Yamuk hayatlar / Sedat Erden
Önemli yazarlarımızdan Sedat Erden'den etkileyici ama eğlendiren unutulmaz bir öyküyü daha...
Ankara gibi büyük ancak sıkıcı kentlerde yaşayanlar iyi bilir. Bazen bütün o karmaşadan uzaklara kaçmak, tek örnek yapılardan yorgun düşen gözlerini kırlarda dinlendirmek geçer, insanın içinden. Böyle anlarda ben, banliyö trenine binip kentin olabildiğince uzaklarına, ta Kayaş’a kadar gider, sonra da geri dönerim. Bir gün, yine böyle bir yolculukta, önümdeki koltuğun altına düşmüş beyaz bir zarfa ilişti gözüm. Yıllar önce okuduğum, içi para dolu bir zarf bulan yoksul bir adamın öyküsünü anımsayıp heyecanlandım. Hemen eğilip zarfı aldım. Zarf İngiltere’den yollanmıştı, puldaki Kraliçe Elizabeth’in resminden anladım bunu. Zarfı aceleyle açtım ama içinden uzunca bir mektup çıktı yalnızca. Yolculardan biri düşürmüş olmalıydı bunu. Yapacak başka bir şeyim de yoktu, okumaya başladım. Hasan Durmaz adında biri, Herts kentinden ailesine yolladığı bu mektupta, başından geçen olayları, yaşadığı sıkıntıları anlatıyordu. İlk başta ne dediği anlaşılmayan, yaşantısı karışık bir filmi andıran Hasan’ın anlattıkları giderek ilgimi çekti. Ailesine yazdığı bu mektup içten bir dille yazılmıştı, ancak öyküsünde karanlık bazı noktalar da fark ediliyordu. Belli ki, ihtiyatlı bir adamdı Hasan, mektubun başkalarının eline geçmesi olasılığını da düşünerek ailesine her şeyi açmamıştı. Bazı yeteneklerinden ötürü övülmesi mi, yoksa sürdüğü karmakarışık yaşam yüzünden yerilmesi mi gerektiğini pek anlayamadığım Hasan’ın tarihsiz mektubunu, anlatımına pek dokunmadan, okuyucumla paylaşıyorum. Sevgili canım babacığım, anneciğim, Nasılsınız, bana söylemeye galiba çekiniyorsunuz ama inşallah sağlığınız çok iyidir. Ben sağlık bakımından iyiyim ama düşünceden ve sıkıntıdan yana hiç iyi değilim. Size neler olup bittiğini anlatmak için günlere değil aylara ihtiyacım var. Eski karıdan ayrılmakla hayatta yaptığım en doğru işi yaptım. Babacığım keşke yanımda olsan da o karıdan neler çektiğimi sana anlatabilsem. Ondan neler çektiğimi bir Allah bilir bir de ben. Günde yirmi saat kebapçı dükkanında canımı dişime takarak ona bakmaya çalıştım. O ise ne zaman canı sıkılsa beni hapse attırdı. 96 senesinden bu yana tam altı kez hapse girdim. Belki, “Hasan, bu senin suçun. Kaçak ve sigortasız araba kullanmaktan girdin,” diyeceksin. Ama babacığım, burada gece işe gitmek çok zor. O orospunun kaldığı kasabada otobüs yok, tren yok. Taksiyle de gidemem. Tek çare arabayla gitmek. Bir tane eski BMW vardı, Türkiye’de bile kimse kullanmaz. Benim size söylediğim 95-96 yılları. Hiçbir yerde iş yok. Bir de küçük bir köyde kalıyorum ne bir Türk var ne de çalışacak bir yer. Bu yüzden başka bir kasabada kalmak ve çalışmak zorundayım. Her neyse, orada çalışırken bizim öteki kız arkadaşla tanıştım. Benim yüzümden kocasından ayrıldı. Küçük bir kızı da vardı. O sırada benim pasaportu almışlardı. Ben de her Pazar karakola gidip imza atıyordum. 89’dan 95 senesine kadar. Niye dersen, eski karının kocası benim çalıştığım yere gelip üç kişiyle beni dövmeye kalktı. Büyük sopalarla geldiler. Tabii bir iki tane yedim ama hepsini hastanelik ettim. Eski kocası hastaneye gitmeden önce kollarımda ağladı ve dedi ki: “Hasan, biliyorum ben haksızım ama sana sadece bir şey söyleyeceğim. Bu karıdan sana hayır gelmez. Seni mahvedecek. Seni dövmek istememin sebebi belki korkar da bu kasabayı terk edersin.” Her neyse, uzun lafın kısası, aynasızlar geldi. Sene 89 Aralık ayı. Ben belgesiz çalışıyorum. Polisler dedi ki: “Bak, bir de yabancıymış.” Belki ilk defa bir yabancı ile konuşuyorlardı. Bu yüzden Pasaport Şubesinden de adam çağırdılar ve beni her Pazar karakolda imza atma şartıyla ikamet alana kadar serbest bıraktılar. Ben de başka bir kasabada beni tanımayan adamlarla çalışmak zorunda kaldım. Bu yüzden ehliyeti uzattıramadım ve arabaya sigorta da yaptıramadım. Bu sırada benim eski hanım işe girdi. Bana diyordu ki: “Hasan, o çalıştığın kasabada kal, dükkânın üzerindeki odada yat ve para biriktir. Haftada bir de buraya gel, beraber oluruz.” Her neyse, o kaldığım kasabada öteki karıyla tanıştım. Çünkü benim karı diyordu ki: “Hasan, başka karılarla yat istersen ama beni bırakma. Evimin erkeği ol.” O sırada hamile kaldı. Lafı uzatmayayım, öteki karı bana ben de ona gönül kaptırdım. Ve sene 91’de kocasından boşandı. O sırada Turhan doğdu. Bazen her iki karı kavga ediyorlardı. Benim eski karının bir lafı var. “Eğer ben Hasan’ı alamazsam onu kimseye yar etmem.” Gerçekten de dediğini yaptı. Benim kız arkadaş ikide bir beni bırakıyordu. Hem evsiz hem de işsiz kalıyordum. Senelerce bu böyle devam etti. Sonunda eski karıya dedim ki: “Ya ayrılalım ya da beraber kalalım. Eğer kalacaksam bu evde kalmam lazım.” “Tabii, evet,” dedi. Ama arkamdan kuyumu kazıyordu. Ne zaman iş bakmak için başka bir kasabaya gitsem arkamdan aynasızlara telefon edip beni şikâyet ediyordu. “Ehliyetsiz ve sigortasız araba kullanıyor,” dermiş. Altı sefer hapse girdim. Bazen altı hafta, bazen üç ay, en uzunu da dokuz ay. Ben hapse girmekten bıktım. Sonra da Latife doğdu. Latife üç aylıkken bana dedi ki: “Yapacağımı yaptım. Seni bu evde artık istemiyorum. Eve para getirmiyorsun. Eğer gitmezsen seni polise şikâyet ederim. Seni bu evden attırırım.” Ben dedim ki: “Bana bunu niye yapıyorsun? Ben bunu hak etmedim. Eve gel, çocuklarının babası ol, dedin. Başka karılara gitme, dedin. Dediklerini hep yapıyorum. Sana hâlâ yaranamıyorum.” Babacığım bana dedi ki: “Latife’yi doğurmamın sebebi seni öteki karıdan ayırmaktı. Çünkü seni kıskanıyordum. Seni başka karının almasını istemiyordum. Şimdi öteki karı da seni istemiyor. Artık ben de seni istemiyorum. Böyle yamuk biriyle benim işim yok!” Elimde bir çanta ile dışarıda kaldım. Beş param yoktu. Eski kız arkadaş haklıymış. Bana demişti ki: “Hasan, o kadın bir canavar. Senin mutlu olmanı istemiyor. Çocukları seni benden ayırmak için doğurdu.” O sıralar ben şöyle düşünüyordum. Hem karım var hem de kız arkadaşım. Her ikisinin evinde kalıyorum. Böyle idare edeyim. Çocuklar büyüyünce belki birini seçerim. Ama yanıldım. Çünkü benim hanım arkamdan kız arkadaşa telefon ediyor, işe gitmediğimi söylüyordu. Beni ondan ayırmak istiyordu. Anneciğim, babacığım, sizlere anlatacağım öyle çok şey var ki sayfalar yetmez. Bu yüzden ben de şimdi olanlardan bahsedeceğim. Hatırlarsan babacığım, 19 Eylül’ü 20’sine bağlayan gece Beşiktaş Barcelona’yı 3-0 yenmişti. Ben hanımla maçı seyrediyordum. Birden kapı çaldı. Saat gece on ikiye geliyordu. İnip kapıyı açtım, baktım benim kaynana. Bana sarılıp ağlamaya başladı. Nermin de aşağıya indi. Ne oldu, diye sorunca anlatmaya başladı. Nermin’in teyzesi (kimseler sevmez onu) bir adamla çıkıyor. Adamın adı Steve. Steve bir pub işletiyor, bayağı zengin. Her neyse, teyzeyle benim aram çok iyiydi. Kendisi yirmi yedi yaşında, bana da meyilli. Nermin’in arkasından bana göz kırpıyor, benimle yatmak istiyordu. Kocasından boşanmış, iki de çocuğu var. Arkamdan benim için Hasan’ın çok güzel vücudu var, onunla yatmak isterim, diyormuş. Nermin’i de çok kıskanıyordu. Ama ben sonunda Nermin ile evlenince peşimi bıraktı, bu adamla Steve ile çıkmaya başladı. Neyse, Nermin ile evlendim. Turhan ile birlikte üçümüz bu eve geçtik. Ben birkaç kişiyle beraber Almanya’dan kaçak Mercedes veya BMW getirip satıyorduk. Elimde o sırada 500SL üstü açık son model bir Mercedes vardı. Ben bu arabayı 20.000 Sterline aldım ama arabanın değeri 70.000 Sterlin. Bu pahalı arabayı kullanamazdım çünkü çok dikkat çekerdim. İngiltere’de bir kural var. Eğer polis seni bu pahalı arabada durdurursa, sen kanıtlamak zorundasın. Bu arabayı nereden aldın, nasıl aldın, parayı nereden buldun? Arabayı park edeceğim bir yer de yok. Düşündüm taşındım, sadece Steve’in evine park edebilirdim. Çünkü zengin bir adam, kimsenin dikkatini çekmezdi. Steve bunu kabul etti. Araba Steve’in evinde iki ay kadar kaldı. Ben bir ara duydum ki Steve arabayı kullanıyor. Herkese de bu benim yeni arabam, diyormuş. Neyse bir gün telefon edip beni çağırdı. Bana dedi ki: “Hasan, benim poliste arkadaşlarım var. Bana dediler ki, bu araba Almanya’da kayıtlı, bu ülkede turist plakasıyla duruyor. Arabayı bana sat, yoksa al götür. Eğer satarsan 15.000 Sterlin veririm” dedi. Yani aldığım paradan 5.000 Sterlin aşağıya. Ben kabul etmedim, arabayı alıp bir garaja bıraktım. İşte, Beşiktaş-Barcelona maçının oynandığı o gece kaynanam eve gelip olanları anlattı. Steve benim kaynanaya demiş ki: “Eğer Hasan gelip bana para vermezse onu polise şikâyet edeceğim. Vergi dairesinde adamlarım var, onu mahvedeceğim. Kaçak araba işiyle uğraşıyor, silah ve eroin satıyor.” Benim kaynana maşallah hayvan gibi, benim iki katım var. Steve’e kızmış, ona demiş ki: “Eğer erkek olsaydın Hasan’ın arkasından konuşmazdın. Hasan sana yardım etti, sen onu sırtından bıçaklıyorsun.” Steve de 38-40 yaşlarında. Paralı askerlik yapmış, yani Türkiye’deki gibi değil. Özel eğitilmiş, kavgayı bilen, komando asker. Herkese gösteriş olsun diye, sahibi olduğu pubta bira bardaklarını ısırıyor ve çiğneyerek yutuyor. Böyle bir adam. Herkes onun için, kimse Steve’in bileğini bükemez, çok yiğit adam, diyor. Kaynana kapıda böyle ağlayınca dedim ki: “Anne, ağlama. Ben gidip konuşur, hallederim.” O gece puba gittim. Çalışan dört kişi vardı. “Steve nerede?” diye sordum. “Beni arıyormuş.” Ortağı hemen telefon etti. Ortağına demiş ki: “O orospu çocuğuna söyle. Beni orada beklesin. Onun beynini dağıtacağım.” Ben de telefonu ortağının elinden aldım, belki ortağı yalan söylüyor diye. Bana da dedi ki: “Bekle beni Türk ibnesi.” Ana avrat küfretti. Telefonu yüzüme kapattı. Beklemeye başladım. On beş dakika sonra kapıya tekme atarak içeri girdi. Aramızda sekiz metre kadar mesafe vardı. Parkasından bir tabanca çıkardı. Ben silahı görünce altıma yapacaktım nerdeyse! Masaların arasından geçip bana yaklaşırken ayağı bir sandalyeye çarpıp sendeledi, aynı anda da tetiği çekti. Kurşun başımın kenarından geçip tavandaki lambaya isabet etti. Lamba yere düştü. Ben de silaha sarıldım. Can korkusu sarmıştı beni. Kulaklarım uğulduyordu. Amacım onu yere indirmek ve oradan hemen kaçmaktı. Ama kaçmadan önce de bana dediklerini ödetmeliydim. Buna bir kafa vurdum, eli gevşedi. Silahı alıp yere fırlattım. Dedim ki: “Erkek gibi kavga et, orospu çocuğu!” O da bana: “Tamam, teke tekiz,” dedi. Derken, havada aynı bir boksör gibi zıplamaya başladı. Bana bir, iki vurdu. O benden daha uzun ama ben ondan vücutça daha iyiyim. Neyse, ben de ona girdim. Dört, beş sefer vurdum. Bir tane de kafa geçirdim. Yere düşüp bayıldı. Bu sırada enseme bir el dokundu, dönünce ortağı sol gözüme bir yumruk attı. Tabii ben durur muyum? Onu boynundan ve kemerinden yakalayıp havaya kaldırdım, pubın camına doğru fırlattım. Niyetim camdan dışarı fırlatmak. Camlar yüzünü parçaladı. Ayağa kaldırıp bir de kafa vurdum. O da bayıldı. İkisi yerde yatarken yüzlerine tekmeler atmaya başladım. Sonra kendime geldim. Döndüm eve geldim. İkisini de hastaneye kaldırmışlar. Polislere demiş ki:” Hasan bana silahla saldırdı. Beni öldürmek istedi. Delil de burada. Silahı elinden almak istedim, onun için üzerinden benim de parmak izim var. Ama silah Hasan’ın. Hasan da daha bir sürü silah var. Makineli tüfekler, el bombaları var.” Yiğit adam diye biliniyor ya, kimseye utanmasın diye polislere böyle yalan söylemiş. Ertesi sabah avukatıma gidip her şeyi anlattım. Bir de arkadaşımı müşteri gibi oraya yolladım. Bakmış ki polis pubı kapatmış, sorguya başlamış. Benim adresimi kimse bilmiyordu, sadece Nermin’in teyzesi. Nermin’i kıskanan o orospu polise telefon açmış. “Ben Nermin’in teyzesiyim. Ailesi benden bilsin istemem, onun için adımı saklı tutun. Hasan’ın adresi şudur,” demiş. Perşembe gününden Pazar’a kadar bir şey olmadı. Ama Latife’yi annelerine, bizim eski karıya geri geri getirdiğimde olanlar oldu. O orospu bir gün bana demişti ki: “Bir gün seni mahvedecem.” Ben de gülmüştüm. Meğer Nermin’i kıskandığından ve çocuklar da Nermin’i sevdiklerinden dolayı düşünüyor ne yapabilir diye. Ve polise telefon ediyor. “Pazar gecesi Hasan kızını eve bırakmaya geliyor. Hasan’da bir araba var. Zannedersem kaçak araba. Takip edin. Silahı da olabilir.” Biz de çocuğu bırakıp eve geliyoruz Nermin ve Turhan ile. Baktım peşimde bir polis arabası, sirenleri çalıp beni durdurdu. Sadece bir kişiydi. Kurallara göre bir polis seni takip edemez, en az iki polis olması lazım. Polis bizim orospunun erkek arkadaşı, tahminime göre düzüşüyor. Bana dedi ki: “Ben iyi anlayamadım ama bu araba galiba kaçak.” Saat dokuz olmuş, eve geç kalıyoruz. Dedim ki: “Niye bu kadar bekliyorum? İstediğin evrakları gösterdim, daha ne kaldı? Zaten beni çok iyi tanıyorsun. Ceza vereceksen, ceza fişini ver, gideyim.” Dedi ki: “Karakoldan haber bekliyorum. Senin araba kullanmak yasak herhalde.” Bir ara anahtarı almak istedi. “İşini doğru yap! Sen ne yaptığını bilmiyorsun,” deyip arabayı sürmeye başladım. O da kapıya yapıştı ama devam ettim. Yere düşüp yuvarlandı. Ben sürüp gittim. Tabii ki çok korktum. Biliyordum daha sonra gelip beni yakalayacaklar. O gece kaynananın evinde kaldık. Bir duyduk ki, Pazartesi sabahı anti-terör timleri eve baskın yapmış. Otuz beş komando, iki helikopter, dört ambulans, altı tane de kurt köpeği varmış. İlk önce eve önden ve arkadan gaz bombaları atmışlar. Kimse dışarı çıkmayınca, köpekleri salalım, ondan sonra da biz girelim, demişler. Kurt köpeklerinin girmesi ile çıkmaları bir olmuş. Çünkü evde bir kurt köpeğim vardı, öteki köpekleri korkutmuş. Takviye polis çağırmışlar. Yüzlerce kişi toplanmış. Yollar kesilmiş. Evde kimseyi bulamayınca çok utanmışlar, rezil olmuşlar. Ben bunları duyunca öğlen gidip teslim oldum. Beni tutukladılar. Birinci iddia halk arasında silah kullanmak, ikincisi de dediler ki, polis çok kötü durumda hastaneye kaldırıldı. Belki de ölebilir. Onu öldürmeye çalıştım diye beni suçladılar. Ama polis maşallah sapa sağlam, bir şey olmadı. Ben on sekiz gün hapiste kaldım. Nermin de iki gün yattı nezarette. Turhan’a da kaynana baktı. Ellerinde fazla delil yok. Polis tek başına olmasaydı belki altı seneye kadar hapse çarptırılırdım. Ama işin içine insan hakları girdi. Ben de ifademde: “Polisle benim eski karı anlaşmış, o Steve denen herif de yalan söylüyor. Benim silah taşımam için bir sebep yok, ben üç çocuklu bir aile babasıyım, silahla, eroinle işim olamaz,” dedim. Mahkemem var. Polis delil toplamaya çalışıyor. Bakalım ne olacak? Dualarınızı eksik etmeyin. Benim avukat çok güçlü, diyor ki, Hasan biz haklıyız. Babacığım, anneciğim sizlere kısa yazmaya çalıştım. Bu on dört senede neler çektim, bir Allah bilir. Ama bu davadan bir şey çıkacağını sanmıyorum. Çocuklar çok iyi. Sizlere daha sonra resimlerini yollayacağım. Sizleri çok çok özledim. Nermin de sizleri görmeyi çok istiyor. Kaynana diyor ki; “Hasan, bu yaz bizi oraya götür, onlarla tanışmak istiyorum.” Benim kaynana benden dört yaş, kayın peder de beş yaş büyük. Yani hepsi benim eski karıdan daha küçük. Onların resimlerini de göndereceğim. Bu olayı hep gazeteler yazdı, size kesip yolluyorum. Ben bu haberler için gazeteyi ve polisi de mahkemeye verdim. Avukat bu işten tazminat bile koparırız, diyor. Tekrar tekrar selam eder ellerinizden öperim. Allahaısmarladık. Oğlunuz Hasan Durmaz Cep telefonum: 07892- 465173 Yeni adresim: 152 Peascroft Road Bennets End Hempstead, Herts HP 3 8EP Hasan Durmaz’ın mektubu böyleydi işte. Tekdüze ve hımbıl bir yaşam süren benim gibi bir adam için fazlasıyla renkli ve tehlikelerle dolu bir hayat. Benim, kentin bunaltısından kaçmak için yeterli gördüğüm tren serüvenim Hasan’ın yaşadıkları yanında nasıl da sığ kalmıştı. Trenin penceresinden hızla akan gecekondu semtlerine bakarken bu yaşantı üzerine düşüncelere daldım. Aklım, içgüdülerinin peşinde sürüklenip giden, karısının deyimiyle ‘yamuk’ bu adamı mahkûm etmeye eğilimliydi, ama öte yandan, Hasan ve Hasan gibiler olmasa, pek sıkıcı ve yavan bir yer olacağını düşünüyordum üstünde yaşadığımız bu yerkürenin. Sedat Erden
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR