Son Dakika



“Türklerin yanında olduğum için Tanrıya şükrediyorum!” (E. Zuckmayer, 1938)

“Kemalist Türkiye, gözlerini ileriye, geleceğe çevirmiş özgür bir ülkedir.”

Dix ans de République[1]

Mainz kentine yakın bir küçük kasaba olan Nackenheim’da 1890 yılında doğan Eduard daha okula başlamadan piyano çalmaya başlar.  Beş yaşındadır. Bu yaşlarda bir müzik aletini iyi şekilde çalanlara tarihte rastlanmıştır, bilinmektedir, ama orada Eduard’ı dinleyenler henüz böyle bir şey görmemişlerdir. Eduard on yaşında doğaçtan çalmaya, on bir yaşında resital vermeye, on iki yaşında beste yapmaya başlayacaktır.

Eduard altı yaşındayken kardeşi Carl aileye katılır.[2]

Yaşadıkları bölge bağcılık yapılan Ren Nehri kıyısıdır ve şaraplarıyla ünlüdür. Babalarının şarap şişelerine tıpa ve mantar kılıfı üreten bir işletmesi vardır, yüz kişinin çalıştığı fabrika kasabanın en önemli işyeridir. Bu sayede baba Zuckmayer kasabanın da ileri gelenlerinden olmuştur. Aile, çocukların eğitimi için evlerini Mainz’a taşır (1900), Eduard ve Carl öğrenimlerine orada devam ederler. Eğitimlerine verilen önemle iki kardeş, yüksek öğrenimlerinde önce babalarının, sonra kendilerinin seçtikleri alanlara girerler. Hukuk öğrenimine başlayan Eduard, bunu yarıda bırakarak hayatını müziğe adayacaktır. Carl ise kafasına yazar olmayı koymuştur. Hayatının, Dünya Savaşında dört yıl askerlik yaptıktan sonraki döneminde yazmaya, ürün vermeye başlar. Tiyatro oyunu olarak bir yazdığı “Kleist Ödülü” alınca, artık hep yazacak ve önemli ve ünlü bir Alman yazarı olacaktır.

Münih, Berlin ve Bonn Üniversitelerinde müzikoloji, müzik teorisi, sanat tarihi ve felsefe alanlarına eğilen Eduard, 1914 yılında Köln Konservatuvarı’nın orkestra şefliği ve konser piyanistliği bölümlerini bitirir. İlk ödüllendirilmesi “konservatuvarın en iyi ve en başarılı öğrencisi” olarak “Wüllner Armağanı”nı almasıdır. Savaşta üç yıl cephededir, Kuzey Denizi kıyısındaki bir çatışmada ağır yaralanır, cepheden götürülür.  İyileştiğinde Mainz Kent Orkestrası’na yönetici olacaktır. “Mendelssohn” ve “Bach” ödüllerini de aldığında, yalnız alanında tanınmasının değil, müzik eğitimcisi, pedagogu, araştırıcısı, bestecisi ve virtüözü olarak döneminin en önemli insanlarından biri olmasının yolu açılmıştır.

1923’ten başlayarak Frankfurt/M’da çalıştığı yıllarda Paul Hindemith (1895-1963) ile tanışır ve birlikte projeler üretirler.  Hindemith Eduard’ın hayatında çok önemli rol oynayan bir kişi olacaktır.

1923-25 yılları arasında Mainz ve çevresinde çalışmalar yapan “Yeni Müzik Derneği” (Gesellschaft für Neue Musik Mainz/Wiesbaden) adlı kuruluşun yaratıcısıdır. Bunun yanı sıra, 1924’te Kuzey Denizindeki Juist Adasında “Denizdeki Okul” (Schule am Meer) adlı eğitim yerini kurmuştur. “Gençlik Müzik Hareketleri”nin akla gelen birinci adıdır.

Eduard çalışmalarının en üst düzeyde yararlı, sistemli, çok yönlü ve uzun erimli olması için neye ihtiyacı olduğunun da peşindedir. Derinleşmeye yönelir, müzik teorisi, eğitim metodolojisi vb. konular üzerinde özellikle durur. Yaratıcı olmanın gereğine inanmıştır. Makaleleri yankılar uyandırır.  Yayınları müzik ve eğitim alanlarının vazgeçilmezleri olur. Öğrencilerinin hepsi ders notlarını saklamak gereğini bilirler, genç ve yenilikçi hocalarının anlattıkları başka yerlerde rastlanılır şeyler değildir. Meslektaşları onda gördükleri arayışları, yenilikleri takip ederler, verimine özenirler.

HİTLER’İN GETİRDİKLERİ VE GÖTÜRDÜKLERİ: FAŞİZM ve SÜRGÜNLER, GÖÇMENLER, KAÇAKLAR, SIĞINMACILAR...

20. yüzyılın 30’lu yılları Almanya için birçok bakımdan dikkat çekicidir. En önemlisi ve Alman toplumunun hayatında en büyük rol oynayan şey, Nazilerin iktidar olması ve rejimin değişmesidir.

Bu, yalnız Almanların içinde olduğu siyasal ve toplumsal ortamın değil, bilinen dünya düzeninin de zorlanması demektir. Nitekim beş yıl geçmeden “felaket” sınırları aşacak, yeni bir “büyük savaş” çıkacaktır.  Bütün bu dönem boyunca içte muhalefet kabul edilmez, “beğenmezlere” baskının sınırı yoktur.  Bunun yanı sıra, Nasyonalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei (NSDAP) iktidarında bir de ırkçılık ve ayrımcılık vardır, Yahudi olmak kabul edilmez.[3]

Oysa Zuckmayer ailesinin bir kolu, anne tarafı Yahudi kökenlidir ama aile Protestandır.  Eduard ise Katolisizmi seçmiştir, bununla birlikte kardeşler gene de ayrımcılığa ve baskıya uğrayacaktır.

Zuckmayer kardeşlerin sorunu, öncelikle Yahudi kökenli olmalarından kaynaklanmaktadır, ama yalnız ondan ibaret de değildir, aynı zamanda, yeni iktidarın ve yeni rejimin toplum üzerindeki olumsuz etkileri dolayısıyla muhalif gruplar içinde yer almalarıdır da. Faşistlerin en fazla önem verdikleri, Marksizme yakın olanlar, sosyalist ve komünist olarak bilinenlerdir. Carl’ın yazdıkları Nazilerce hep rahatsız edici bulunmuş ve “zararlı” görülmüştür. Eduard ise Hitlercilere göre “fazla yenilikçi”dir. İkisinin de solcularla ilişkileri ve arkadaşlıkları zaten gizli değildir. 

Kendi hallerine bırakılmayacakları ortadadır.

Carl 1933’te Avusturya’ya göç eder. Ancak orada da barınması sözkonusu değildir ve 1939’da ABD’ye gitmek zorunda kalır. Naziler dönemi bittiğinde ülkesine döner ama Eduard gittiği Türkiye’den ayrılmayacaktır.

Carl 1925’te evlenmiştir. Eduard’ın  hikayesi biraz farklı. 1924’te Gisela Jokisch’le tanışır. Michaela adında bir kızı olan ve evli Gisela ile yolları, on yıla yakın bir zaman geçtikten sonra kesişecektir. Hayatlarını birleştirmek isterler, ancak evlenemezler. Eduard “Yahudi melezi” olduğu için “evlenmeye uygun olduğunu gösteren sertifika”yı ve ona bağlı olan izni alamıştır. Çünkü ari Almanların Yahudilerle evlenmesi Naziler tarafından 1934 yılı başında yasaklanmıştır. Almanya’da her nasılsa Hıristiyanlığa geçmiş Musevilerin Yahudi kökenli olmaları bir yana bırakılmamaktadır, Yahudi asıllı olmaları, kökenleri bir türlü yok olmamaktadır! Vaftiz de olmuşlardır ama “gerçek Hıristiyan” değillerdir ve hiç bir zaman gerçek Hıristiyan sayılmayacaklardır. Yani Yahudilikleri ne kaybolmakta, ne unutulmaktadır!  Musevi olmaktan çıkanlar Yahudi kalmaya devam etmektedir! Bu yüzden Almanlarla evlenen Yahudilerin çocuklarının ve daha sonraki kuşaklarının Yahudilikleri, –belki biraz eksilmiş olmakla birlikte– hiç bir zaman ortadan kalkmaz, onlar da Yahudilikten bir türlü kurtulamazlar. Mischling denilen bu “melez” kuşaklar tam olarak belirlenmeye çalışılır, bunlar için Naziler tarafından özel uygulamalar yapılır.  Musevi Yahudiler gibi onların da hiç bir işte çalışmaları istenmez, onlara mahsus işler“ vardır.[4]

ahmet yıldız

Hıristiyan olan Musevilerin ve Mischlinglerin kayıtları Almanya’da zaten eskiden beri özenle tutulmakta ve saklanmaktaydı.  Hatta kaybolma veya yok edilme olasılığına karşı kayıtların çoğaltılarak –biri kilise, diğerleri resmi kurumlar olmak üzere– üç-dört ayrı yerde tutulması da bir “önlem olarak” titizlikle uygulanmaktaydı.  Yahudi geçmişin araştırılması ise, limpieza de la sangre kuralına göre yürütülmekteydi.[5]

Tehdit altında olanlar, yalnız Yahudiler ve melezler değil, aynı zamanda, en başta eşleri olmak üzere onların yakın çevreleriydi de.  Herkes seçim yapmaya zorlandı!  Dostların ve yakınların bazıları uzak durmayı “seçtiği” gibi, eşlerin de ayrılmaları ve birbirleriyle ilişkilerini kesmeleri gerekiyordu!  Ari olmayanlar, ari Alman olan eşlerinden ayrılmalıydı!  Bu baskının ne büyük dramlara yol açtığını, bunun yanı sıra ne büyük tepkilere ve duygusal kırılmalarla sonuçlandığını düşünmek herhalde kimse için zor olmasa gerek.[6]

"Almanya’da deneme ve yaratıcı araştırmalara izin veren ilerici bir eğitim sisteminin geçerli olduğu okullarda” kompozitörlük ve hocalık yapmakta olan Eduard, „melez“ olduğu için önce işten çıkarılır (1934)[7] ve “Milli Müzik Birliği”nden atılır (1935), arkasından tehditler almaya başlar.  Dostların uyarıları da, Yahudilerin “ülkeyi terketmelerinin istendiği”ni ve gerektiğini dillendirdirmektedir.  Frankfurt’tan keman virtüözü Heinrich Jacobi, Macaristan’da doğmuş “gelmiş geçmiş en ünlü keman sanatçısı” olan ve Freiburg’tan gelen Licco Amar, besteci Paul Hindemith ve tiyatro-opera-müzikal yönetmeni Carl Ebert ondan önce hedef olmuşlar ve Almanya’dan 1935 yılında ve öncesinde ayrılmak zorunda kalmışlardır.[8]  Türkiye’ye gelen ve sanatçılar olarak göreve başlayan bu “kafileye” müzik alanında, orkestra şefi Dr. Ernst Praetorius[9], kemancı Wolfgang Schocken, opera sanatçıları Max ve Steffi Klein da katılacaktır.  Bu adlar dışında Ankara’da “en az yirmi beş kadar başarılı müzisyen daha vardı”.[10]  İlhak (12 Mart 1938) sonrasında Avusturya’dan ayrılmak zorunda kalanlar da oldukça önemlidir; Ankara’daki Senfoni Orkestrasında birinci ve ikinci keman olarak yer alacak kemancılar Adolf Winkler ve Gilbert Back, konservatuvarda violin ve viyola dersi verecek olan Walter Gerhard, flütçü ve nefesli sazlar hocası Friedrich Schönfeld ve piyanist Walter Schlösinger.[11]

Almanya kendi değerlerini reddediyordu.  Almanya kendi değerlerine savaş açmıştı, onları kaçırmaya çalışıyor, gitmelerini istiyor, gitmeyenleri atıyordu.  Ama bu arada Almanya’nın geleceği gidiyordu, Almanya geleceğini sınır dışı ediyordu!

Türkiye’ye davet edilenler seçilmekteydi.  Bu seçilimin ölçütleri arasında, genç Türkiye Cumhuriyeti’ne hizmet etmek istemeleri ile alanlarında yenilikçi, reformcu ve hatta devrimci özellikler göstermeleri vardı; dahası, yetenekli ve çalışkan olmaları, “isimlerini ülkelerinin sınırları dışında da duyurmuş olmaları” gerekiyordu, ama önceki ölçütler her şeyin önünde geliyordu, çünkü “gerçek bir üniversite ruhunun ve anlayışının kök salması” gerekiyordu.[12]

Ankara Garına ayak bastığı 1936 yılının nisan ayından sonraki macerasının tamamını Profesör Uçan’la yapılan söyleşide[13] (ve Uçan’ın kitabında) okuyacağınız üzere, Eduard, Hindemith’in „Ankara’daki Devlet Konservatuvarı’nda ders verme davetini kabul“ ederek 1936’da Türkiye’ye gelir.[14]  İlk işi, Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro ve Opera Bölümü’nde “Madrigal Korosu”nu kurmak ve çalıştırmaktır.  Sonradan Türkiye‘ye gelen Gisela Jokisch‘le ancak 1947’de Ankara’da evlenebilecektir.  Michaela’yı da evlat edinir, hep birlikte Cebeci’de kiraladıkları bir evde yaşamaya başlarlar.[15]

GELİNEN “YENİ DÜNYA”!

Bir de gidilen yer tarafına bakalım.

Türkiye Cumhuriyeti: Her şeyi değiştiren olağanüstü bir dinamik.  Yalnız ülkeyi ve bölgeyi değil, bütün dünyayı etkileyen bir “mucize”.

Değişme kapsamlı ve köklüydü, şaşırtıcı ve umutlandırıcıydı.

Bu, dünyanın değişmesinden ayrı bir şeydi. Ülke, gelişme olan bütün değişimlerin dışında kalmıştı.  Ama “eski”, devam etmeyecekti.  Medrese eğitimi bitecek, bilimsel ve laik eğitim başlayacaktı. Kulluk sona erecek, yurttaşlık gelecekti. “Orta Çağ” kapanacak, çağcıl bir dönem açılacaktı. Yeni bir devlet kuruluyordu, toplum da yeni bir toplum olacaktı. Yenileşme ve değişme Batıdan gelecek, getirilecek, alınacaktı, ama alınacakları birilerinin getirmesi gerekiyordu. Avrupalılar bu işi başlatmışlardı, Türkiye’ye zaman zaman Avrupa’dan gelenler ve getirilenler olmuştu ama bunun çapının çok daha geniş, sistemli ve kalıcı yararlar sağlayacak şekilde sistemli olması gerekiyordu. Cumhuriyet’in Avrupa’ya gönderdiği öğrencilerinse[16], bu sürecin başında yetersiz olacakları açıktı, zaten yetiştiklerinde tecrübesiz de oluyorlardı. Üstelik yalnız onlarla bu iş çok zaman alırdı, oysa kaybedecek zaman yoktu. Türkiye’nin acelesi vardı.

Almanya’nın düşman gördüğü ve dışladığı insanlar Türkiye’ye davet edildi.  İyi yetişmiştiler, yeterliydiler, yetkindiler, önemliydiler, ünlüydüler, ve çok değerliydiler! Maceralı yolculuklar ve bazıları içinse kaçışlardan sonra “Almanya’nın değerleri” birer birer İstanbul ve Ankara’ya vardılar.

Eduard’ın ülkesinden ayrıldığında gittiği ve hep yaşayacağı kent, önemli bir “merkez” olmakla birlikte, nüfusu 10 bin civarında olan küçük bir yerleşim yeriydi. Üç-beş büyükçe bina dışında gösterişli bir yapı yoktu.  Bağlar, bostanlar dışındaki her yer toz toprak içindeydi.  Kendisinden önce Ankara’ya gelenlerin, Millet Meclisi açıldığında (1920), Cumhuriyet ilan edildiğinde ve diplomatik ilişkiler kurulduğunda (1923 ve sonrası), Avrupa’dan eğitimciler, mimarlar, uzmanlar ilk çağrıldığında (1926-27) gelenlerin[17] kalacak yer bulmaları bile sorun olmuştu.  Bu yoksunluklar içindeki küçük yerleşim yeri başkentti, başkent olmuştu, ama hızla ayağa kalkacak, gelişecek, büyüyecek, dünyaya da örnek bir yeni kent olarak kendini gösterecekti. Ankara, çok uzun yıllar boyunca dünya için devrim ve bağımsızlık demek olacaktı.

Eduard’ın Ankara’daki hayatı müzikle iç içedir.  Yalnız işinde değil, bütün ilişkilerinde ve dostluklarında müzik vardır. Üniversite hocalarının ve diğer Alman aydınlarının önemli bir kısmı bir müzik aleti çalmaktadır, toplandıklarında hep bir “oda müziği” grubu oluşur, elbette yöneticiliğini (oradaki herkesin kendisine kısaca “Zuck” dediği) Eduard yapmaktadır.

Eduard ve Türkiye’ye diğer bütün gelenler için en önemli olan şey cangüvenliğiydi. Hakkında fazla şey bilmedikleri bu ülke kendilerine, bizzat Maarif Vekili Dr. Reşit Galip’in ağzından, “önerilen görevleri kabul eden herkesi devletin memuru olarak kabul ettiğinin ve koruyacağının” güvencesini veriyordu. Müthiş bir şeydi, inanılmaz gibiydi, sevindiriciydi, hayranlık uyandırıcıydı. Onlar da bu devrimci Cumhuriyete güven duyacaklar, büyük saygı göstereceklerdi. 

“Misafir”den çok daha yakın görülenler, bu yeni ve devrimci devlete istekle hizmet ettiler, bir anlamda Türkiye’nin geleceğini kuruyorlardı.  Çalışmalarının boşuna olmadığını, boşa gitmeyeceğini anlamışlardı. Getirdiklerinin, verdiklerinin ve kattıklarının, kamusal ve ulusal değerler haline geleceğini sezmişlerdi. Büyük etkiler ve çok yararlı toplumsal katkılar yapabileceklerini görmeleri, onları daha da çalışkan ve fedakar yapacaktı.

Ayrıca, Türkiye’ye çağrılanlar ve gelebilenler ne kadar şanslı olduklarının farkındaydılar. ABD’deki üniversitelere Yahudiler kabul edilmiyordu. Bu, 30’lu yıllarda bir söylentiydi, ama 40’lı yıllarda hiç bir ABD üniversitesi Yahudilere kadro vermemişti, vermiyordu. Hatta üniversitelerin bazıları 1950’lerde bile bu uygulamayı sürdürecekti. Benzer durum İngiltere için de geçerliydi.[18]

Yalnız Hindemith, Hirsch, Praetorius ve Zuckmayer gibi çok ünlüler değil, kaçmış ve Türkiye’ye gelmiş bütün Almanlar, faşist Alman rejiminin çeşitli kurumları ve örgütleri tarafından Türkiye’de de izlenmekte ve haklarında dosyalar hazırlanmakta, koğuşturmalar yürütülmekteydi.  “Türkiye’ye sığınmış ya da görevli olarak Türk hükümeti tarafından çağrılarak sorumlu görevler verilen tüm Almanlar tek tek, aralıksız izleniyor, bazıları tehdit ediliyor, korkutuluyordu.”[19]  İstanbul’daki başkonsolosluğun 30 Mayıs 1938 tarihinde Alman asıllılara gönderdiği bir yazının ilişiğindeki soru kağıdında, kendilerinin ve eşlerinin ari mi, yoksa Yahudi mi olduğu, “akrabalar arasında ‘ari olmayan’ kişilerin bulunup bulunmadığı” soruluyordu.[20]  “Örneğin, [İmparatorluk Tiyatro Odası’nın (Reichtheaterkammer)] başkanı Eugen Klöpfer, Alman Büyükelçiliği’nin sorusu üzerine, sanatçıların, dramaturgların vb. ‘siyasal güvenilirliği’ konusunda sürekli bilgi veriyordu.  Özellikle eskiden Marksizme karşı yakınlık duyduğu şüphesi altında bulunanlar sıkı biçimde gözetleniyordu.”[21]

1938 yılında İsviçre’de Chardonne’da Eduard ve Carl’ın büyükleri, baba Carl ve eşi anne Amalie (doğumadıyla Goldschmidt), 50. evlilik yıldönümleri (Goldene Hochzeit) kutlamalarında bütün aileyi biraraya toplar.  Bu buluşma, uzak yerlerden (ABD ve Ankara’dan) gelen kardeşlerin ana ve babalarını son görüşleri olacaktır.

MÜLTECİLER VE TÜRKİYE

Nazi iktidarının düşmanca ve ırkçı uygulamaları yüzünden ülkelerinde çalışamayan ve öldürülme tehlikesi altında bulunan Alman ve Avusturyalı aydınların Türkiye’ye gelmesi Cumhuriyet’in eğitim ve bilim hayatında çok önemli bir rol oynadı.  Bu, aynı zamanda Almanya’da bilim, kültür ve sanat hayatının çoraklaşması anlamına gelmişti. 

Yıl 1936. Frankfurt’ta Goethe Üniversitesi’nde bir Türk öğrenci. Öğretim görevlilerinden bir asistan onun Türkiye’den geldiğini öğrenince, “bütün iyi hocalar İstanbul’da, sen niye buraya geldin” diye soracaktır.[22]

1933 yılında İstanbul’daki bilim ve teknoloji üretmeyen Darülfünun kapatıldı.  Onun yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu.  Üniversiteye Darülfünun’dan çok az kadro aktarılabilmişti. Çünkü Darülfünun öğrenim kadroları olan müderrisler, devrimci Cumhuriyet’in ihtiyacına karşılık verecek, anlayış, bakış, düzey ve eğitimden yoksundu. Zaten büyük çoğunluğu da, bırakalım Cumhuriyet’e bu bakımlardan uygun olmayışlarını, Cumhuriyet’e hizmet etmek de istemiyordu, hatta Cumhuriyet’e karşıydı ve Cumhuriyet düşmanıydı.[23]  Bu durumda ve bu dönemde Türkiye yüksek eğitim sisteminin imdadına Almanya’dan gelen akademisyenler ve bilimciler yetişti.  Hiç birinin Cumhuriyet’le bir sorunları olmadığı gibi, Cumhuriyet’e hizmet de etmek istiyorlardı. Zaten Cumhuriyetçi olan Alman ve Avusturyalı profesörler, hocalar, bilimciler yeni kurulan üniversitenin yapıtaşları oldular, üniversite reformu onların omuzlarında yükseldi.  İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşunda, 4’ü profesör, 38’i ordinarius olan 42 Alman akademisyen bilimciye görev verilmişti (üniversitesindeki 180 öğretim kadrosunun 138’i Türk olacaktı). Ankara’da görevlendirilenler bunlardan ayrıdır. Üniversitelerde toplam 100 kadar bilimci çalışmıştı.[24]

Alman bilimci ve aydınların Türk devrimine ve Cumhuriyet’e katkısı ve yararı üniversite ve eğitimle sınırlı da değildi. Genişti, yaygındı, muazzamdı, ama uluslararası alandaki karşılaştırmalı anlamı daha da başkaydı; birçok başka ülkeye, özellikle ABD’ye giden Almanca konuşan sığınmacıların sayısı Türkiye’ye gelenlerden çok çok fazla olmasına rağmen, “Hitler Almanyasından kaçan mültecilerin kısmi önemi hiç bir yerde Türkiye Cumhuriyeti’ndeki kadar büyük olmamış ve çalışmaları kalıcı bir tesir bırakmamıştır”.[25]

Bütün devrimci hamleler gibi, üniversite reformu ve yeni üniversitelerin kurulması faaliyeti Atatürk’ün planlaması ve denetiminde yürütülmüştü.  Bu projenin de önderi Atatürk’tü.

Atatürk’ün ölümü sonrasında Cumhuriyet’in devrimci atılımlarının sürdürücülerinden Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Alman hocaların koruyucusu ve her bakımdan destekçisi olacaktır.

Üniversite reformu tam bir başarıydı. Daha sonra kurulacak üniversiteler, “büyük ölçüde göçmen profesörlerin ders verdiği o dönemde, onların etkisiyle hazırlanan müfredatın direkt bir ürünü” olacaktı. Şu anda yüzün üstünde üniversite var, ama bir hocamızın dediği gibi, “Frank, Winterstein, Schwarz, Cosswig, Hirsch ve diğer Alman profesörlerle yaşadığımız altın çağ” özlenmekte, aranmaktadır.[26]

Devrimci ve halkçı anlayış ve uygulamalar üniversitelerde çalışan ve diğer alanlarda yer alan bütün bu ilerici aydınlar üzerinde heyecanlandırıcı bir etki yapmıştı. Zihinlerdeki ışıltı, gözlerdeki parıltı, kafalardaki arayış, farkedilmeyecek ve etkilemeyecek gibi değildi.

Önemli bir gerçek:  “...çok özel zorluklara rağmen –ki bunların başında dil ve din geliyor– mültecilerin birçoğu, muhakkak ki büyük bir kısmı, Türkiye’yi ikinci bir vatan olarak tanımayı ve sevmeyi bilmiştir.”[27]

Türk uyruğuna geçmek için başvuranlar, kabul edilenler ve Türk vatandaşlığını alanlar oldu.

On sekiz yıl İstanbul Üniversitesi Sosyal Politika Kürsüsünde ders vermiş Prof. Gerhard Kessler’in, “asil ve şövalye ruhuna sahip Türk ulusuna bana [Türkiye’de çalışma imkanı verdikleri] bu imkanı tanıdıkları için ebediyen müteşekkir kalacağım”[28] şeklindeki sözlerinin benzeri Eduard için çok daha somuttur: “...Türklerin yanında olduğum için Tanrıya şükrediyorum!”[29] Savaş sonrasında ve 50’li yıllarda ise, Almanya’ya dönmesi için yapılan bütün önerilere karşı “Türkiye’den ayrılırsam yaşayamam” diyecektir.[30]

“Zuck” Türkiye’ye gelenler arasında Türkiye’yi en fazla benimsemiş, Türkiye’ye en fazla bağlı olandı.

Atatürk’ün devrimciliğini ve önderliğini hayranlık duyarak önemseyen Eduard Zuckmayer, önderin ölümü sonrasında M.N. Öngay’ın[31] “Atatürk’ü Anış” adlı şiirini bestelemişti.

ahmet yıldız

EDUARD’IN KIRŞEHİR DÖNEMİ

Savaşın sonuna doğru Almanya ile ilişkilerini kesen Türkiye, 2 Ağustos 1944’te bütün Alman vatandaşlarının on gün içinde ülkeyi terketmelerini ister. Türkiye uyruğuna geçmemiş ve verilen mühlet sonuna kadar ülkelerine dönemeyen (bunların arasında ileride kendisinden hesap sorulacağı olasılığı yüzünden Almanya’ya dönmek istemeyenler, gitmekte ayak sürüyenler de vardır) Almanlar Kırşehir, Çorum ve Yozgat’ta “enterne edilir”.  Eduard, “melez” olduğu için Almanya tarafından zaten kabul edilmez, ama “uygulamadan kurtulacak kadar Yahudi” de değildir.[32]  Türkler için “düşman yabancı” olan ve çoğunluğu oluşturan “kötü” Almanlarla (Yahudi düşmanı olduklarını varsaydığımız Alman resmi görevlilerle) birlikte iki yıla yakın Kırşehir’de yaşayacaktır. Toplam olarak 200’e yakın Alman ve Avusturyalı Kırşehir’de tutulmuştur. (Üç ayrı kentte tutulanların toplam sayısı 700 kadardır.)

Orada gözaltında olanlardan çoksesli bir koro kuran Eduard, “hatırı sayılır başarılar” elde edecektir.  İlk konser, 1945 yılının Paskalya Bayramında verilir.  Baş eser olarak önemli bir Messe’nin olduğu “repertuvarın” içinde, Eduard’ın Almancadan Türkçeye uyarladığı parçalarla (örneğin, Dostluk, Gençlik, Bahar adlı parçalar), çok sesli hale getirdiği türküler (örneğin, “Hış hışı hançer, boynuna ley ley”) de yer alır.[33]

Bir yer aranmış ve bulunmuştur, “genç sürgünler için, uygun bir öğretmen bulunursa dersler düzenlen”mektedir.[34] “Okul çağındaki çocuklar için geçici bir okul oluşturul[muştur]. Rahibeler, bazı Almanlar öğretmenlik görevini üstlen”mişlerdir.[35]

Eduard, olanak buldukça, iyi Türkçe konuşabildiği için oradaki herkesin yapmadığı ve yapamayacağı şeylere de yönelir, çevresinde ilişki kurabildiği bütün Türklerle temas etmekte, onlardan öğrenebileceği şeyleri aramaktadır. Bir yandan sözel müziği kayda geçirir, derlemeler yapar, bir yandan da araştırmalara dalar.

Anadolu’nun bu üç kentindeki hayatları, enterne edilenler için zorluklar, çaresizlikler ve üzüntüler demekti, çalışma imkanı olmadığı gibi, geçinmek zaten sorundu.  Kızılay, enterne edilenlere “deprem fonu”ndan ayda 20 lira veriyordu. Ama bu enterne edilme dönemi aynı zamanda Almanların dünyasına yeni dünya da katmıştır. Unutulmayacak deneyler yaşamaları yanı sıra, Türkiye’yi ve Türkleri daha iyi tanıma olanağı da bulmuşlardı.  Acı anılar keşfedilen güzelliklerle doluydu.

Davet üzerine gelenler ve Nazi yanlısı olsun olmasın enterne edilen bütün “düşmanlar”, Cumhuriyet devrimlerine, yönetimin yeniliklerine ve atılımlara tanıklık ederler. Büyük bir kısmı hayranlığa kapılmaktan kendisini alamayacaktır. Devrimler, imkansızlıklar içindeki olağanüstü çabalar, imkansızların başarılması, inanılmaz örnekler, bütün bunlar şaşırtıcıdır, büyüleyicidir.

Eduard Zuckmayer’in “Kırşehir” dışındaki “Türkiye hayatı” bu yazıda ele alınmadı. Onun Türkiye hayatının tamamı, Batı müziği alanında Türkiye’de ana çizgilerini onun saptadığı öğrenim modeli ve Türkiye’deki bütün çalışmaları, Prof. Uçan söyleşisinde[36] (ve daha geniş olarak Uçan’ın kitabında) bulunuyor.

SIĞINMACILARIN YAŞADIĞI ZORLUKLAR

Türkiye’ye gelen sığınmacıların hepsi, mimari, müzik, hukuk, tıp ve benzer-benzemez başka alanlarda, özellikle eğitim alanında yer almış, üniversiteler bünyesinde görev yapmış olanlar dahil Alman ve Avusturyalı akademisyenler ve hocalar, aynı zamanda büyük sorunlar da yaşadılar.

Bunların ilki “Üniversite Reformu” dönemindeydi. Türkiye’ye yeni gelmişlerdi.  Her zaman hedef olacaklardı ama o günlerdeki daha da korkunçtu.  Raslantı değildi, getirilmeleri, aynı zamanda, bu üniversite yapılanması için tasarlanmıştı. Ancak “Eski Rejim” yanlıları kendi çıkarları ve gelenekler açısından olumsuz gördükleri gelişmelerin ve Cumhuriyetçi girişimlerin Alman profesörlerin eseri olduğunu düşünerek (veya öyle olmadığını bilerek ve kasıtlı bir şekilde ileri sürerek) onlara saldırıyorlardı. İşlerinden olanlar vardı. Kaldı ki, işlerini koruyup da yeni gelenlerin maaşlarının dörtte birinden az para alanlar, davetli olmalarına rağmen “yeni iş arkadaları”nı “davetsiz misafirler” gibi görüyorlardı.

Alman karşıtı veya yabancı düşmanı öğrenciler de öğrenim sürecinde çok sorun yarattılar.

Komplolara kurban olanlar vardı, baltalamalara uğrayanlar vardı, işleri sabote edilenler vardı, bunların sonucu yılanlar ve kaçanlar vardı. Sonradan mevki hesapları yüzünden sığınmacıların yaptığı işlere her alanda karşı çıkıldığı da olacaktı. Bu beğenmezlik ve karşı çıkmalarda, kamu çalışmalarındaki ve bilimsel alanlardaki alışkanlıklara ve kişiliklere bağlı uyuşmazlıklar da rol oynuyordu.

“Her türlü başarısızlık ve talihsizlik” göçmenlerin, yeni Cumhuriyet’te görev alanların hepsinin bütün çalışmalarını ve hayatlarını tehdit etmekteydi.  Bu, sınıfların mücadelesi, çağların çatışmasıydı.

Elbette zorlukların en başında yeni ve çok farklı şartlara uyum sağlamak geliyordu. Zaten istenmedik ve planlanmadık bir şekilde ortam değiştirme travmasını yaşıyorlardı, bu bir de fazla yabancı olunan bir toplum ve kültür olunca sorun büyümüştü.

Türkiye’nin çalıştırma programında ve anlaşmasında Türkçe öğrenme zorunluluğu, çeşitli kamu kurumlarında çalışacak uzmanlar veya ders verecek olan akademisyenler için mutlaka Türkçe kullanmanın dayatılması, mültecilerin çoğu için büyük bir sorun nedeniydi. Bu konuda başarılı olanlar vardı, ama çoğu bu konuda büyük bir zorluk ve sıkıntı yaşadı.

“Değerli konuklara” Türk yöneticilerinin gösterdiği saygı ve güven, zaman zaman rahatsız edici bazı uygulamalarla sarsıntı geçiriyor, böyle davranışlar kırgınlıklara da yol açıyordu.  Başvurulan resmi makamlarda kötü davrananlar vardı. Türk vatandaşlığına kabul edilmekle ilgili sürüncemeli süreç başvuran sığınmacılar için tedirginlik kaynağıydı vb.

Tabii Nazi yanlıları ve memurlarıyla birlikte birarada tutuldukları “enterne” dönemi de, onlarla olmasaydı bile oralara götürülen herkes için üzücüydü, yıpratıcıydı.

Sonra, savaş yıllarında Türkiye’deki Almanya yönetimi yanlıları ve görevlileri, Nazi karşıtı ve Yahudi sığınmacıları hep kötülüyorlar, onlara zarar vermeye çalışıyorlardı. Savaşı Almanya’nın kazanacağı yolunda hesap yapan Türk yöneticiler ve siyasetçilerin yaptıkları, basında estirilen Hitler taraftarı çalışmalar[37] sığınmacılar için korkutucu boyutlara varmıştı.  Yahudi düşmanlığı ile ilgili estirilen hava haliyle tedirginlik yaratıyordu ama aynı zamanda şaşırtıcıydı da.  Ayrıca, ABD ve SSCB de içinde olmak üzere dış ülkelerden üzerlerinde gözetim ve denetim yapılması da gizlenebilir gibi değildi.[38]

Türk hükümetinin davet ettiği veya kendiliğinden gelen bütün sığınmacılardan istediği şeylerden biri, hem Türkiye’deki, hem de Almanya ve dünyadaki siyasal gelişmeler konusunda çalışma ve faaliyet yapmamalarıydı. “Siyaset dışı olmaları” gerekiyordu. Buna rağmen, zaten çoğu antifaşist anlayışlara sahip sığınmacılar Nazi diktatörlüğüne karşı kendilerince bir mücadele de yürütüyorlardı. Aralarında siyasal nedenlerle de birbirleriyle ilişkileri ve bağları olanlar çoğunluktaydı. Bu ilişkiler ve bu yöndeki çalışmalar Türklerden gizli yürütülmekteydi ve bu onların birçoğu için sorunlar yaratmıştı. Örneğin, Nazilere karşı mücadele eden Helmut von Moltke (ünlü “Moltke” ailesindendi), 1943 yılında birçok kez İstanbul’a geldi, “Alman Özgürlük Birliği” adında bir kuruluşun ortaya çıkmasına önayak oldu. Ernst Reuter başkanlığında yürütülen faaliyetler zaman zaman büyük sorunlarla karşılaşacaktı.  Bu konudaki “zorluklar”, örgütün hazırladığı “Ne Olmalı?” başlıklı manifestonun dağıtılmasının arkasından, hem Nazi Almanyası, hem de Türkiye emniyet güçlerinden gelmişti. Türkiye diplomatik sorun çıkmaması için dikkat gösteriyordu ama örgütün başı Reuter, “hükümetin kararıyla [enterne edilmekten] muaf tutulmuştu”.[39]  (Bu örgütlenme, sonradan, “enterne edilenler”e yardım konusunda etkili çalışmalar yapmıştı.)

Sığınmacı bilimcilerin önemli bir sorunları, Batı dünyasıyla akademik anlamda ilişki kopukluğunun içine girmeleriydi.  Batının bilimsel yayın ortamıyla bağ kurmak zorluğu, o dünyayı takip etmeyi zorlaştırdığı gibi, Batının bilimsel dergilerinde makaleleri ve bilimsel yayınları arasında kitapları çıktığında bunlardan haberdar olmayı ve bunları edinmeyi zaman zaman imkansızlaştırıyordu. Mihver devletlerinin denetimindeki mesleki dergilerde ve bilimsel kuruluşlarda yayın yapmaları, bilimsel faaliyetlerde yer almaları zaten yasaklanmıştı.

Gene savaş yıllarında Türkiye’nin yaşadığı ekonomik zorluklar enflasyona yansımış, ilk aldıkları maaşlar Türkiye ölçülerine göre (hatta Almanya ölçülerine göre de) oldukça yüksek olmasına rağmen, küçüle küçüle, başka geliri olmayan devlet ve kamu kuruluşları görevlilerini “fakir” ve hatta muhtaç durumlara getirmişti.  İstanbul’da yaşayanlar oturdukları iyi konutlardan daha mütevazı ve daha ucuz evlere taşındılar. Eduard Zuckmayer, savaş sonrasında Ankara’daki evini boşaltmak zorunda kalacak, Gazi Eğitim Enstitüsü’ndeki bir odaya sığınacaktır.  Profesör Hirsch de benzer bir durumdadır, 1943 yılında 41 yaşındayken geldiği başkentte kendisine bir ev kiralayamaz, 400 öğrencinin kaldığı Ankara Hukuk Fakültesi Öğrenci Yurdu’nda bir odada yaşamaya başlar.[40]

Buraya kadar sayılan “Türkiye zorlukları”nın aşağı yukarı hepsi Eduard’ın da sorunları olmuştur. En uzun süre Türkiye’de kalanlardan biri olarak belki de bunların hepsinden en çok nasibini alandı.[41]

Savaş bittiğinde Türkiye’deki sığınmacıların yaşadığı bir başka zorluk da kendi ülkelerindekiydi.  Almanya’ya dönenlerin, nasıl davranmaları gerektiğiyle ilgili tavsiyelere ihtiyaçları vardı: “Attığın adına, ağzından çıkana dikkat et! Türkiye’de geçen hayatını kimseye anlatma! Yarı Yahudi [ya da tam Yahudi] olduğunu kimseye söyleme!”  Çünkü “gizlenmiş Naziler, formalısından daha tehlikeli olabilir”di!  Nazi rejimi yıkılmıştı, fakat Nazilerin ırkçılıkları Alman halkı arasında alttan alta devam ediyordu.[42]

EDUARD ZUCKMAYER’İN ALMANYA İÇİN ANLAMI?

E. Zuckmayer’in Almanya dönemi hayatını özetlemeye çalıştık. Burada yazılanlardan Eduard’ın Almanya ve Almanlar için yeterince önemli ve dikkate değer bir insan olduğu anlaşılıyor. Ayrıca yalnız müzik dünyasında değil, Alman kültür hayatının da içinde hak ederek yer almış olduğu ortada.

E. Zuckmayer devlet katında itibarlıdır.  50 sonrasında resmi protokolde genellikle ihmal edilmez. Almanya’dan kendisine zaman zaman toplantıların davetleri gelmektedir. Eduard Zuckmayer 13 Ocak 1955’te Devlet Başkanı Theodor Heuss’un elinden “Büyük Liyakat Madalyası” almış (Das Grosse Verdienstkreuz) ve onurlandırılmıştır. Temmuz 1960’ta da daveti üzerine gene onunla buluşmuş, ağırlanmıştır.

Ancak, bütün bunlara rağmen, saygınlığına halel gelmeyecektir ama Eduard’ın ünü Almanya’da “ölecek”, çok geniş ve çok ayrıntılı olmayan hiç bir genel ansiklopedi adını anmayacaktır.  Carl, en küçük ansiklopedi, leksikon ve biyografi derlemelerinde hep yer alırken, onun yanında Eduard’a hiç yer verilmez.[43]  Almanya’yı reddetmiş olduğu şeklinde değerlendirilmiş ve bu yüzden “cezalandırılmış” mı olmalıdır, bilmiyoruz, bilemiyoruz, ama Almanlar için bir Almanın Almanya dışında da (daha doğrusu, Türkiye gibi bir ülkede) işlevli, ünlü ve yararlı olması, anlaşılan fazla önemli değildir ve belki de bu istenmemektedir!  Bu konuda vefa örneği ise Türkiye’dir, Eduard ülkemizde her yerde yaşamaktadır ve her zaman yaşayacaktır.

Savaş bitince Almanya’ya dönseydi[44] acaba bütün biyografi listelerinde yer almaz mıydı diye düşünmeden edemiyor insan.[45]

Bu konudan söz edildiğinde Almanlar, Carl’ın Eduard’dan daha önemli bir kültürel kişilik ve ondana daha fazla tanınmış olmasıyla “açıklamaktadır” durumu, ama bana kalırsa ilk akla geldiği için yapılmakta olan bu açıklama, yeterince inandırıcı ve tatmin edici değildir.

Sonuçta Eduard Zuckmayer, doğduğu, büyüdüğü, yetiştiği, çalıştığı, yararlı olduğu ve ünlendiği kendi vatanına dönmemiştir, “ikinci vatanı”nda da ölmüştür.  Acaba bu kabul edilmez ve affedilmez bir şey midir?

Biz Türkler olarak kendimiz için hep söyleyegeldiğimiz, “biz kıymet, değer bilmeyiz, oysa Avrupalılar değerbilirdirler, bizim ihmal ettiklerimize onlar önem verirler ve onları değerlendirirler” yolundaki inanış ve söylemi hatırlamaktan ve düşünmekten kendimi alamıyorum. Kadirbilmezlik yalnız bizlere mahsus değilmiş yani!

EDUARD ZUCKMAYER İÇİN 125. YIL ETKİNLİKLERİ

1992’de ölümünün 20. yılında anısına Ankara’da “Türkiye ve Almanya’daki Müzik Eğitimi ve Eduard Zuckmayer” başlıklı bir etkinlik düzenlenmişti.  Önemliydi, Türkiye onu unutmamıştı.

Almanya’da ise çeşitli kuruluşlar tarafından belli aralarla ama mutlaka her yıl ve çeşitli zamanlarda Eduard Zuckmayer için yerel ve genel etkinlikler zaten yapılmaktaydı. 1990 ve 2009 yıllarında onunla ilgili olarak radyo programları yayımlanmış,1990 yılında Boğaziçine Sığınanlar adı verilmiş bir belgesel yapılmış[46], 2012 yılında Berlin ve Nackenheim’da “’Haymatloz’ Sergileri” hazırlanmıştı[47].  Ancak 2015 yılı, özel bir yıl, Eduard Zuckmayer’in 125. doğum yılı. Özel bir önem verilmiş. Rheinland-Pfalz Eyaleti’nin köklü kuruluşu Villa Musica ve başka Eduard Zuckmayer’i sahiplenen derneklerle vakıflar çok yönlü ve çeşitli etkinlikler düzenlemiş.

Zuckmayer kardeşlerin doğdukları yer olan Nackenheim’da her yıl kardeşler için etkinlikler yapılırken 2015 için yapılan program Eduard anısına yıl boyu onlarca etkinlikle zenginleştirilmiş. Daha ocak ayından başlayan müzikli veya sunumlu yapılan toplantılarda Nackenheimlılar değerli hemşerilerine olağanüstü bir ilgi göstermiş. Örneğin, 13 Haziranda yapılan bir edebiyat-tarih akşamında kardeşlerin Birinci Dünya Savaşındaki yılları ele alınmış (Carl und Eduard Zuckmayer im Ersten Weltkrieg - Ein literarisch-historischer Rückblick).

Eylül ayının 20’sinde Nackenheim Ortsmuseum, Eduard Zuckmayer için özel bir serginin açılışını yaptı ("Der Große Zuck" - Eduard Zuckmayer adı verilmiş sergi, Şubat 2016’ya kadar devam edecek). Bu açılış gününde, konuşma ve sunumların ardından „Mainz - Türk Müziği Derneği“nin (Turkischer Musikverein Mainz TMM e. V. / turkischer.musikverein.mainz) sanatçı yöneticileri (Serhat Dündar ve Saadet Sonyiğit), küçük bir konserle Türk müziğinden parçalar seslendirdiler.

Şimdi müze olan yapı, aynı zamanda Zuckmayer kardeşlerin öğrenime başladıkları ilkokul.

26 Eylül günü düzenlenen konser, aynı zamanda Türkiye’den gelen davetlilerle büyük ve unutulmayacak önemli bir şölene dönüştü. Dünyaca tanınan keman virtüözümüz Cihat Aşkın’ın ve kemençe üstadı Derya Türkan’ın solist olarak katıldıkları konsere piyanoda Almanya’dan bir Türk sanatçısı, Gülru Ensari ile viyolonselde ünlü Alman eğitimci ve viyolonselist Prof. Alexander Hülshoff eşlik ediyordu (Hülshoff bu önemli konserin de düzenleyicisidir). 

Konser, Carl Zuckmayer’in anılarından[48] Boris Weber’in okuduğu bir bölümün ardından Alman besteciler Johann Sebastian Bach, Anton Webern, Paul Hindemith’in eserleriyle başladı. Ara sonrasında E. Zuckmayer’in öğrencilerinden Ali Uçan’la iki dilli olarak bir “tanıtım-söyleşi” yapıldı. Anılarla zenginleştirilmiş bu tanıtım, dinleyicileri bilgilendirmenin yanında, Zuckmayer’in Türkiye’deki çalışmalarına ve hayatına açıklık getirdi. Profesör Uçan’ın Cumhuriyet Türkiyesinin eğitim yönelimleri ve çabaları ile ilgili anlattıkları Alman dinleyicileri hayretler içinde ve hayran bıraktı. Konser, Türk müzikçileri Kemal Emin Bara’nın “Hicazkar Sirto”su ile Tanburi Cemil Beyin “Nikriz Longa”sıyla devam etti. Eduard Zuckmayer’in “Türk Halk Dansları” müzikleriyle ilgili yaptığı derleme ve uyarlamalarla da sona erdi. Ankara ve İzmir halk dansları müziklerine keman ve kemençe için Zuckmayer’in yaptığı düzenleme-besteler izleyicileri bilmedikleri bir dünyanın zenginliklerine götürdü. Keman ve kemençe sanatçıları Aşkın ve Türkan, dinleyenleri ustalıklarıyla büyüledi.  Bizler de Türkiye’nin böyle virtüözlerle görünmesinden ve temsil edilmesinden gururlandık.

27 Eylül Pazar günü ise, bu özel yıl için sinema yönetmeni Barbara Trottnow’a yaptırılan sanatçının hayatı ile ilgili belgesel filmin ilkgösterimi (Filmpremiere) vardı. Eduard Zuckmayer / Ein Musiker in der Türkei adlı film o günden sonra birçok ayrı yerde gösterildi ve halen de gösterilmeye devam ediyor.

30 Ekimde, Carl und Eduard Zuckmayer im Ersten Weltkrieg konusu, bu sefer Mainz’da olmak üzere podyumda birçok konuşmacıyla yapılan bir toplantıda daha geniş bir şekilde ve daha büyük bir kitleye tekrarlandı.

22 Kasım Pazar günü, Eduard Zuckmayer sergisinin yapıldığı Nackenheim Müzesi’ndeki bir salonda Serhat Dündar yönetimindeki „Mainz - Türk Müziği Derneği“ Korosu (Turkischer Musikverein Mainz TMM e. V. / turkischer.musikverein.mainz), Türkiye’yi “ikinci vatan” seçmiş Zuckmayer’a Cumhuriyetimize ve Türkiye’ye hizmetlerinden dolayı tam kadro olarak (30 kişilik koristten oluşan grupla) bir şükran borcu sayılabilecek küçük bir klasik Türk müziği konseri verdi.  Dinleyenler için unutulmaz bir gün oldu.

Eduard Zuckmayer için yapılan 125. yıl etkinlikleri, Nackenheim, Mainz ve Frankfurt gibi sanatçının yaşadığı ve çalıştığı yerlerle sınırlı değil.  Almanya’nın birçok kentinde anmalar, Alman kitlelerini Eduard’la “tanıştırmış” bulunuyor!

“125. yıl Eduard Zuckmayer etkinlikleri” için ve bu etkinlikler kapsamında bir kitap hazırlanmakta. Eğer Eduard Zuckmayer için hazırladığımız bu dosyayı daha sonraları yayımlanma pahasına geciktirmeyi kabul etmiş olsaydık, E. Zuckmayer için hazırladığımız bu söyleşi, derleme, yazılara ve etkinlikler listesine mutlaka çok daha başka şey de eklenecekti.

Almanya, 2015’ten aldığı hızla 2016 yılında da birçok yerde etkinlik düzenlemiş durumda. Yani, müzikçi, piyanist, orkestra şefi, besteci, eğitimci, pedagog Zuckmayer dalgası devam edecek.  Bu bakımdan 2015 yılının, bir “ateşleyici” ve Eduard Zuckmayer’in “Almanya patlaması” olduğunu söyleyebiliriz.

(Dr. Alp Hamuroğlu'nun bu yazısı "Hitler Rejiminden Kemalist Türkiye’ye: Türk Müzik Devrimi ve Zuckmayer", Bilim ve Ütopya, sayı 260, Şubat 2016'dan alınmıştır.)

KAYNAKLAR

Alan D. Beyerchen, Nazi Döneminde Bilim / 3. Reich’da Üniversite, Alan Yayıncılık, İstanbul 1985.

Dr. Susanne Buchinger, “Anmerkungen zu Leben und Werk Eduard Zuckmayers (1890-1972)”, Nackenheim

Ortsmuseum’daki “Haymatloz” sergisine sunum, 2012.

Halit Çelikbudak, “İki Devrimin Mucizesi”, Toplum, Nr. 253, (Langen) Juli 2015, s. 28-29.

Johannes Glasneck, Türkiye’de Faşist Alman Propagandası, Onur Yayınları, Ankara (?).

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)