Beklenen serum Paris'ten bir türlü gelmiyordu... Camus'nün Veba'sı
Albert Camus, Cezayir'in Oran kentinde patlak verip, beklenenden çok büyük bir boyuta ulaşan salgını ele aldığı Veba adlı romanında felaketin içindeki umudu şiirsel bir dille anlatır.
Bir kent sessizce hastalanıyor, gecenin kadife örtüsünün altında bacaklarını karnında toplayarak acı çekiyor, iniltilerle konuşuyor, kan kusuyor yuttuklarıyla birlikte ; bir kent yavaş yavaş iç bulandırıcı bir ölümle kendi cenazesini seyrediyor... Camus'nün Veba'sı... Anlatılan insanların zorlukla almaya çalıştıkları nefeslerle şişiyor sanki kitap, kimi yerlerde uzuyor onların ıstırabıyla; kimi yerlerde aniden kısalıyor ömürlerine nazire edercesine; her şey öylesine gerçeğe yakın ki canınız acıyor adeta, bitsin istiyorsunuz. Zamanın Fransız sömürgesi Cezayir'in Oran şehri... Burada esintisiz yaz günleri gibi süzülerek geçiyordu her gün; alışkanlıkları en büyük dostlarıydı insanların, şehirde zaman bu alışkanlıklarla doldurulmazsa geçmeyecek, sanki yaşanan gün diğerini ardında taşımıyormuş gibi sürünerek ilerlemeyecekti... İnsanların parayla ilişkileri, bir fahişeyle kurulabilecek bir ilişkiyi andırıyordu belki de en çok; ona sahip olduklarında kaynayan duyguları, üzerinden biraz zaman geçince unutuluyordu.
Albert Camus Oranlılar neredeyse canlarının sıkılmaması için her sabah erkenden kalkıp tramvayla iki yüz binlik nüfusu olan küçük şehrin içine dağılıp mesai tüketiyorlardı... 16 Nisan sabahına dek hayat, bıktırıcı bir düzenin esiri gibiydi... O gün evden çıkan Doktor Bernard Rieux, oturduğu apartmanda bir fare ölüsü bulmuş ve kapıcıdan ölü fareyi oradan kaldırmasını rica etmişti. Kapıcı için bu, ancak kötü bir şaka olabilirdi, apartmanda fare yoktu ve hayvanı buraya kesinlikle biri bırakmıştı! Rieux, akşam eve döndüğündeyse, bu defa bir farenin ölümüne şahit olmuştu; hayvan sendelemiş, kendi etrafında dengesiz bir biçimde dönmüş ve ağzından kan fışkırtarak ince bir çığlıkla can vermişti. Doktor üzerinde durmadı... O sırada hasta karısını düşünüyordu; kadın, ertesi gün dinlenmek üzere başka bir kentte bulunan bir sanatoryuma yatırılacaktı. Doktor karısından ayrılmak istemiyor, bir yıldır hasta olan kadını çok yalnız bıraktığını bilmenin getirdiği vicdan azabını hissediyordu ama o bir doktordu ve herhangi bir tüccar gibi dükkânını kapatıp gidemezdi. Ertesi sabah muayene etmesi gereken hastalarını görmek için evden çıktığında kapıcının elinde üç fare gördü; hayvanların hepsi kan içinde kalmışlardı. Doktor yaşIı adamın sözlerine kolaylıkla inandı. Evet fareler bu kadar kanlı olduklarına göre kesinlikle bir kapanla yakalanmışlar ve buraya bırakılmışlardı! Ama o gün ziyaret ettiği yoksul semtlerde konuşulanlara bakılırsa, bu ölü fareler her yerdelerdi; evlerin önünde, çöplerin arasında, sokak ortalarında, parklarda; insanların başlıca konusu buydu; fareler... Açlıktan ölüyor olmalılardı... Karısını trene bindirdikten sonra istasyonda kendisine farelerden bahseden sorgu hakimi Othon'a bunda endişe edilecek bir şey olmadığını söylerken gözü bir kasa dolusu ölü fare taşıyan görevliye takılmış ama yine de umursamamıştı doktor. Karısını götüren tren henüz gardan uzaklaşıyordu; ayrılıklarını onaylayan o düdüğün sesi yankılanıyordu istasyonda; acısı fazlasıyla tazeydi; doktor karısından başka şey düşünemiyordu şimdilik... Arapların sağlık durumlarıyla ilgili bir röportaj için gelmiş olan gazeteci Rambert'a bu konudan ziyade farelerin ölümlerinin daha ilginç olduğunu söyledi Doktor Rieux... Karşılaştığı üst komşusunun ziyaretçisi Tarrou ile farelerden konuştular. Biraz solgun görünen kapıcıya sağlığında bir sorun olup olmadığını sordu sonra; adam ’fareler yüzünden’ diyordu; mendebur hayvanlar onun moralini bozmuşlardı. Kapıcı sürekli boynunu sıvazlıyordu... Çöp tenekeleri dehşetli bir kasılmayla taşa dönmüş farelerle dolup taşıyordu ikinci gün; Rieux, karısının yokluğunda kendisiyle ilgilenmek için gelen annesini eve getiren kapıcının çökmüş görüntüsünü, gün içinde apartmandan topladığı on fareye bağlıyordu... Üçüncü gün, her yer fare leşleriyle doluydu; kanlı tüyleri ve kasılmış bedenleriyle ancak cehennemden çıkabilecek bir cezayla donup kalmış garip yaratıklara benziyorlardı; şehir huzursuzlanmaya başlamıştı. Belediyenin gerekli birimine haber vermişti Rieux; neler oluyordu, bu ölümcül istila da neyin nesiydi böyle?
Bazı sözcükler lanetliydi ve 'veba' da bunlardan biriydi; şehirde kimsenin aklına bile gelmiyordu... Fareler toplu halde ölüyorlardı artık. Belediye ekipleri, onları yakmak üzere toplama işine yetişemez olmuşlardı... Sadece 25 Nisan'da 'altı bin iki yüz otuz bir farenin toplandığını' kayıtlara geçiyordu ajanslardan biri. Veba, sinsi bir düşmanın sessizliğiyle şehre sokulup onu teslim alacağını ölü farelerin pis kokan bedenleriyle kanıtlamaya çalışırken, Rieux, kapıcıyı her görüşünde adamın biraz daha çöktüğünü görüyordu; işte şimdi yaşlı adam, rahibin koluna girmiş, dengesiz adımlarla kendisine yaklaşıyordu. Rahip, 'bu bir salgın olmalı’ diyordu; Rieux tepki vermiyordu... Önce yaşlı kapıcının kıvrana kıvrana ölümüne şahit oldu doktor ve ardından şehir, hayvani bir ölümle kabuk değiştirirken ateşleri yükselmiş, boyunlarında, koltuk altlarında, bacaklarında iltihaplı ve sert yumrular büyümüş olan insanların kasıklarını tutarak, yediklerini ... Bu sırada Tarrou, her sabah karşı kaldırımda kedilere tüküren yaşlı adamın artık tükürecek kedi bulamadığını da bir gariplik olarak kaydediyordu tuttuğu notlara... Rieux, yetkili bir meslektaşını aramış ve bir tecride gereksinim olduğunu söylemişti; arkadaşı Doktor Richard hastalığın bulaşıcılığı konusunda kesin bir bilgiye sahip olmadıklarını, yine de valiye konudan bahsedeceğim belirtmişti. Fareler ölürken çenesi düşük bir komşu gibi davranan basın, insanlar ölmeye başladığında ketumlaşmıştı. ”Çünkü fareler sokakta, insanlar evlerinde ölür. Ve gazeteler yalnızca sokakla ilgilenir" diyordu Albert Camus... 'Veba' kelimesi, ilk kez, yaşlı Doktor Castel'ın imasını karşılamaya çalışan Rieux'nun ağzından çıkmıştı. Yaşlı adam. “Haydi Rieux, siz de benim gibi bunun ne olduğunu biliyorsunuz" demişti. Ve Rieux, 'veba' demişti, 'veba'... Ölümün en yüksek skorla hayatı yendiği hallerinden birinin adıydı bu... Acıyla, kanla, korkuyla, korkunç bir sessizlikle, cansızlıkla dopdolu, o çürümüş kelime... Bir şehir susmuştu bu kelimeyle; canlılar susmuştu, makineler susmuştu; bir şehir ölüm öncesi iç kanatan bir bekleyişe girmişti; bir şehrin kapıları, bir başka kelimenin yankılarıyla kapanmıştı sonra dış dünyaya: Tecrit... Oran'a kimse giremiyordu artık ve şehirdekilerin dışarı çıkmaları, kapılara dikilmiş nöbetçiler tarafından silahla engelleniyordu. Hapsedilmişlerdi onlar, kendi şehirlerinde sürgünlerdi ya da... Ayrılık duruyordu bu yeni hayatın merkezinde; insanlar, ayrılmak zorunda kaldıklarını hatırlıyorlardı; kapıların dışında kalanları... Özlemekten yorulmuşlardı; beklemekten, kavuşamamaktan; her hareketlerini ezberledikleri, her mimiklerini olanca canlılığıyla hatırlayabildikleri sevdiklerinin, zihin albümlerinden bir bir silinmesinden, hatırlayamamaktan sonra, hepten unutmaktan... Çünkü 'aşkın, biraz olsun geleceğe ihtiyacı vardır' ve onlar için 'kısa anlardan başka bir şey yoktu artık'. Zaman, yalnızca ’şimdi'den ibaretti; dün erimişti. yarın görünmüyordu, yalnızca 'şu an’ı yaşıyordu insanlar, yalnızca ’şimdi'yi... Beklenen serum nihayet Paris'ten geldiğinde bunun da bir işe yaramadığı görülmüştü. Şehir, yalnızdı; kanıyordu her ölümle; puslu bir gökten boşalan yağmurlar, ardından bastıran anormal sıcak hava, hastalığın seyrini yavaşlatması ümit edilen kış; yaşanan ya da yaklaşan tüm o mevsimler, ölümün temasını değiştirmekten başka bir işe yaramıyordu. Rahip, bunun Hıristiyanlığın kurallarını erteleyen insanlara verilmiş ilahi bir ceza olduğunu haykırıyordu kilisede etkileyici bir sesle, tanıdık bir biçimde; kilisenin duvarları, ayine katılan 'günâhkarların’ yakarışlarıyla, heyecandan çıldırmış bir bedenin nabzı gibi atıyordu; sonra aceleci adımlarla uzaklaşıyordu insanlar kiliseden, giderek azalıyordu artık gelenlerin sayıları; hem duyulan korku hem de ölümler yüzünden”. Artık konuşulmuyordu da eskisi gibi; yoksunluklarını boş midelerinde öğütmeye çalışan insanlar, hasta olanların bedenlerindeki yumrular gibi taş kesilmişlerdi; birbirilerini duymuyorlardı; dinlemiyorlardı; susuyorlardı sadece... En yakın komşularını özlerken onlardan bulaşabilecek vebanın ihtimaliyle indiriyorlardı kepenklerini... Hastalığın başlangıcında yakın olan insanların arasına içten dilenmiş bir beddua gibi çökmüştü veba... Şehirdeki suskunluk, ambulansların siren sesleriyle ya da şehrin kapalı kapılarından gelen silah sesleriyle yırtılıyordu bazı gecelerde; birileri ölümleri pahasına kaçmaya çalışıyordu; şehirde vebadan, acılar, kanlar ve irinler içinde ölmektense bir kurşunun havayı yararak vücutlarına saplanması, daha kabul edilebilir bir ölümdü onlar için... Ama birileri de direniyordu; tecrübeli doktor Castel'in serumunu hastalarına her defasında aynı umutla zerkeden Rieux direniyordu; bir ermiş olmak isteyen, yaşamın ve ölümün pek çok yüzüne tanık olmuş Tarrou ile sevgilisine kavuşmak için şehir dışına insan kaçıran kaçakçılarla anlaşan Rambert direniyordu; rahip, büyük ayin günü 'saçma' diyerek tanımladığı bilimin dinle uyuşabileceğini düşünmeye ve kurulan sağlık ekiplerine elinden gelen yardımı yapmaya başlamıştı. Çünkü ölüm birleştirirdi; ölüm beklentisiyle tenleri kadar yürekleri de tutuşan insanların kim olduklarının, daha önce birbirilerine nasıl baktıklarının, siyasi görüşlerinin, kavgalarının ve nefretlerinin bir anlamı kalmazdı. Ölüm bizimle alay ederdi bu yönüyle; tapındığımız hayat bizi ayırırken, o, birbirimize kalben sokulmamızı sağlardı çünkü... Sonsuz çelişki, felaketi haber verdiği için nefret duyulan farelerin yeniden ortaya çıkmalarındaki sevinçte yatardı; bir kent, huzursuzca yuvarlandığı bir ölüm uykusundan uyanırdı korkarak... Ve vebanın fareleri, uykuya dalan bir lanetin sessiz elçileri gibi dönerlerken geldikleri yere,sevinç çığlıkları ve havai fişeklerin sönmeye mahkum renkli ışıkları kalırdı bir şehri kanatan büyük felaketten geriye... Cana Yalçın
Gerçek Edebiyat
YORUMLAR