden yararlanmasını bildi. Geleceğin siyasi gelişmelerini ve de oyunlarını az çok tahmin ederek pusuda bekledi. İlk seçim de bazı partilere getirilen yasaklardan da yararlanarak, dört eğilimi birleştirdiği söylenen partinin ilçe teşkilatını kurdu. Bizi bir kez daha şaşırttı. Yakından tanıyanlar O’nun başka bir çıkışının olmadığını, geleceği noktanın bu olmasının hiç kimseyi şaşırtmaması gerektiğini söylediler.

Partisi sürpriz bir şekilde, tek başına iktidar olunca Cevher abi bir kez daha “evrim” geçirdi. Biz sadece sınıf atladığını sanıyorduk. Oysa o bir “cevherdi”; içine aldığı farklı bir elementle yeni bir şeye dönüşebiliyordu. Ne yazık ki, pırlanta olmak varken, O pulu tercih etti: İlk yaptığı iş daha gösterişli bir mahalledeki daha lüks bir eve taşınmak oldu. Arkasından siyaseten güçlü ve zengin bir ailenin kızıyla evlendi. İlk mahalli seçimlerde ilçemizin belediye başkanlığına aday olsa da desteğimizi alıp kazanamadı. O, bizim mahalleye sığamaz olunca bizde onu cezalandırmıştık. Ama O ve onun gibiler, kaybettikleri ölçüde daha çok kazanıyorlardı nedense.  

Böylece bizim için Cevher abi hikayesi bitmiş oldu diyeceğim ama olmadı; 12 Eylülün armağanı olan karakolun adını “Bizim Karakol” olarak koymuşlarsa da, bizimkiler oraya daha çok yakışır düşüncesiyle “Cevher Abinin Yeri” adını verdiler. Mahalleden hiç kimse oraya “Bizim Karakol!” demedi. Hatta orada görevli polis memurları bile…

 

Celal Ulusoy
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)