Ahmet Büke’nin Kumrunun Gördüğü kitabı edebiyatımızdan ne götürdü / Mehmet Aslan
Gerçekçi, güzel öyküleri okuduğumuzda estetik bir haz alırız... Gerçekçi olmayan, kötü öykülerse bizi sıkar, can sıkıntısı yaratır... Ahmet Büke’nin öykülerini okurken en çok duyumsadığım duygu can sıkıntısı oldu... Bu nedenle, iki bölüme ayrılmış kitabın, on yedi öyküden oluşan birinci bölümünü okumakla yetindim... Eleştirim sadece bu bölümü kapsamaktadır...
Gelin şimdi Ahmet Büke’nin öykülerindeki öne çıkan sorunları görelim...
DİL
Sıkıcı bir dili var Ahmet Büke’nin... Dili sıkıcı kılan nedenlerin başında biçimsel dil oyunlarını sayabiliriz... Yazarımız içinde bulunduğu post modern yazın gereği biçimsel dil oyunlarına başvurmuş... Bu durum, belli ki, seçici kurulun ödül gerekçesinde belirttiği gibi, “kendine özgü bir anlatım” kazandırıyor ödüllendirilen yazarımıza...
Yazarımıza “kendine özgü bir anlatım” kazandıran bu dil oyunlarından iki örnek görelim şimdi...
“t
a
n
a
b
a
tanaba
entububa entububa
arabina varabina
paluha
inşai” (S.18)
Bir bölümü Arapça, bir bölümü anlamsız olan bu alıntının içinde bulunduğu öyküyle herhangi bir ilişkisi yok... Bir şey gösterdiği de yok... O an öyle yazası gelmiş yazarımızın, yazmış...
“- sosyal ayrıntılar ansiklopedisi
a.
b.
c.
d.
e.
f.
‘hayata dönüş’: 19 Aralık 2000. Saat 05.00.
i.
k.
l.
m.
n.
o.
p.
r.
s.
t.
u.
v.
wernicke-korsakoff: (...) Uzun süreli açlık grevlerinde ileri derecede beslenme yetersizliğine bağlı genel durum bozukluluğu.” (s.30)
İlk alıntı gibi, aynı öyküde yer alan bu alıntının da içinde bulunduğu öykünün diğer bölümleriyle herhangi bir ilişkisi yok...
Bu alıntı üzerine şunu söylemek zorunlu... Gerçekçi yazarların yapıtlarında insani, toplumsal sorunları işlediğini görürüz... Onların yapıtlarını okuduğumuzda insana, topluma ilişkin bir çözümleme çıkartırız...
Yukarıdaki alıntı bizi yanıltmasın... Yazarımızın hiçbir öyküsünde insani, toplumsal bir sorun işlenmemiş... Bundan ötürü insana, topluma ilişkin herhangi bir çözümleme çıkartamıyoruz öykülerden... Yazarımız, biçimsel bir dil oyunuyla, 19 Aralık 2000’deki “hayata dönüş” toplu kıyımını anarak, kendince toplumsal bir boyut katmaya çalışmış öyküsüne...
Ahmet Büke, insani, toplumsal sorunların nasıl işlendiğini, nasıl işlenmesi gerektiğini öğrenmek istiyorsa, gerçekçi yazarlarımızı okumalı... Okursa, böylesi bir toplu kıyımın bu biçimde işlenmesinin yetersizliğini görecektir...
Böylesi bir konuyu işleyen gerçekçi yazarların öykülerinde; bu sorunu yaratan düzeni, düzenin çelişkisini, düzenden yana veya düzene karşı insanın konumunu görürüz... Böylesi yazarlar salt görünenle yetinmez görünenin ardındaki ilişkileri de ortaya koyarlar... Ahmet Büke’nin öyküsünde, öykülerinde bu durumların hiçbirini görmeyiz... Salt söylemekle yetinmiş yazarımız, göstermemiş...
Dil sorunlarına devam edelim...
Nurullah Ataç’ı okuyanlar bilir... Ataç, özen düzen düşünmeksizin, kaleminin ucuna geleni yazan yazarları eleştirir... Ahmet Büke’nin öykülerini okusaydı bu yönden eleştirirdi kuşkusuz... Çünkü ödüllü yazarımız da kaleminin ucuna geleni, nedenselliğe dikkat etmeden yazmış...
“Sokağa hızlı bir araba girdi. Kırmızı yanları alev alevdi. Sert fren. Kapılar pat pat açıldı. Uzun boylu kadının evini soydular.
Pencereye annem çıktı. Elinde maşraba.
(Annemin sardunyaları vardı. Boy boy kızları. Her sabah alır kucağına sever onları.)
Evet, evet, film başlasın.
...
Neden?
Allah kahretsin bobin yanmış.
...
Hücrenin kapısı açıldı.
Savcı Bey, müdür hıyarı yanında.
Savcı ismimi söylüyor: Veysel BOZKURT!
‘T’ kaçıp gidiyor diğerlerinden.
‘Gelsene lan buraya! diyorum.” (s.35)
Görüyorsunuz... Daldan dala zıplayan bir anlatımı var Ahmet Büke’nin... Dilini, anlatımını sıkıcı kılan bir yön de bu daldan dala zıplamalar...
Dil bilinci olan her yazarın ana dilini geliştirme yükümlülüğü vardır... Öyküleri gösteriyor ki, dil bilinci olmayan Ahmet Büke’nin böylesi bir yükümlülüğü yok... Bu durumu, Türkçe olmayan sözcük kullanımından anlayabiliriz...
Sarı Rüya Defteri öyküsünden... “husye”, “mahcup”, “müezzin”, “müsaade”, “methiye”, “cebren”, “misal”, “ezber”, “manyetizma”, “idare”, “sarfiyat”, “mahlukat”, “idareten”, “şefkat”, “tespih”, “etraf”, “ilahi”, “sendrom”...
KONULAR
Yazarlık bir insan araştırmasıdır... Ahmet Büke’nin öykülerinde insanın; sevincini, üzüntüsünü, mutluluğunu, mutsuzluğunu... Kısaca, insanın çelişkisini gösteren konular yok... Uyduruk, tırıl konular var...
NEDENSELLİK
Gerçekçi, güzel yapıtlarda yazılan, anılan her şey belli bir nedene dayanır... Bu anlamda yazar, gerçekçi olmak, gerçekçi bir yapıt yaratmak istiyorsa, nedensellik ilkesini gözeterek yazmalıdır yapıtını...
Günümüz egemen post modern burjuva yazınının, nedensellikleri sağlam kurulmuş gerçekçi yapıtlar yaratma kaygısının olmadığını biliyoruz... Böyle bir kaygının olması bir yana, bilinçli olarak gerçekçilikten bir kaçış, uzaklaşma söz konusu... Bu kaçışın nedeni burjuva yazının ekonomi politiğinde gizli... Öğrenmek isteyenler Cengiz Gündoğdu’nun yapıtlarını okuyabilir...
Gelelim Ahmet Büke’nın öykülerindeki nedensellik sorununa...
Ahmet Büke, çoğu öyküsünde nedenselliğe dikkat etmemiş... Nesneler arasında herhangi bir nedensellik kurmadan daldan dala zıplayarak yazmış öykülerini...
Sarı Rüya Defteri öyküsünden...
Yazarımız bu öyküde, ilkin, “ihtiyar palmiyenin taşakları”ndan söz açar... Sonra birden; “(...) Mucit Dede’nin uzun, kirli siyah mutfak bacası dumanlar içinde havalandı.
Fakir bir füze daha mahalleden ayrılıp ay yörüngesine doğru koptu gitti.” Diye yazar...
“ihtiyar palmiyenin taşakları”, “mutfak bacası”, “fakir bir füze” nesneleri arasında herhangi bir nedensel ilişki kurmadan, daldan dala zıplayarak kaleminin ucuna geleni yazmış yazarımız...
Aynı öyküden benzer bir örnek daha...
“müsafirliğe kötü zar -teyze- geldi: 3-1
Ağlamayı bilmiyorduk yazmadan önce. Kâğıt kalem alalı maaile sulu göz olduk. Kalemi dilimin ucunda ıslatıyorum, nenem başlıyor dizlerini dövmeye. Çiçekli donluğu var onun. (...) Nenem macir ya benim. Eskiden çocuklar eğlenirdi benimle.
‘Macir, götü cırcır.’ (...)
Annemin patikleri kaldı yadigâr. Annemi alıp götürdüler. (...)
Bu akşam da kötü zar geldi: 3-1 teyze.(...)”
“kötü zar –teyze-“, “Ağlama”, “nenem”, “çiçekli don”, “çocukların eğlenmesi”, “Annemin patikleri”, “Anne”, “kötü zar”... Görüyorsunuz... Yazarımız, nesneler arasında herhangi bir ilişki kurmadan, daldan dala zıplayarak yazmış öyküsünü...
Sarı Rüya Defteri öyküsü, dört bölümden oluşuyor... Birinci bölüm, kendi içinde on bölüme ayrılmış... Bu bölümler üç yıldız (***) la ayrılmış birbirinden... İşin ilginç yanı, bu bölümler arasında herhangi bir nedensel ilişki, konu bütünlüğü yok... Her bölümde farklı bir “şeyden” söz etmiş yazar...
“Çift Kuyruk” (s.19) neden “müezzine” özeniyor... Belirsiz...
23. sayfada, anlatıcı karakter neden polisten kaçmış... Belirsiz... “Üniforma görünce neden hemen arkamı dönüp topukluyorum acaba?” diye soruyor anlatıcı... Bu sorunun yanıtını göremiyoruz öyküde...
İki Gün Sonrası” öyküsünde, sevişmekten başka bir işlevi olmayan “kırmızı ayakkabılı kadın” ile matbaada basılan afiş arasında herhangi bir nedensellik kuramıyoruz...
Aynı öykünün devamında, anlatıcı, “beyaz arabayı görünce” “evlerin birine” –rastgele- atıyor kendini... Ne büyük rastlantı (!) kırmızı ayakkabılı kadın ile işçinin seviştikleri eve denk geliyor...
Şunu söylemek zorunlu... Yaşamda rastlantılar olur ama öyküde rastlantı olmaz, olmamalı... Rastlantı yerine nedensel ilişki kurulmalı öyküde...
Gerçekçi, güzel yapıtlar nesnelerin estetik dizilimiyle oluşur... Böylesi yapıtlarda nesneler işlevlidir... Yapıtın bütünlüğü içinde okura bir şeyi, simgelediği şeyi gösterir... Bu işlevli nesnelerin bir başka özelliği de yapıtı ilerletmeleridir...
Ahmet Büke’nin çoğu öyküsünde nesnelerin işlevsiz olduğunu görüyoruz...
“ihtiyar palmiyenin taşakları”, “mutfak bacası”, “kötü zar –teyze-“, “Annemin mektubu”, “üniforma”, “baba”, “dede”, “genç adam”, “Havada kaçan resimler”, “tespih”, “boya kutusu”, “fırça”, “sosyal ayrıntılar ansiklopedisi”... Sarı Rüya Defteri öyküsünden seçtiğim bu nesnelerin her hangi bir işlevi yok öyküde... Öyküde neden gündeme geliyor bu nesneler bilemiyoruz...
Aynı öyküde, iki çocuk yere tükürüyor, adam höykürüyor... Çocukların yere tükürmesinin, adamın höykürmesinin öyküde bir işlevi olmalı... Okura bir şeyi göstermeli... Yok, herhangi bir şey göstermiyor biz okurlara bu tükürme, höykürme... Belli ki süs olsun veya öyküye bir farklılık katsın diye yazmış yazarımız...
Bu süs veya farklılık ekleme olayı diğer öykülerde de sürmüş... Örneğin, Vesikalıklar adlı öyküde araya gereksiz rakamlar serpiştirmiş yazarımız...
İşlevsiz nesneler İki Gün Sonrası adlı öyküde de var... Somut bir nesne olarak gösterilen “eski sevişme”nin, kırılan cam bardağın, su lekesinin, hatta köpeğin öyküdeki işlevleri belirsiz...
“Ahmet Büke, toplumcu gerçekçi midir?”
Bu soruyu ben sormadım... Bu soruyu, “Ahmet Büke ile öykücülüğü üzerine” konuşan Hatice Ebrar Akbulut sormuş... Soruya şu yanıtı vermiş yazarımız: “Ne olduğumu bilmiyorum. (...) Neden, ne için ve nasıl yazdığımı bilmiyorum. (...)”
H. E. Akbulut’un sorusunu biz yanıtlayalım... Ahmet Büke, toplumcu gerçekçi bir yazar değil... İnsani-toplumsal sorunları işlemek bir yazarı toplumcu gerçekçi kılmaz... İnsani-toplumcu sorunları gerçekçi bir biçimde işlemek o yazarı toplumcu gerçekçi kılar... Ahmet Büke, ele aldığı “sorunları” gerçekçi bir biçimde işleyememiş... Anlatımında daldan dala atlayarak, nedensel ilişkilere önem vermeden, nesnelerin birliğini gözetmeden yazmış öykülerini... Oysa bu estetik ölçütler toplumcu gerçekçi yazarı, gerçekçi olmayan yazarlardan ayıran temel ölçütlerdir...
Bir diğer yön şudur... Toplumcu gerçekçi yazarlar yapıtlarını –kapitalist burjuva düzenin baskısını göze alarak- bilinçle yazdılar... En azından neden, ne için yazdıklarını biliyorlardı... Ele aldıkları insani-toplumsal sorunları; insanda estetik bilinç oluşturmak, farkındalık yaratmak, insan türüne katkı sunmak ereğiyle işlediler...
SON SÖZ
Bir yapıta ödül verilecekse o yapıtın her yönden kusursuz olması gerekir... Buna karşın pek çok kusuru olan bir yapıtın ödüllendirilmesi bir sorunu gösterir... Başta seçici kurul sorunu...
Ahmet Büke’nin öykülerinde pek çok sorun var... Buna karşın bu öykülere, başkanlığını Doğan Hızlan’ın yaptığı Hilmi Yavuz, Nursel Duruel, Jale Parla, Murat Gülsoy, Metin Celal, Beşir Özmen’den oluşan seçici kurul, 2011 Sait Faik Hikâye Armağanı verdi...
* Ahmet Büke, Kumrunun Gördüğü, Can Sanat Yayınları, Mayıs 2017, İstanbul
-Bu yazı, Berfin Bahar dergisi 249. Sayısında yayınlandı.
Mehmet Aslan
GERCEKEDEBİYAT.COM
NESNELERİN BİRLİĞİ
YORUMLAR