Müslüm Gürses Cezmi Ersöz ve 'Aşırı Gerçekçi' sosyalistler / Alper Erdik
Edebiyat bitti, şimdi sıra Türk sinemasını yok etmekte!
Geçtiğimiz hafta gösterime giren Müslüm filmi üzerine konuşmak, yazmak istedim; ancak film o kadar kötüydü ve kötü olacağı da zaten yazan ve yönetenlerin (Hakan Günday ve Gökhan Özçiftçi / Ketche ya da Can Ulkay) kimliğinden o kadar belliydi ki vazgeçtim. “Kinyaslar ve Kayralar” dönemindeyiz ne de olsa. Edebiyat bitti, şimdi sıra Türk sinemasını yok etmekte! Müslüm Gürses’in çocukluğu, ilk gençliği, ailesel dramı, müziğe başlaması, müzikten para kazanması, ünlenmesi ve Muhterem Nur’la tanışması… Filmde, sanatçının 1989’a kadarki yaşamı, dramatik açıdan nadiren güçlenen anlatımlarla ancak genel manada hep tek düze ve vasatlıkla izleyiciye sunulmuş. Sonrası yok, öncesi de zaten var sayılmaz dediğim gibi. Sürekli sıçramalar ve sadece kurgusal birkaç düzenleme yapmış olmak için zorunlu geri dönüşlerden ibaret. Gürültücü ancak alelade yapımlardan biri Müslüm filmi! Tabii, “yaşamış” bir sanatçının hayatını iki saat on dakikada baştan sona, üstelik de sinemada sunabilmek pek olası değil; fakat, filmi yapanların iddiası bu. Müslüm Gürses’in gerçek hayat hikâyesi imiş eserleri. Muhterem Nur da pek beğenmiş filmi. Bu ise şaşırtıcı değil hiç, zira bence Müslüm, bir Müslüm Gürses değil, Muhterem Nur filmidir. Görmüş geçirmiş, feleğin sillesini yemiş, düşmüş kalkmış, acılar çekmiş, egolarını lego yapmış, sevdiği erkeği bir çocuk gibi idare eden, onun dayağına içkisine hastalığına katlanan bir aşk kadını görüyoruz perdede. Öyledir ya da değildir, bilemeyiz; mesele de bu değil zaten. Bununla birlikte, ana akım medyanın pek sevdiği çerçeveleme yöntemi, filmi bir “kişisel” drama dönüştürmüş. Müslüm’ü Müslüm Gürses yapan hiçbir şey, hiç kimse filmde yok. Babanın zulmüne, annesi ve kardeşleriyle devamlı olarak maruz kalan bir genç sanatçı adayı var sadece; Freudyen tahlillere mi girişmiş, acaba Hakan Günday, diye merak ediyor insan. Elbette ki bireylerin çocuklukları, kişilik gelişiminde etkili, çok etkili; ama Müslüm Gürses’in anlatıldığı bir filmde, o dönemki müzik ortamı, ülkenin ekonomik politik durumu, toplumsal yapı nasıl olur da anlatıya fon bile teşkil etmez, enteresan. Bunlar bir kenara bırakılırsa, çocukken annesini kaybeden Müslüm’ün, kendinden yaşça hayli büyük Muhterem Nur’dan yeni bir anne yaratması; annesini yaşamdan koparan babaya edemediği isyanı da şarkı söyleyerek yükselten bir arabeskçiye indirgenmiş olacak Gürses ve zaten benim filmden anladığım da bu oldu. Film biterken aklımdan, tam da sistemin istediği Müslüm filmi, düşüncesi geçti. Özal’lı yılların anlamsız neşesi ve de koyu kasvetini betimlemeden Müslüm Gürses nasıl anlatılır? Arabesk de türlü türlüydü seksenlerde. Sol gibi arabesk de parçalanıyordu kendi içinde. Tavernacılar, düğüncüler, popüler arabeskçiler… Müslüm Gürses, her şeyin ortasında; fakat hayatın kıyısında bir yerde duruyordu o yıllarda. Sahi kimler dinliyordu Müslüm’ü o dönemde? Kimlerin dinlediği, herkesin bildiği bir sır. Bu yüzden filmde onlar yoklar zaten. Onlar, sağ partilerin oy hesabında bir kafa, sol partilerin de kendilerine teveccüh etmedikleri için lümpen deyip geçtikleri kişiler. Yani garipler, ezilenler, kaybedenler değil hiç kazanamayanlar. Müslüm, 1989’da, skeç gibi çekilmiş bir konserinde, sanatçının bir sevenince bıçaklanmasıyla nihayete eriyor. Film, on yedi yıl sonraya, 2006’ya sarılıyor; Gürses, Harbiye’de “pırıl pırıl” gençlere şarkı söylüyor. Müslüm Gürses’in ve de arabeskin en gerilimli yılları doksanlar, olduğu gibi atlanıyor. Efsane Gülhane konserleri falan yok. Ülkenin iklimi değişirken, dışarı itilenlerin hikâyeleri de öyle. Sadece piyasa, para kazanma, on milyon gişe hedefi var. (1979 yılında geçen bir sahnede, Kral Fm’in tanıtım müziğini duydum mesela; Türkiye’de özel yayıncılık yokken nasıl oldu bu, anlamış değilim.) Film böyle. Nasıl olursa olsun epeyce izlenecektir. Ölmeden önce, iki binlerin başından itibaren popüler kültürün tam ortasına yerleştirilen, Murathan Mungan’ın deneysel tasarımlarında nesneleştirilen, Halil Sezaigillerin elinde iyice evcilleştirilen Müslüm Gürses’le ilgili ilk büyük yapım bu nihayetinde. Tabii, bunca beğenilip sevilen yapım, bir o kadar da eleştirilecektir. Eleştirilerin bir kısmı da filmi aşıp Müslüm Gürses’in şahsında arabeske yönelecektir. Bunu en çok da eli boş insanlar yapacaktır. İşçi sınıfını örgütleyeceğiz diye yol çıkıp, örgütleyemeyince teselli niyetine Lenin’in Ne Yapmalı? kitabını hatmedenler mesela. Gençliğini rock barlarda geçirip orta yaşlılığında, akademinin güvenli limanında siyaset teorisi yazanlar da hakeza. 29 Ekim’ler yasaklanırken yollara dökülen milyonları balkonlardan izleyen, Ergenekon davasının karar duruşmasına, daha önemli işlerimiz var, deyip gitmeyenler aynı zamanda. Sol Portal adlı yayında 2013'te Nevzat Evrim Önal, Müslüm Gürses’ten yola çıkıp “arabesk kültür”e ilişkin şöyle yazmış: “…Buradan ya düpedüz intihar eğilimi, ya da örneği Gürses’in özyaşamında da görülen, kademeli intiharı andıran bir yaşam çıkar. Buradan alkolizm çıkar, uyuşturucu bağımlılığı çıkar, sadece var olduğunu hissedebilmek için, acıdan hissizleşmiş bedenini jiletle parçalamak çıkar.” Ne kadar ince ve zekice tespitler. Duy da inanma. Mülkiyeti büyük sermayedarlara ait kitle iletişim araçlarında, parçayı verip bütünle ilgili kanaat oluşturma yöntemleri ne kadar etkili oluyorsa demek, Müslüm Gürses deyince aklına ilk jilet geliyor yazarın; ilginç. Ama şunu biliyor en azından. Sövdükleri arabeskin alıcısı yoksullar. Daha doğrusu öyle idi. Ve ülkede bir devrim olmadıysa şayet, bu kesinlikle arabeskçilerin, onların yarattığı müzikal etkiye kapılanların suçuydu. Öyle düşünüp böyle söylüyorlar: “Türkiye’nin yoksulları, Müslüm Gürses’in şahsına ve müziğine tutku ile bağlanmış olabilirler. Müslüm Gürses, nev-i şahsına münhasır, çeşitli olumlu insani özelliklere sahip bir sanatçı da olabilir. Eğer devrimciysek bizi bunlar değil, onun sanatının yarattığı ideolojik etki ilgilendirmelidir.” Hangi ideolojik etki mesela? Müslüm Gürses dinleyip solculuktan vazgeçenler mi var bu ülkede? Ya da sosyalist örgütlerimiz ülke çapında bir grev örgütlüyordu da Müslümcüler buna engel mi olmuş? Ne tuhaf saptamalar… Başkası söylese, ideoloji takıntılı, kültürel indirgemeci falan diye alay konusu edilecek tespitleri, arabesk söz konusu olunca kontrolsüzce kullanmak da neyin nesi? Müslüm Gürses’in ve de pek çok piyasa sanatçısının yaşamı üzerinden bile ülkemizdeki ekonomik-politik sistem okunabilir. Gürses, şarkıcılığa türkülerle başladı; ama para kazanabilmek, yaşayabilmek için pavyonlara iltica etti, arabeske, yani daha hafife, daha basite yöneldi. Solun yok edildiği, toplumculuğun, dayanışma kültürünün tedavülden kaldırıldığı seksenlerde, ezilenlere, ezilenlerin hayatına “leitmotif” olmuş şarkılarla yoldaşlık etti. Doksanlarda ise bu radikalizm, bu isyan, doruğuna ve mantıksal sonuçlarına ulaştı ve piyasa tarafından da kabul edilemez noktaya gelince evcilleştirildi. Arabeskin içinden çıkan alaturka pop, önce toplumu sonra arabeski ve arabeskçileri rehin aldı. Piyasa, her zamanki gibi kazandı. Şimdi buradan yola çıkıp Müslüm Gürses ve diğer birkaç arabeskçiden devrimci kahraman yaratmak olası değil elbette; ama bunu tersine çevirip arabesk dinleyenlere eleştiri terkip etmek ne anlama geliyor? Sosyalistlerin hepsi klasik müzik mi dinliyor sanıyor acaba bunlar? 2008’in Aralık ayında Ankara’da yapılan mitingde, “İşsizim ulan Allahsız kapitalistler!” diyen emekçiyi hatırlıyor musunuz mesela? Ben hatırlıyorum, oradaydım ayrıca. Burası böyle bir ülke işte; arabeskçisi ile solcusu arasında uçurum yok. Kendini İsveç’te zannedenler var, o ayrı. Eklemek gerek: Arabeskin bütünüyle pek kaliteli, pek şahane, pek güzel bir müzik türü olmadığı da aşikâr. Oldukça basit altyapılar, anlamsız sözler, kulak tırmalayan yorumlar, ucuz prodüksiyonlar, sefil icracılarla dolu ülkemizin müzik tarihi; ama sadece arabeskte değil her türde aşağı yukarı böyle. Piyasa bunlarla dolu. Ama bu öfkeli “arabesk düşmanları”nın derdi acaba bu mu? Sanatsal etkinliği, Hilal Cebeci’yle dalaşmak olan bu ekibin nitelikli sanatsal üretimlerini ne zaman göreceğiz örneğin? Ya da görebilecek miyiz? “Devrimden Sonra”ya kalmasa bari. Bu arabesk tartışması, ilk 2010’da cereyan etmişti. Nevzat Evrim Önal’ın çok sevdiği, baykuş lakaplı bir “devrimci önder” Fazıl Say’ın lüzumsuz sayıklamalarına taraf olup solculara kızmıştı; pabucumun arabeski deyip geçin, diye herkesi azarlamıştı. Dertleri ne acaba, demiştik ya hani; dertleri bu işte. Ülkemizi ikiye bölmüşler zihinlerinde. 2001 yılında, Milliyet Pazar’da, ABD’nin Afganistan’ı bombalamasının çok iyi olacağını, hiç değilse, kız çocuklarını okula göndermeyen o yobaz Afganların bir kısmının yeryüzünün silineceğini yazan Fazıl Say’la aynı taraftarlar. Batıcı-laik labirentlerde beş taş oynuyorlar. “Kaliteli” müzik dinleyince “kaliteli” solcu olunacağını falan sanıyorlar. Uyarıyor ahaliyi Önal: “Lütfen devrimci olamıyorsak da, en azından gerçekçi olalım.” Müslüm Gürses dinleyince, insanların bir süre sonra alkol bağımlısı, uyuşturucu müptelası olduğunu zanneden arkadaşlarımıza söylenebilecek çok da şey yok. Demek ki, NHKM’lerden bakınca Türkiye böyle görülüyor. Lütfen devrimci ve gerçekçi olamıyorsak da komik olmayalım. Laf açılmışken, şimdilerde elimizde pek çok Müslüm Gürses var; ama bir dönem öyle değildi. Filmde anlatılmadığını söylediğim doksanlarda mesela, yine çok konuşulan biriydi kendisi. O dönemde de solcuların canı sıkılınca ona laf ediyorlardı. Önemli ve tarihsel bir kişisel tanıklık olduğunu düşünmüşümdür hep: Cezmi Ersöz bir denemesinde, o yıllarda katıldığı 1992 Gülhane konserini ve sonrasını anlatır, Ancak Bir Benzerim Öldürebilir Beni adlı kitabındaki Âlem Buysa İsyanlardayız denemesinde. “Ece Ayhan’ın orta ikiden ayrılan, sabahları en erkenden uyandırılan çocuklarıyla birlikte Gülhane’de, ezilenlerin şarkıcısı Müslüm Gürses’in sahneye çıkmasını bekliyoruz.” Böyle başlar yazı. Müslüm Gürses Zalim şarkısını söylemektedir: “Gözler hafifçe ıslanıyor. Sigaralar yakılıyor. Şiddetle, pislikle, rezillikle, en bayağı olanlarla her gün koyun koyuna yaşayan bu insanlar aşkı ve ayrılığı anlatan bu şarkıda adeta bambaşka bir kimliğe bürünüyorlar. O hoyrat, o kaba avuçlarını açarak yavaş yavaş el sallıyorlar Müslüm’e.” Devam ediyor Ersöz, “Benim dünyamdaki insanlar Müslüm’ü ve onu sevenleri bir çamur olarak görürler. Nerede okumuştum bilemiyorum: ‘Çamurun dibi parlaktır’ diyordu… Çamur saydığımız insanların aşklarına, duygularına inebildik mi, hissedebildik mi bir kez olsun?” Gecenin sonu geliyor: “Müslüm’ün isyankâr çocuklarıyla beraber terk ediyorum Gülhane’yi. Yollarda bile ‘Müslüm Baba’ diye bağırmayı sürdürüyorlar. Öfkeleri dinmemiş hâlâ. Kendilerini arabaların, otomobillerin önüne atıyorlar. Kaosu ve şiddet gösterisini seviyorlar. Yarın hepsi atölyelerinde zemin katlardaki iş odalarında yapayalnız ve çaresiz kalacaklar, bunu çok iyi biliyorlar. Ellerine geçen bu fırsatın tadını çıkarmak istiyorlar.” Cezmi Ersöz, yazıyı, ne onlardan biri olabildiğini ne de onları çamur olarak görenlerin arasına girebildiğini söyleyerek, ne kadar yalnız olduğunu not ederek bağlıyor. Aynı şeyleri duyumsuyor, aynı şeyleri düşünüyorum. Ama kendimi kesinlikle kollarını bağlayıp sağa sola akıl verenlere değil, “kadere rest çektim, isyanlardayım” diyenlere, isyanını internet sayfalarına değil ciğerlerine yazanlara yakın hissediyorum. GERCEKEDEBİYAT.COM
Alper Erdik
YORUMLAR