Son Dakika



Şu sıralar Hasan İzzettin Dinamo’nun Kutsal İsyan ile Kutsal Barış başlıklı anı-romanlarını okuyorum.

May Yayınlarından çıkan kitapları 1973 yılında almışım. Nasıl oluyor da bunca yıl beklettim, bilemiyorum. Doğrusu kendimi çok kınadım. Sanırım çok daha önemli ve öncelikli (!) kitapları okumaktan buna fırsatım olmadı.

Ancak, ben Yakup Kadri’nin Yaban ile Çankaya başlıklı kitaplarını da ancak emekli olduktan sonra okuyabilmiştim. Şimdi 76 yaşında ve yarı felçli “genç” birisi olarak okumaya çabalıyorum. Bilmiyorum, Dinamo’nun toplam 12 cilt olan kitaplarını bitirmeye ömrüm yeter mi; yetmesinı diliyorum.

Umarım birazcık (!) “arabeskimsi” bu girişi yadırgamamışsınızdır; nedensiz değil kuşkusuz: Tuhaf bir biçimde aklıma takılan “- Aydınlarımız gerçekten de aydın mı acaba?” Daha önemlisi, “-Ülkemizde bir de aydınokrasisi mi oluştu?” sorularını yanıtlamaya çabalıyorum.

Görünüşe bakılırsa ilk sorunun yanıtı değişik biçimlerde de olsa pek çok kez verildi. Doğrusunu isterseniz, bulabildiğim yanıtlar beni “kesmedi”; “aydın” görünümüyle ortalıkta gezinenleri izledikçe bu yanıtlara daha çok kuşkuyla yaklaşır oldum.

İkinci soruyu ise şimdilerde daha çok önemsiyorum. Şimdilerde diyorum, daha önceleri bu denli önemsemezdim. Maksim Gorki’nin ölümsüz yapıtlarından Küçük Burjuvalar’ı yıllarca önce okumuş, bu sınıfın insancıklarına ilişkin az çok bilgi sahibi olmuştum.

Gerçekte somut örneğini görebilmek için aynaya bakmam, içinde bulunduğum ilişkileri alıcı gözle gözlemem yeterliymiş… Neyse gençlikle birlikte bu evreyi “az” ya “küçük” sayılabilecek hasarlarla atlatmıştım.

Ancak bir an önce esenliğine kavuşmasını dilediğim Selim İleri’nin Marks’ın “küçük burjuva” tanımından hareketle öner sürdüğü;

“Küçük kentsoylu kendisini var eden iktisatla birlikte uygar dünyanın geleceği için hayli karanlık bir sınıftır. Oysa bugün Türkiye’de bu sınıf giderek güç ve yoğunluk kazanmaktadır.”

tezi aklımdan çıkmıyordu. Üstelik 12 Eylül faşizmi bu tezi somut olarak kanıtlamıştı: Ah o 12 Eylül yıkımları yok mu; o yıkıcı günlerde yaşadıklarım, tanıklıklarımdır ki gündemime bir de “aydınokrasi” (!) olarak adlandırdığım tutumları getirdi; daha açık bir söyleyişle, “aydın despotizmini”… Hiç kuşkusuz, onlara ilişkin olarak da çok sayıda inceleme yapılmış, savlar geliştirilmiş, tartışmalar yapılmıştır. Ancak bunları izleyemedim ne yazık ki. Şimdiyse “aydınokratların” giderek çoğaldıklarını gözlemliyor, kaygılarım büyüyor.

NEDEN NEDEN NEDEN?

Benim ölçütlerime (?) göre günümüzde “aydın” sayılabileceklerin yanı sıra sayamayacaklarım da var. Bana sorarsanız çoğunluğunu ikinci öbektekiler oluşturuyor. Yanılmıyorsam bunların da sayıları giderek artıyor.

Bu doğrultuda pek çok gelişme, özellikle 12 Eylül yıkımından sonra yeni bir ivme kazandı; 2000’li yıllardaysa doruğuna çıktı. Bu sürecin daha ne denli böyle gideceğini kestiremiyorum.

Özellikle Kutsal İsyan’da anlatılanları düşündükçe günümüz “aydınları” söz konusu çoğunluğuna kızgınlığım öfkeye dönüşüyor; bu nasıl bir teslimiyet Tanrım! Neden, evet evet neden ve nasıl bu denli kolay teslim olunabilir ki?

Şimdi düşünüyorum da Yaşar Kemal, Demirciler Çarşısı Cinayeti başlıklı görkemli romanında “O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna insanın piçine kaldık.” derken ne denli haklıymış…

Evet, “o iyi insanların” çoğu “o güzel atlara binip çekip gittiler” belki ama neden bu denli az iz bıraktılar? Ama benim için çok daha önemli bir başka sorum var: Binbir özveriyle oluşturulan o izler neden gerektiğince çoğaltılamadı acaba?

Şimdi yol açtığı tüm ekonomik ve toplumsal yıkımlara karşın AKP’nin nasıl oluyor da hâlâ %30’lar düzeyinde destekçisi olabiliyor? Bu noktada yalnızca AKP’nin destekçileri oranını dert edindiğim sanılmasın; ciddiye alınması gereken kesimlerin toplamı bile onlarca yıldır %30’ları neden aşamıyor?

Oysa Yakup Kadri Karaosmanoğlu doksan yıl önce yazdığı Yaban’da bu soruların yanıtlarını da vermişti.

Henüz okuyamamış okurlar için kısaca anımsatayım: Birinci Dünya Savaşı’nda bir kolunu yitirmiş subaylardan Ahmet Celal, savaşdaşlarından Mehmet Ali’nin köyüne yerleşmiştir. Bir amacı da köylüleri aydınlatmaktır. Gönlünce başarılı olamaz. İçinde bulunduğu kapkara yalnızlığın etkisiyle bence günümüzde de pek anlamlı şu özeleştiri yapar**:

“Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi; Tabii ayaklarına batacak.  İşte her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir; senin kendi eserindir.”

Bu alıntıyı kim bilir kaç kez yapmışımdır… Yapmışımdır da ne olmuştur? Peki, ben söyleyeyim: En yakın dostlarım, dahası yoldaşlarım üzerinde bile hemen hemen hiçbir uyarıcı etkisi olmamış; çoğunlukla aktardığımla kalmışımdır.

Şimdi siyasal iktidarın, daha doğru bir söyleyişle Başının nasıl oluyor da hâlâ yüzde otuz dolaylarında destekçisi olmasına kızanları, gördükçe şaşırıyorum.

Düşünebiliyor musunuz; 1960’lı yılların sonları ile 1970’li yılların ilk yarısında bu ülkede yoksul köylüler toprak işgalleri yapabilmiş, dağlara taşlara “su kullanan, toprak işleyenlerin” savsözü yazılabilmiş, 15-16 Haziran 1970 günlerinde işçi sınıfının görkemli direnişi yaşanabilmiş,1990’li yılların başında “Büyük Madenci Yürüyüşü” yapılabilmiş vb. O günler, şimdilerden çok daha mı demokratik idi?

ÖNCE YAZIN DERGİLERİNE, SONRA ÇEVRECİLİĞİNE, ŞİMDİLERDEYSE…

1980’li yıllarda özellikle “solcu” aydınlara –“sağcı aydın” da olabilir miymiş?- bir “haller olmuştu, anımsarsanız: Darbeyi izleyen ilk yıllarda değil ilk aylarda, çoğunluğunda birden bire bir yazın tutkusu depreşmişti. Öyle ki büyük kitle iletişim organları bile yazın dergileri yayımlar oldu; örneği Hürriyet Gösteri, Milliyet Sanat vb.

Daha sonra çevrecilik gündeme geldi. En “keskin” düzen karşıtları bile “çevreci” olup çeşitli ve çok sayıda örgütlenmeler oluşturdu vb. Böylece karşıtlık güdüsü, heyecanı, enerjisi görece daha az belalı etkinlik alanlarında canlı tutulabiliyordu çünkü. “Çevrecilik” en sonunda “doğaperestliğe” dönüştü; yakında neye dönüşebilir, kestiremiyorum doğrusu.

Kitle iletişim araçlarının kitap tanıtım ekleri uzunca bir zamandır söz konusu yönelimlerin içeriğine daha ayrıntılı fikir veriyor bence: Çoğunlukla varsa yoksa küçük kentsoylu açmazlıklarını konu edinen roman, öykü ve özellikle de şiir; birazcık Habermas, Negri, Althusser, Foucault, Arenth vb. ile üzerine de yakın dönem tarihi ile bitmez tükenmez çoğu tek yanlı anılar… Bu daha ne denli böyle gidebilecek acaba?

ÖNCE DİLİMİZ Mİ BOZULDU!

Evet, arabaşlığı saygıyla andığım Oktay Akbal’ın ünlü öyküsü “Önce Ekmekler Bozuldu” başlığından esinlendim. Önce mi sonra mı, kestiremiyorum ama bunun bir gerçek olduğunu düşünüyorum: “Türkçem, benim ses bayrağım...” da -Fazıl Hüsnü Dağlarca- iyiden iyiye bozuldu. Bozuldu bozulmasına da kendi kendine ve “bir gece ansızın” mı bozuldu? Yapmayın gözünüzü seveyim; sorumluluğu tümüyle 12 Eylül faşistlerinin Mustafa Kemal Atatürk’ün kalıtı Türk Dil Kurumu’nu sıradan bir memurluğa dönüştürmesine, “Yaşayan Türkçe”cilerin aymazlığına bağlamayın.

Sonrasında yapılanlara ne denli direnebildi pek “Türkçeci aydınlarımız”?

TV’lerdeki “tartışma” izlenceleri ile diziler bir yana yayınlanan kitaplarda, dergilerde, bir zamanlar Türkçemize kılı kırk yararcasına özen gösteren en ilerici (!) gazetelerde bile bu sorunun yanıtı sayılabilecek “onyüzmilyon” örneğini bulabilirsiniz.

Bu özensizlik de kolaylıkla “aydın” yakıştırması yaptıklarımızın bir başka aymazlığı değil midir sizce?

“Aydınokratlığın” ne anlama geldiğini somut olarak anlamak istiyorsanız eğer böylesi tutumlar içinde olanları eleştirmeye kalkışın, başınıza neler geldiğini görünce anlarsınız; ben denedim ve gördüm.

“AYDINOKRATLAR”

“Aydınokratların” ne üzerine “iş tuttuklarını, neleri savunduklarını ya da nelere karşı çıktıkları ben henüz anlayabilmiş değilim.

Ama, hiç de hoşgörülü olmadıklarını, deyim yerindeyse “sıkıştıklarında” kendilerini çok ucuza satabildiklerini ya da “faşistin daniskası” olabildiklerini çok iyi anladım.

Bu nedenlerle ben diyorum ki, aman kendinizi “aydınokratlardan” sakınınız. Böylesi tutumlarla karşılaştığınızdaysa, tıpkı vampir kovarcasına Rıfat Ilgaz’ın ünlü “Aydın mısın?” yüzlerine karşı okuyunuz. Göreceksiniz, bir parçacık utanmaları kalmışsa hemen “toz olacaklardır”:*

“Kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen kara kuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun

Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol

Tam çağı işe başlamanın doğan günle
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında buram buram alınteri
Her sayfası günlük güneşlik
Utanma suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol

Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol”

Son sorum da size: Bunu da yapamıyorsanız eğer bu şiiri “onyüzbin” kez okuyun; bakarsınız en azından size bir yararı olabilir belki.

KAYNAKLAR ve NOTLAR

* İletişim: ormanlarindelisi@gmail.com

""Selim İleri, “Niçin Küçük Kentsoyluyu Yazıyorum?”, Türk Dili Dergisi, Temmuz 1979, Cilt XL, Sayı 334, Ankara, Sayfa 28.

**Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Bütün Eserleri 1),Yaban; Sayfa 148; Birikim Yayınları, Baskıya Hazırlayan Atilla Özkırımlı, Şubat 1977, İstanbul.

* Kaynak: Rıfat Ilgaz, Karakılçık, Bütün Şiirleri 1927-1991, Çınar Yayınları, 1969.

Yücel Çağlar
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)