1

Duydum çanın sesini; duydum ve kalktım. Belki yalnız ben duydum. Saatime baktım: Tam on iki. Kulak kabartıyorum; sürmüyor çanın vuruşları. Şimdi kule sessiz bir karanlığın içinde. Acaba yine başlayacak mı, kemirgen küçük hayvanların tahtalardaki uğraşı ve zaman zaman da ayak seslerini akla getiren, artık kesildi, denildiğinde yine başlayan tıkırtılar? İki gecedir, masaya oturup birkaç sayfa okuyunca başlayan bu tıkırtılar dikkatimi dağıtmak bir yana kitaba daha da bağlıyor beni; her şeyin sessizliğe kurulduğu saatte bozuk, kulede kim bilir kimin unuttuğu eski bir saatin kurgusunun boşalmaya başlamasına, sarsak tiktaklarına benzetiyorum bu tıkırtıları. Köhnemiş bir zamanı şimdiki zamanla yatıştırmaya çıkmış tıkırtılar bunlar. Çürük tahtaların kokusuna nereden karıştığı belli olmayan bir nem kokusu da alıyor burnum. Penceresi yok bu kule odasının. Tahtalarla çevrili ve uzun merdivenin sonundaki kulenin bu tek odasının, ömrümün doruklarını görebileceğim bir penceresi yok. Ömrümün dorukları da mı varmış? Şairanelik işte; sevsinler. Neyse, bunları niye düşünmenin sırası değil; saat tam on iki, masaya oturmalıyım. Yeniden başlamalıyım o kitaba ve bitirmeliyim çünkü bu üçüncü gede. Bu kulenin çevresinde bir yerden ağır aksak akan ve lağımların karıştığı bir ırmak geçiyor galiba; daha ilerilerde de ne ekildiği belli olmayan karanlık tarlalar olabilir. Kulenin merdivenlerini çıkmak yarım saatin işi ve kolay değil; düşmekten korkarak döne döne çıkarken bir yerlerden bir yarasanın çıkıp yüzüne çarpabileceğini düşünüyor insan. Akşamları merdivenin sonundaki bu odaya girince hava çok serin olsa da yorganın altına kaymıyorum; yatağın üzerine elbiselerimi çıkarmadan, kravatıma bile dokunmadan sırtüstü uzanıyorum. Yatağımda bir zaman, uyur uyanık, ellerimi vücuduma bitiştirmiş, bacaklarımı dümdüz uzatmış olarak uzandıktan sonra çanın vuruşlarını duyuyorum ve kalkıyorum. Saat tam on iki oluyor o zaman ve paltomu sırtıma alarak masaya geçiyorum, başlıyorum bir İskenderiye yolculuğunu anlatan o kitabı okumaya. Neyse bunları niye düşünüyorum ki, saat tam on iki.  

2

Uyandığımda tahtaların arasından sağ gözümü bulan gün ışığı karşılıyor beni. Hemen kalkıp masaya gidiyorum: Otuzüçüncü sayfasında kalmışım kitabın. Demek daha da az okumuşum bu kez. Tekrar yatağa uzanıyorum; yine sağ gözümü buluyor gün ışığı, sulanıyor gözüm. Kalkıp ağır ağır giyinmeye başladım, Demek otuzüçüncü sayfada kalmışım; bütün kitabı baştan sona okumak için oturmuştum masaya ve üçüncü geceydi. oysa. İlk gece ellinci sayfaya gelmiştim; ikinci gece otuzüçüncü, bu kez de otuzüçüncü sayfasına kadar okudum kitabı. O çok soğuk Karadeniz limanını tanıdım önce ve ancak, yanına büsbütün yaklaşınca seçilebilen donuk donuk ışıldayan küçücük sarı fenerleriyle gemiyi. Yatağımı toplarken bir an oturuyorum üzerine ve güvertede dikilmiş adamdan kitabın neresinde söz açtığını düşünüyorum yazarın. Belki yazar sayılmaz o kitabı yazan; sözü uzatmışın biri belki. Kalkıp elime alıyorum kitabı: Denize düşerek ıslanmış ve sertleşmiş gibi yaprakları, sararmış ve yer yer lekeli, deniz kokulu. Üşüyorum kitabı elime alınca. Arkalarında uşaklarıyla zengin insanlar, sepetli kadınlar gemiye biniyor, birkaç da köylü kılıklı adam; aceleyle yürüyüp geçiveriyorlar güvertede dikilen adamın yanından. Şimdi biraz daha aydınlık kule odasının içi. Paltomu alıp çıkıyorum. Dışarısının bilinen kimliğini almasına kadar süren bir şaşkınlığım oluyor, dışarının ilk andaki çok boyutluluğu karşısında. Şaşırtısı geçince yolağızlarının güneş içindeki caddede yürümeye başlıyorum. Saat onu yirmi geçiyor. Sokakta bir şeyler var sanki, örneğin beyninin fiyortlarındaki akıntısız, kokuşan, içindeki. yarasa ölüleriyle kokuşan su gibi. Güzel havaya karşın bir ürperti geçti vücudundan. Alana çıkınca, karşısında parkı, önündeki troleybüslerin, otobüslerin geçtiği caddeyi ve parkın uzun yeşil ağaçlarını gördü. Hemen önünde, yeri koklayan küçük köpeğinin zincirini tutmuş bir kadın ağır ağır yürüyordu. Şimdi caddeye inip yürüse, sinemanın, altındaki mağazanın ve bir zamanlar kapısını sıkça aşındırdığı bir yapının önünden geçebilecekti sırayla. Evden çıkasıya lambaların yakıldığı karanlık kış sabahlarından güneşli bir ilkyaz sabahına çıkmış gibiydi. Biraz durdu ve pastanenin altındaki gazetecinin önünde arabalarını durdurup gazete alanları izledi. Doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği kenti gözünün önüne getirmeye çalıştı sonra. Bütün insanlar herşey, bu, şimdi bir alanında dura düşüne yürüdüğü kentte toplanmış gibi geliyordu ona; doğduğu kenti boşaltmışlar, insanlarını da buraya aktarmışlardı sanki. Ama kimsesi gelmemişti bu kente onun. Birden, çokluğunda sabahları uyanınca karşısında görüverdiği bahçe duvarı geldi gözünün önüne ve duygulandı. Şimdi yürümek, kente karışmak, bir adım olsun atmak istemiyordu; yitip gitseydi dikilip dururken şu alanın or“ tasında, silinseydi, yok olsaydı, alanın gördüğü karanlık bir düş gibi. İnsanlar geçti sağından solundan ve yatıştı biraz sonraSinemanın üstündeki pastaneye baktı; bir Ağustos sabahı erkenden gelmiş bu pastanenin önündeki akasya ağaçlarından birinin gölgesinde saatlerce oturmuştu. Bir pazar sabahıydı ve cumartesi gecesini otelde geçirmişti; evi yoktu bu kentte o zaman. Otelden erken çıkmış, elinde birkaç kitapla ve boşluk duygusu içinde oturmuştu pastaneye. Sanki yaz güneşi elindeki bütün kitapların yaprakları arasına giriyor ve sözcüklerin uzandıkları çağrışım alanlarını buduyordu. Öte yandan da çok ağır bir ritmi vardı yaz sabahının; arada yorgun tavırlı insanlar uğruyordu pastaneye, bir şeyler içiyorlardı. Ben gölgeye sığınmış, kimseye görünmek istemeden alana bakıyordum. Daha sonra kapanıp bir iki gün okuduktan sonra, evin kapısını çekip çarşılara, parklara ve en çok da futbol maçlarına gittiğim günler gelip geçti. Futbol maçlarında kalabalığın arasına oturup alandaki koşuşmayı izlemeye dalıyordum; boks maçlarındaysa gözlerime yaşlar doluyordu, önleyemiyordum. O ağustos sabahı elimdeki kitaplardan birini olsun açıp okumadım; hep ışık. içindeki alana baktım. Daireye koşarak da gitsem; “Nerelerdesin” diyecekler nasılsa, aceleye gerek yok. Üç gün önce başladı her şey, diyebilir miyim onlara? Gece vakti görevli gittiğim kentten dönmüş eve gidiyordum, elimde valizim. Islaktı ağaçlar, gecenin on biriydi. Yorgundum. Üç numaralı dairenin kapısını açınca apartmana girdikten .. sonra, benim olan birkaç şey görecektim, kenarda kalmış; kapının yanındaki askıda birkaç giysi örneğin, sonra salona kadar bomboş koridoru yürüyünce de bir portatif gardrop, bir koltuk, bir sandalye bir masa ve karşımdaki perdesiz pencerede de yansımı. Sessizdi ortalık, serindi Ankara. Apartmanın girişinde ışık yoktu, kapıyı açıp otomata uzanırken bir an durakladım: Işığı yakmasam mı? Ama karanlıkta anahtar deliğini bulmakta güçlük çekebileceğimi düşünerek düğmeye bastım ve kapıyı açıp girdim. Kapıyı yavaşça kapadıktan sonra apartmandaki sessizliği dinledim; çıt yoktu apartmanda, televizyon programı bitmiş ve televizyonlar kapatılmış olmalıydı. Saatime baktım, çay için geç bir saat. Valiz! Ayakkabı dolabının yanını bırakıp salonu geçtim. Masamın üzeri kitap doluydu; yeni çıkan kitaplarla okumayı planladığım kitaplar. Masama kitapların oluşturduğu çeperin gerisine oturdum. Önümdeki takvime Ankara'ya dönüşümü yazdım; birçok boş yapraktan sonra o tek tarihin yazılı olduğu yaprağı en üste getirdim. Sonra kitaplarımı karıştırdım; yatmak istemiyordum. Biraz müzik dinledim mi diye düşündüm; öyle insanın üstüne gelmeyen, yavaş yavaş sokulan cinsten bir müzik parçası. Ama mumdan korkmadım, önüme çektiğim romandan birkaç sayfa okudum. Sonra önümdeki deftere birkaç satır karaladım; bir tümce yazacak durumda değildim, gelişigüzel bir şeyler karalıyordum. O zaman kitaplarımın arasında kahverengi, kalınca bir kâğıtla kaplanmış, kâğıdın altında kalan kapağını anımsayamadığım kitabı gördüm. İlk sayfasının yarısına kadar okuduktan sonra gözlerimi kapadım. Kitap koltuğumun altında merdiven çıkıyordum. Çatırdayan basamak tahtalarına basarak kule odasına çıkınca masaya oturdum. Çanın vuruşları başlamıştı ki, mum ışığında hazırlığımı yapmış; kitabı açıp önüme çekmiştim ben de. Elli sayfa okuyup yatmış, akşamın dokuzunda da uyanmıştı o gün. Uykusunda odanın belli belirsiz aydınlandığını, sonra yeniden karanlığa gömüldüğünü fark etmişti. İnsanlar sabah işlerine gitmişler, bütün bir işgününü çalışarak geçirdikten sonra evlerine dönüp yemeklerini yemişlerdi herhalde. Kıpırtısız, karanlık odada gözlerim açık, bir zaman daha yattım. Sonra kalkıp odada dolandım ve hiç düşünmedim İskenderiye yolculuğunu. Uzun boylu bir adam olsa gerek, dedim kendi kendime, güvertede dikilen adam için; onu düşündüm biraz ve Karadeniz limanının korkunç soğuğunu duydum. Tekrar uzandım; çan seslerine kadar. Geminin motorları çalıştırılmıştı.

3

Koridorda gördüğüm arkadaşım Müdür seni görmek istiyor dedi; daireye gelince. Müdürün kapısını vurup başımı uzattım içeriye, beni görür görmez, Akşam görüşeceğiz seninle, dedi. Odama gidip sandalyeme oturdum. Akşama çok vakit vardı. Pencereden güzel havada canlanmış kenti seyrettim uzun süre. Parkın kapısında insanlar birikmişti. Biraz dikkatli baksam bu bildik çevreye eklenmiş yeni ayrıntılar görecektim sanki. Günün hiç yaşamadığım saatlerini yaşamanın şaşkınlığı içindeydim; yaşadığım coğrafyanın bütünlenmesi için de akşamın olması gerekiyordu. Başlayan öncesiz bir zamanda, yüksek bir yapıdan değişen kenti gözlemek zorunda bırakılmış biriydim ben. Baktığım her şeye de gönül bulandırıcı bir iğretilik karışıyordu. Güzel havaya karşı pencereyi açıp odayı havalandırmak istemedim. Kapımı aralık bırakıp elimi yüzümü yıkamaya gittim bir ara tuvalete. Masamın üzerindeki yazıyı okumaya başladım, ama sonunu getiremiyordum, bir şey anlamıyordum çünkü. Kenti seyrederken dalıyordum ve kule odası geliyordu gözümün önüne; masa başında paltoyu sırtına almıştı, eğilmiş kitabı okurken görüyordum kendini. Hep içinden görülmüş, hiç dışından görülmemiş bir kule bu. Ve hep, yalnız masayı, masadaki sararmış kitabı aydınlatan mum ışığındaki, kitaba eğilmiş yüzüm var, o yüksek odanın altındaki kısmı karanlığa karışmış kulede. Müdürü masasında bir şeyler okurken gördüğümde, o, yaprakları sararmış kitaba mı bakıyor, diye son vermiştim kendime. Akşam olmuş, herkes gitmişti; odaların ışıklarının tek tek söndürüldüğünü görmüştüm karşı kanatta. Kapının açıldığını duyup başımı çevirdiğimde bana dikkatle bakan müdürü gördüm. Kapıyı açık bırakıp geri dönünce, ben de peşi sıra yürüdüm. Odasının açık kapısından aydınlık vurmuştu loş koridora. Masasına otururken, iş çıkardın başımıza, bunca işin arasında, ama sana gereken cezayı vereceğiz, dedi. Ayaktaydım ve oturmamı söylememişti. Sonra önündeki dosyaya dalınca, karşısındaki koltuğa iliştim yavaşça. Dosyadan sonra önüne çektiği bir kitabı karıştırdı ve notlar düştü. Bu odada uzun bir süre kalacağımı düşünüyordum; sırtımı koltuğun arkalığına yasladım. Daha sonra kitabın yapraklarını baştan sona, hızla, tek tek çevirdi. Bana bakmıyordu, yalnız, bir ara, Bu dosyanın tamamlanmasına çok vakit var denemez, dedi. Bir an, yabancı biri gibiydi karşımda; sanki onu ilk kez görüyordum. Gözkapakları, yanakları sarkmış, saçları da iyice seyrelmiş; yaşlı bir adam. Beni unutmuş gibiydi. Ben de, ölümün işaret koyduğu bu yaşlı adamı seyrediyordum. Hiçbir 'şey yoktu içimde, kafamda, burnumda ahşap kulenin kokusu vardı. Her dakikayla içimdeki boşluk büyüyordu; ayağa kalkınca dengemi bulamamaktan korkuyordum. Daha çok onun için sabırsızlanıyordum; evine geç kaldığını, yemek vaktini geçirebileceğini düşünüyordum. Ona bütünlüğü olan bir şey  uyduramazdım ve söyleyecek bir şey de bulamamıştım. Bu kentteki saltık yalnızlığımı duyuyordum ilk kez. Hah, dedi karşısındaki adam ve bulduğu yeri mırıldanarak okudu, hızla bir şeyler yazdı, doğrulurken saatine baktı. Masasını toplarken yüzüme bakarak, Gidebilirsin, dedi. Bomboş, sessiz, çoğu lambaları söndürülmüş koridorda, yolumu şaşırmaktan korkarak, çıkış kapısına yürümeye başladım. Koridorlar geçtim, merdivenler indim; her adımda  gençliğimden, canlılığımdan bir şeyler yitirerek, azalarak. Sonra da kentin tenhalaşmış caddelerinde, sokaklarında yürüdüm, kapatılmış köfteci dükkânlarının önlerinden, dağılmış pazaryerinden geçtim. Kapısından insanların omuz omuza girdiği, içerideki evlerin önünde bekleştikleri yere gitmeyi düşündü. Ama yorgundu bu aksam, azalmıştı; evine gidecekti.

4

Çan seslerini duydum ve gözlerimi açtım. Yataktan kalkıp odanın ortasında durdum; bir şeyler yapmaya geç kaldığım kuşkusu içindeydim. Çan seslerini duymuş olmam ve saatin tam on iki olması yatıştırmıyordu beni; içinde barındırdığı olanaklarıyla geçip gitmiş bir zamanın gerisinde çaresiz kalmanın şaşkınlığını atamıyordum üzerimden. Oysa, uzak bir olasılık kalıyordu geriye, sadece: Yirmi dört saatten fazla uyumuş olmam, hem de çan seslerini duymuş olmadan. Neden sonra, yatağa uzandığımda söndürmediğim mum yatıştırdı beni; çok azı yanmıştı mumun. O zaman, bir iki saat önce dar merdivenleri sessizce çıktığımı, mumu masaya koyup uzandığımı, yorgun olduğumu anımsadım. Döşeme tahtaları  arasındaki karanlığı görmüştüm ve havasız odanın kokusu başımı döndürmüştü. Paltomu sırtıma alıp masaya geçtim. Beni neredeyse heyecanlandıran şeyler buluyordum kitabın ilk sayfalarında; sonra uçup gidiyorlardı bu şeyler ve onları daha önce fark etmiş, ama önemsememiş olabileceğim aklıma geliyordu. Ve hep o uzun boylu adamın gölgesi düşüyor satırların arasına. Uzun eteklerini tutarak gemiye binen kadınlar bakmıyorlardı ona. Büyük çuvallar, denkler ve kafesler de bindiriliyordu gemiye. Üst üste konan büyük kafeslerde kuşlar var. Yoksa, Çehov’un hüzünlü hüzünlü dem çeken Mısır güvercinleri de bu kuşlar arasında mı? Bir yüzyıl beklemeden sabah olmayacak gibi; her şey sabaha karşının bu puslu vaktinde donup kalmış sanki. Soğuk Karadeniz limanında uykulu gözler gibi donuk donuk ışıldıyor küçük fenerleri geminin. Bu kez otuz üçüncü sayfasına kadar da gelemiyeceğim kitabın galiba; dalıp gidiyorum kimi zaman. Tahtalardaki tıkırtılar da sürüp gidiyor öte yandan. Kitabı bitiremiyeceğim; bitirmek bir yana, otuz üçüncü sayfaya kadar da gelemiyeceğim, anlaşılan. Üstelik uyku da yokluyor beni; gözlerim kapanıyor. Kapının sertçe vurulmasıyla uyandığımda masa başında buldum kendimi; demek masa başında uyumuş kalmışım. Kapı neredeyse kırılacaktı, sallanıyordu kule odası; bu nedenle olacak, duvar tahtalarının arasından iki mektup zarfı düştü döşemeye. Zarfların üzerindeki yazı benimdi. Ama ne zaman yazdığımı anımsamıyordum; içlerinde mektuplar da vardı, gönderilmemiş mektuplar. İki mektup kâğıdını arkalı önlü doldurmuş yazımı okumuyordum. Sonra kapının artık vurulmadığını fark ettim. Elimde mektuplar, sessiz kule odasının ortasından kalakalmıştım.

İsmet Tokgöz
(Bir Kadırga İçin Yaz Resmi, Tan y. Ankara 1982)

ismet tokgöz

İSMET TOKGÖZ KİMDİR?

1948 yılında Bursa'da doğdu. Çocukluk ve ilkgençlik yılları Bursa'da geçti. 1967 yılında Ankara'ya geldi ve Siyasal Bilgiler Fakültesinden 1971 yılında mezun oldu. İlk kez, kısa öyküleriyle, Ulus gazetesinin sanat sayfasında göründü. Daha sonra, Dost, Soyut, Oluşum ve Yazı dergilerinde görüldü öyküleri. Bir Kadırga İçin Yaz Resmi  ilk kitabı.

İsmet Tokgöz, pekçok yazar için tehlike oluşturabilecek bir eğilimi erdem haline getiriyor öykülerinde: Duyarlığının sıcak, neredeyse yakıcı özelliği ile sımsıkı bir anlatım biçimini buluşturuyor. (Bir Kadırga İçin Yaz Resmi arka kapak yazısı.)

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)