Yayın kurulu toplantısı için bir araya gelen dostlara bunu söylemedim. Neme lazım. Adının kurul olup olmaması da önemli değildi ama o güne kadar katıldığım değişik yayınların sayısını hatırlamadığım kadar çok sayıda toplantısının hiç birisinden en ufak bir fayda hasıl olduğuna şahit olmamıştım. Adı danışma, istişare, görüş alışverişi veya yayın toplantısı da olabiliyordu. Hep umutla gelinir ama yeni fikir çıkmaz, arada sırada yapılan öneriler de genel kabul görmezdi.
 
İyi de o halde bile bile niçin gelmiştim. Ahanda! Bu soruyu duymamış oliim. Bunu herkes bilir. Toplantılara "ben de vardım" demek için icabet edilir. İşleri yürüten de yürütecek olan da bellidir. Bunlar yükü paylaşacak adam da ararlar ama bunun hammaliye anlamına geldiğini bilen toplantı insanları, bahanelerini çoktan hazırlamıştır: "Yok valla, ben elimden gelen her şeyi yaparım ama sorumluluk üstlenemem." İşte genelde böyle denir.
 
Ayrıca, bu toplantılar, benim için yeni taşındığım bir kentte iyi vakit geçirmemi sağlıyordu.
 
Bu kez, toplantıya son anda gelmiştim. Tüm olumsuz tecrübelere rağmen, hiç değilse bir iki yararlı fikir çıkabileceği umudunu hâlâ taşımak gibi bir saflıktan kurtulamamışım anlaşılan. Ayrıca, ikinci dereceden de olsa ev sahipleri arasında sayıldığım için, biraz ikram yapmaya çalışmış ama telaşla toplantıya koşuştururken kalemimi bir yerde düşürmüş veya unutmuş olmalıyım. Zaten kalemi pek kolay tutamıyordum ve bloknot da kayıp duruyordu. Bu nedenle sohbet arasında kapmaya çalıştığım fikirleri sonradan aklımda kaldığı kadarıyla ekrana taşımaya çalışıyorum. Orada tecrübeli bir sekreter tutanak için not alsaydı, kuşkusuz olup biteni size çok daha sağlıklı bir şekilde aktarmak mümkün olabilirdi.
 
Tabii, bu toplantılarda gerginliği azaltmak, sohbeti koyultmak için ikramın ne kadar önemli olduğu bilinir. Ama aklımın gerisindeki fikir "bakın ben ikram için koşuşturdum, benden başka bir şey beklemeyin" tavrına girmekti. Bakalım, yerlerse olur.
 
Zaten beni bu toplantılara niçin çağırdıklarını hep merak etmişimdir. Bakın, bizde her türlü tip var, uzaklardan gelen bile var, ne kadar geniş bakışlıyız demek için belki. Bir nevi konu mankeni gibi hissedebilir insan.
 
Her neyse, daha bir çeyrek saat geçmemişti ki, çayla birlikte çörek ikram ettim. Böylece gevşeyerek daha rahat konuşacaklarını umuyordum. Sohbet tam kıvamına gelirken lafın kesilmesinden hoşnut olmayan birkaç kişi de oldu ama çay taraftarları her toplantıda daha kalabalıktır. Tam "çörekleri nasıl buldunuz" derken eflatun gözlüklü ve şişman hanım:
 
“Börekler biraz ağır olmuş" dedi.
 
"Haa" dedim, "biz kuzeyde fok yağı koyarız, size burada daha hafif yaptırdım."
 
Ama gene de ağır olmuş, peynir ve diğer malzemenin daha dengeli konması gerekirdi diye itiraz etti.
 
"Gelecek toplantıda sizin sardıklarınızı tatmak için sabırsızlıkla bekleyeceğim" dedim, ağır bulduğu börekleri atıştırmasını izlerken.
 
Çok beklersin gibilerden yamuk bir bakışla karşılık verdi.
 
"İsterseniz dergiye bir yemek köşesi koyalı..." diyecekken, bu kez de kalın siyah gözlüklü adam lafı ağzıma tıktı.
 
"En iyisi kaşarlı tosttur. Sade kaşarlıdan hiç şaşmayacaksın, hiç değilse ne koyduklarından emin olursun" dedi.
 
Hemen bir onay vızıltısı oluştu. Meğer kaşarlı tostun ne kadar çok seveni varmış. Bunun üzerine yemek köşesi önerimi ikinci çaya kadar ertelemeye karar verdim. Zaten gözlüklü hanım ve gözlüklü bey sözümü kesmek için anlaşmış gibi duruyorlardı, ya da bana öyle geldi. Bunlara yaptığım ikram için boş yere ne kadar masrafa girdiğimi düşünürken, hanım olanı aslında simit de olurdu diye konuyu dağıtmayı sürdürdü. Gözlüklü adam hemen topa girdi ve "yanında eski kaşar olmak şartıyla" diye tamamlamaya çalıştı. Buraya sırf bana gıcık atmak için gelmiş gibi duruyorlardı. Ama olsun, biraz tahammül etmek gerekir. İyi bir fikir gelecek yerden fok esirgenmez.
 
"Eskiden ara sıra yemek yazıları olurdu, bunları okur muydunuz" diye tekrar giriş yapmaya çalıştım. Evet,okumuşlar, hatta bir seferinde yılbaşı yemeklerinin bir tanesini denemişlerdi. "Hah, havaya giriyorlar" diye umutlanırken darbe hiç beklemediğim bir başkasından geldi:
 
"O aşçı beş para etmez birisidir, zaten tarifleri de hep çalıntıdır" diye yakındı.
 
Aslında o tarifi halam vermişti, aşçı da uyduruk bir isimdi ama burada kimse yılbaşında somon yemiyordu. Yabancı bir dergiden aldığımız resmin altına "Murtaza Usta'dan nefis tarifler" diye başlık atmıştık.
 
"Diğer konukları ihmal etmeyeyim, siz bu tepsiyi de buyurun" diye sıvıştım. Bu yayın sırrını sırf onun palavrasını ortaya koymak için yüzüne vuracak halim yoktu. Aslında tepsiyi ona bırakmaya niyetli değildim ama laf ağzımdan çıkıverdi. Bari karbonhidratları o yesin, obez herif, gurmelik ona mı kaldı.
 
Uzun boylu adam:
 
"Cesaret" dedi, "bu cesaret ister."
 
Yoksa bizim korkak olduğumuzu mu ima ediyor diye düşünürken ekledi: "Basının büyük bölümü cesaretle yazmak yerine, iktidara yalakalık yapıyor.”
 
Buna itiraz yayın müdüründen geldi:
 
"Biz korkak değiliz, sadece bazı dengeleri gözetmemiz gerekir, reklam verenleri gücendirmemeliyiz."
 
Eee, elbette doğru. Satış gelirleriyle ayakta kalmak mümkün değildi.
 
"Siyaset ilgi çekiyor ama biz sadece muhalefete satış yapmıyoruz" diye sözlerini sürdürdü müdür. "Bu nedenle herkesin ortak dertlerine hitap etmeye çalışıyoruz."
 
Bu anda gözlüklü obez "ayı gibi araba sürüyorlar" diye lafa girdi ama o an yaptığı gafın farkına vardı. Sonuçta kimse bizleri kızdırmak istemez. Geçen toplantıda da bir şiirimi beğenmemiş, kafiye ile, araklanmış laflarla şiir olmaz diye kestirip atmıştı. ("Alaska'dan Datça'ya, yayın kurulu bahçeye, gel bize bazı bazı, buzun ne çoğu ne azı" diye başlayan bu manzum eserimin en azından bir bestekarın ilgisini çekeceğini umut ediyordum. )
 
Her ne kadar gene ayağıma basmışsa da, cesur adamları severim. Ama hem yemek köşesi, hem de şiir köşesi önerilerim geriye çevrilince, "Bari bir kış köşesi yapalım" şeklindeki esprimi de soğuk bakışlarla karşılamışlardı.
 
Tabii, burada buz yok, kayma yok. Güreşi de buzda değil çayırda yapıyorlar ama çok gürültülü bir şekilde davul ve keskin sesli bir nefesli saz çalıyorlar. Davulu biliyorum, çünkü benzerini bizim Eskimolar da kullanır. Ama üfledikleri sazın sesi, nasıl diyeyim Narwalların yemek sonrasında rahatlamasına benziyor. Ama bunu duymak için kafanızı soğuk suya sokmanız gerekir.
 
Bu sırada sekreter hanım elinde bir tabak peynirle geldi, tadına bakar mısın dedi. Tabağı olduğu gibi sıyırıp bir lokmada yutunca şaşırdı. Yanımdaki kulağıma eğilip "burada adet bir parça almaktır" deyince mahcup oldum biraz. Aslında buralıların alışkanlıklarını biliyordum ama bazen bir an kendimi kaybedebiliyorum.
 
Mahcubiyetimi görünce anlaşılan konuyu değiştirmek istedi: "Sizi bu taraflara atan nedir?"
 
Bu çok sık karşılaştığım bir soruydu.
 
"Bildiğiniz gibi" diye söze girdim, "iklim değişikliği nedeniyle çoğumuz artık dünyaya dağılıyoruz. Ben, antik medeniyetlerin beşiği olduğu için bu toprakları tercih ettim."
 
“ İnşallah aradığınızı bulursunuz” dedi.
 
 "Arıyorum, umutluyum" dedim.
 
"Aslında" diye konuşmayı sürdürdü, "siz Alaskalı olarak Amerikalı sayılırsınız."
 
“Ama biz Kanada'ya da sık sık geçeriz” diye karşılık verdim, “bu nedenle onlardan da pasaport alabiliyoruz, hatta uzun yolculukları göze alırsak Rusya'ya da geçebiliriz. Benim Kamçatka'da akrabalarım var...”
 
"Zaten Kızılderilililer de Türktü" diye iddia etti karşımdaki. Bering Boğazı'nı geçmişmişler.
 
Sohbet bu noktalara kadar intikal etti mi yavaştan volta almak gerekir.
 
"Müsadenizle" dedim, bu ilginç konuyu bir gün konuşmak isterim ama şimdi mutfağa yardıma gitmeliyim.
 
İçeriye seğirtirken "bunun işi gücü mutfak zaten" diye konuştuklarını duydum. Halbuki bütün iyi niyetimle yayına katkıda bulunmaya çalışıyordum. Böylece yemek sayfaları önerimi de ertelemeye karar verdim.
 
 Esasen geçen sefer de verdiğimiz tarifleri pişirip tatma ve resimlerini çekme önerimi reddetmişlerdi. "Boş geç" demişti yönetmen, yabancı bir yayından alıp koyarız, kim uğraşacak, üstelik o kadar da masraf."
 
“Ama...” dedim, “bizzat pişirip denemeden konmamalı...”
 
 "Boş geç" dedi, "zaten kimse o yemeği pişirecek malzemeleri bulamaz."
 
İşte böyle sayın okurlar. Bir yayın toplantısı da çayla, çörekle sona erdi. Kimse yeni bir fikirle gelmedi. Ben de önerilerimi kabul ettiremedim. Acaba kendi yayınımı mı çıkarsam. Birkaç finansörü kafaya alsam yaparım yapmasına da, kin bu işe para yatırır. Aslında biliyorum. Liboşlara yanaşsam, "hoşgörüden bol etnisiteli, mezhepli mozayık pasta" desem jet hızıyla bir çuval STK parası gelir ama kalemimi satmam. Ya da satar mıyım? Mesela, bu para yetmez dedikçe önüme banknotları yığsalar, ben de çok olsun da suratlarına çarpiim diye yetmez demeyi sürdürsem. Sonra birden gevşesem. İrademi yitirsem. "Aman yaa, dünyayı ben mi kurtaracağım" desem. Paraları alıp yayını çıkarsam. Barış ve demokrasi desem. İmzacıları filan davet edip herkese pemmikan ikram etsem. Hiç birisi yemeyeceği için hepsi bana kalsa.
 
Valla, ben ne anasının gözüyüm, o kadar olur yani. Hadi hayırlısı.


Mehmet Tanju Akad
GERCEKEDEBİYAT.COM

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)