Vatan yahut Silistre yahut Çoklukta Teklik / Ertuğrul Efeoğlu
Namık Kemal (1840–1888) kırk sekiz yıllık kısa yaşamını ['(İslam Bey) Bir hayat… Kırk elli yıllık bir hayat…' (Vatan yahut Silistre, s.88). Açıklama: Alıntıları yapacağımız yapıtta benimsenmiş olan yazım ilkeleri bizim anlayışımıza uygun değildir. Bu nedenle biz Dil Derneği'nin Yazım Kılavuzunda bel...
Vatan yahut Silistre adlı tiyatro oyunu, Türk tiyatrosunun bildiğimiz kadarıyla sahnelenmiş ilk oyunudur. Öyle olmasına karşın, yapıtın olgun niteliği ve yadsınmaz işlevi, üzerinde önemle durulmasını gerektirecek denli dikkat çekicidir. Yazımızın inceleme nesnesi, bu yapıttır. Namık Kemal (1840–1888) kırk sekiz yıllık kısa yaşamını [“(İslam Bey) Bir hayat… Kırk elli yıllık bir hayat…” (Vatan yahut Silistre, s.88). Açıklama: Alıntıları yapacağımız yapıtta benimsenmiş olan yazım ilkeleri bizim anlayışımıza uygun değildir. Bu nedenle biz Dil Derneği'nin Yazım Kılavuzunda belirlediği ilkelere bağlı kalmayı uygun buluyoruz.] taşkın bir coşkuyla yaşamıştır. Coşkusunun, yaradılıştan geldiği bellidir. Ancak o, yaradılışından gelen bu özelliğini yurt ve ulus sevgisiyle bütünleştirerek işlevselleştirmiştir. Çünkü Namık Kemal, ölümünden otuz iki yıl sonra başlayacak olan Kurtuluş Savaşını, otuz beş yıl sonra ilan edilecek Cumhuriyet’i hazırlayan ve bu utkuları muştulayan bir yazarlar, ozanlar ve düşünürler kuşağındandır. Biz bu yazıda Namık Kemal’in önemli bir düşünsel yönünü ya da tinsel özelliğini göstermeye çalışacağız. Bunu yaparken dayanacağımız yapıt, Vatan yahut Silistre (1873), okunduğunda açıkça görülen yalın iletisinin gerisinde, azıcık derinine inilince kolayca işitilen “gizemci” sesiyle de seçkinleşen bir oyundur. Vatan yahut Silistre her şeyden önce arı Türkçesiyle bir belge niteliğindedir. Bu yapıt, oynanmak üzere yazılmış bir tiyatro oyunu olduğu için, halkın gündelik konuşma diliyle dokunmuştur. Dolayısıyla dönemin konuşulan Türkçesi ile Cumhuriyet’in yazı dili olarak da seçtiği Türkçe arasında hiçbir benzemezlik olmadığı görülmektedir. Cumhuriyet işte bu dili işleyip daha da varsıllaştırmayı, onu bilim ve yazın alanında da yetkin bir konuma yükseltmeyi kendine amaç edinmiştir. İncelediğimiz kitabın bilgilendirici ön yazısında, dil konusuna da değinilmektedir [Kemal Bek (Haz.), Namık Kemal, Vatan yâhut Silistre, İstanbul, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, 2007]. Bu kitabı yayıma hazırlayan Kemal Bek'çe yazılmış olduğunu sandığımız bu ön yazıda belirtildiği gibi, Vatan yahut Silistre’den önce Şinasi’nin yazdığı Şair Evlenmesi’nin (1859) dili de “konuşma diline yakın yalınlıktadır”. Söz konusu bu ön yazıda, Şair Evlenmesi’nin sahnelenip sahnelenmediğine ilişkin sağlam bir bilginin olmadığı, Metin And’ın, Şair Evlenmesi’nden Önceki İlk Türkçe Oyunlar (1983) adlı yapıtındaki bilgilere dayandırılarak verilmektedir. Gene de Şair Evlenmesi’nin bir olasılıkla 1860’ta sahnelendiği varsayılmaktadır (ss.15,16). Daha çok yazın ve tiyatro tarihçilerini ilgilendiren bu konuyu yazımızın dışında tutuyoruz. Ama dil konusu, yalnızca yazınla ilgilenenleri değil, konuşan her bireyi, ‘dil duygusu’ olan herkesi ilgilendirdiği için onu yukarıda kısaca vurgulama gereğini duyduk. DİLBİLİM-SÖZBİLİM AÇISINDAN VATAN Yazımızın sınırlarını aşmamak için, konumuza dönüyoruz. Bulgularımızı ve savlarımızı sunmaya, yapıtın adıyla başlamayı uygun buluyoruz. Yapıtın başlığındaki ‘yahut’ bağlacı, oyunun derinliğindeki ‘gizemci’ sezişi okurun çağrışım evrenine sokar gibidir. Ancak, bunun nasıl olduğuna geçmeden önce şu bilgiyi de anımsayalım: Bu oyunun adı Vatan idi; ancak o dönemin Osmanlı toplumu için yeni olan bu kavram sansür kurulunca sakıncalı görülüp yasaklanınca, Namık Kemal, oyununa Silistre adını koymuştu. Bu iki ad daha sonra ‘yahut’ bağlacıyla birbirine ulanmış ve bildiğimiz biçimiyle kullanılır olmuştur. Dolayısıyla yapıtın adının bu son biçimi rastlantısaldır; ancak, açıklamaya çalışacağımız gibi, işlevseldir. Dilbilim terimiyle söylersek, bağlaç bir ‘biçimbirim’dir. Biçimbirim, dilbilgisini ilgilendiren bir anlambirim türüdür. Anlambirimin öbür türü ise ‘sözlükbirim' adını alır. Bağlacın başlıca işlevleri şunlardır: a.) aynı gerçeklik düzlemindeki nesnelerin yakın anlamlı (ya da özdeş, eşdeğer) iki sözcüğünü birbiriyle ilişkilendirmek, b.) eşdeğer iki sözcük öbeğini birbiriyle ilişkilendirmek, c.) türü eş olmakla birlikte işlevi ayrımlı olan tümceleri birbirine bağlamak. Vatan yahut Silistre’de ‘yahut’ bağlacı, iki adı yan yana getirmekte, başka bir deyişle iki ad, eş düzlemde ilişkilendirilmektedir. İki adın eş düzlemde olması, onların eşdeğer olması anlamına gelir. Bu, şu iki anlamı içerebilir: 1.) Bu adlardan biri çıkarılsa bile başlığın anlamı bozulmaz, 2.) Vatan, Silistre demektir, Silistre vatan demektir [vatan = Silistre]. Dilbilgisel özelliği apaçık görülen bu olgu, ‘sözbilim’ kapsamında, bir söz sanatı ya da yazın sanatı değerindedir. Örneğin ‘karşılaştırma’, ‘benzetme’, ‘eğretileme’ bu yazınsal sanatlardandır. Yazınsal sanatların ortak asal işlevi, dildışı evrende çoğu kez ilişkisiz, bağlantısız görünen nesneleri, olguları imgelemde birbirlerine yaklaştırarak yepyeni görüntüler, şaşırtıcı bireşimler yaratmaktır. Ne var ki bu işlem, imgelemi süsleme işi değildir yalnızca; bilişsel evrenimize de çağrışımlar yoluyla yeni çevrenler açtıran etkin bir öğretim işidir. Bu bağlamda, ‘vatan’ sözcüğünü ele alalım. Vatan, üzerinde yaşanılan, sınırları belirlenmiş toprak parçası olarak düşünülür çoğu kez. Oysa vatan yalnızca bu değildir: O, aynı zamanda bir kavramdır; başka bir deyişle bir ülküdür, dolayısıyla -soyut nitelikli- bir tasarımdır. Yapıtın adındaki ikinci ad, Silistre ise, somut bir yer adıdır. Oyunda, bu yer, kale biçimine sokularak, daha da görselleştirilmiş, gözün algılayabileceği bir boyuta indirgenmiştir. Namık Kemal’in burada yaptığı şudur: Soyut niteliği nedeniyle o dönemin çoğu insanınca kavranamayan ‘vatan’ı, bir kale biçiminde göstermek. Sözbilim terimi kullanırsak şöyle diyebiliriz: Kale, vatanın alegorisidir. Daha kapsayıcı bir terimle söylersek, eğretileme yapılmıştır diyebiliriz. Dolayısıyla, ‘Kaleyi canla başla koruyan Osmanlı askeri, vatanı da işte öyle korur / korumalıdır’ anlayışı öğretim sürecine sokulur. ‘Yahut’ bağlacı nedeniyle biz buna eğretileme dedik, vatan üzerine yapılmış öbür eğretilemeleri aşağıda sunacağız. Ancak, Silistre, bir düzdeğişmece öğesi olarak da değerlendirilebilir. Çünkü vatanın bir parçası olan Silistre kalesi, vatanın bütününü göstermektedir. Başka bir düzdeğişmece örneği de İslam Beyin gönüllülere verdiği söylevde yer almaktadır: “Bizim vatanımız, Tuna demektir” (s.40). Böylece, Tuna da ülkenin bütününü simgeleyen bir yurt parçası olarak düzdeğişmece öğesi olmuştur. Şimdi de vatan üzerine yapılmış olan eğretileme çeşitlemelerine bakalım: Vatan “ana”dır: a.) “Vatan ki, herkesin gerçek anası” (s.34), “vatan evlatlarını” (s.34), bir marştan bir dize: "Cümlemizin vâlidemizdir vatan” (s.96). b.) Vatan, ana olarak çocuklarını besler, büyütür: “Beni (…) vatan büyüttü. (…) vatan karnımı doyurdu” (s.32), “Sen bu vatanın ekmeğini yemedin mi? Sen bu vatan sayesinde geçinmiyor musun?” (s.67), “Vatanın ekmeği hepinize helal olsun” (s.86), “İnsan kendisini besleyip büyütenin ayaklar altında çiğnendiğini görürse yaşamaz” (s.40), bir marştan bir dize: “Herkesi lûtfuyla odur besliyen” (s.97). c.) Bir canlı gibi imgelenen vatan, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya gelebilir: "Tuna aradan kalkarsa vatan yaşamaz" (s.40), "Ah, vatan! Vatan! Senin hayatın tehlikede" (s.51). d.) Ölmekte olan vatanı canlandırmak gerekir: “Demek ki vatanın canlanması ve yükselmesine hizmet için yaratılmışız” (s.77). e.) Vatan bir dişi olduğu için, namusu tehlikede olabilir: "vatanın namusunu korumak için” (s.54), ”Kimse (…) anasını sakınan erkek insandan geri kalmıyor” (s.63). f.) Ana, çocuklarına gebeyken onlara kendinden, kendi yaradılışından özellikler aktarır: “Vücudum vatanın toprağından, nefesim vatanın havasından” (s.32), “(…) bu vatanseverlik düşüncesi memleketimizde daha anasının karnına yeni düşmüş çocuk gibi küçücük bir şey iken” (s.35), “Herkes anasından o vatanseverlikle doğuyor” (s.93). g.) Vatan, bir ana olarak evlatlarından hoşnut olabilir: “Vatan sizden hoşnuttur” (s.98) [Yalnız vatan değil, insanlık da, Tanrı da hoşnuttur: “İnsanlık sizden hoşnuttur”, “Cenab-ı Hak sizden hoşnuttur” (s.98)]. Yukarıdaki alıntıların da gösterdiği gibi, ‘vatan’ ile ‘ana’ özdeşleştirilmiştir. Bu özdeşleştirmenin özgün bir yanı yoktur. Bir kavram olarak vatan, o dönemin insanlarına soyut nitelikli göründüğü için, onu bir nesne yardımıyla somut kılmak öğretici bir işlemdir. Ana sözcüğünün çağrıştırdığı sevgi, sevecenlik, özveri vb duyguların vatan kavramına uyarlanması toplumda vatan sevgisinin oluşumunu kolaylaştıracak ve bu sevgiyi yapmacıklığa düşmekten kurtaracaktır. Bu eğretileme bize “canlıcılık” inancını anımsatmaktadır. Canlıcılık (animizm), yeryüzündeki bütün varlıkların ve nesnelerin -tıpkı insanlardaki gibi- tinlerinin olduğu inancına dayanır. Coşumcu akımın önemli Fransız ozan ve yazarlarından Lamartine (1790–1869) ile Victor Hugo (1802–1885) bu inancı benimsemişlerdir. Namık Kemal’in Fransız coşumculuğundan, özellikle Victor Hugo’dan etkilendiğini anımsatmak isteriz. Bu inanç doğrultusunda ilerlersek, şunu söyleyebiliriz: Vatanın bir tini vardır; bu tin, bir tözdür, yani değişmez. Yapıttaki bir marşın bir dizesi şöyle der: “Fıtrat değişir sanma! Bu kan yine o kandır” (s. 46).
KİŞİLERİN TÜMLÜĞÜ Yukarıda değindiğimiz gibi, Vatan yahut Silistre oyununun kişileri vatanın özelliklerini taşırlar: “Vatanımın nimeti kemiklerimde duruyor. Vücudum vatanın toprağından, nefesim vatanın havasından” (s.32), “Tuna kıyısının neresini karıştırırsanız içinden ya babanızın ya kardeşinizin kemiği bulunur… Tuna’nın suyu bulandıkça üzerine çıkan topraklar, korunması için ölen vücutları oluşturan maddelerdir” (s.40), “Vatan aşkı ete kemiğe bürünse elbet sen olurdun” (s.87). Vatanın tinsel niteliği değişmez, ama görüntüler değişir. Başka bir deyişle töz değişmez, yüzeyin aldığı biçimler değişir, bu görüntüler birbirlerinin yerlerine de geçebilir. Şimdi bunları görelim: İslam Beyin bedeni Zekiye’nin gözünde güzel bir vatandır. Böylece vatan, bir de genç erkeğin bedeniyle imgelenir: “[Zekiye, İslam Beye:] Benim vatanım da sen idin, canım da sen idin” (s.37). İslam Bey de kendine ‘vatan’ niteliğini verir: “[İslam Bey:] Vatan kadar kutsaldım. Çünkü bana hainlik, aynı vatana hainlik idi” (s.88). Kalenin komutanı Miralay (albay) Sıdkı Bey de bunu onaylayan bir orundadır: “[Sıdkı Bey:] İslam’ın, şu kalede herkesten kutsal, herkesten gerekli (…) İslam” (s.81). Zekiye dış görüntü ile içyapı arasında koşutluk olduğu kanısındadır: “[Zekiye İslam Beyin bedeninden söz ederken:] Allah o kadar güzel bir vücudun içinde hainlik saklamaz a.” (s.27). Ancak biraz düşündükten sonra şöyle mırıldanır: “En güzel çiçeklerin arasında yılan bulunuyor” (s. 27). Burada biraz duraklayarak ‘yılan’ imgesi üzerine bu oyunda bulguladıklarımızı bir araya getirelim. Ama şunu önceden anımsayalım: Dinsel söylencede 'yılan’, Havva'yı kandırmak isteyen ‘Şeytan'ın büründüğü biçimdir, yani Şeytan yılan biçiminde sokulur Havva’ya… Bu anımsatıştan sonra oyuna dönelim. Oyunda İslam Bey Zekiye’yi bir melek olarak görür ve ona şöyle der: “Kendimi şeytandan alçak görüyorum. Kendi kendime, şeytan insanı aldatır, ben bir meleği kandırdım diyorum” (s. 75). Kandırmak, aldatmak söz konusu olduğunda şeytan, imgelemde beliren ilk görüntülerden biridir. Ama İslam Beye göre şeytandan daha kötü olan da vardır, o da casustur. İslam Bey, kaledeki askerlerin dayanma ve çarpışma gücünü kırmaya yeltenen bir kaymakama (yarbay) şöyle çıkışır: “Herif, şeytan mısın? Şeytandan kötü bir şey misin? Şeytandan daha kötü ne olur? Casus…” (s.67). (Buradaki ‘casus’ sözcüğü ile Zekiye’nin yukarıdaki mırıldanışında kullandığı ‘hainlik’ kavramını doğal olarak birbirine yaklaştırmak gerekir.) İslam Bey şöyle sürdürür konuşmasını: “Sen bu vatanın ekmeğini yemedin mi? Sen bu vatanın sayesinde geçinmiyor musun?” (s.67). Böylece Zekiye’nin “En güzel çiçeklerin arasında yılan bulunuyor” biçimindeki tümcesi, anlamını pekiştiriyor… İslam Beyin verdiği tepkide söz konusu ettiği ‘vatan ekmeği’ herkesi bütünleyen bir ‘ana besin’ olarak imgelenmektedir. Ardından, yarbaya, kendisinin bu ana besinden beslenip beslenmediğini sorma gereği duyulmaktadır. ‘Vatan’ (ortak ana) ile ‘vatan ekmeği’ (ortak besin) insanları birleştirir ve bütünler. İnsanlar arasındaki ayrımlar, benzemezlikler yalnızca görüntüdedir, ama öz ortaktır: “[İslam Bey Zekiye’ye: Ayrı görünürüz, yine buluşuruz… Ayrı sanılırız, her zaman biriz" (s.30). İslam Beyin bu konuşmasında kullandığı ‘ikiz’ sözcüğü de bu birliği vurgular. Dahası, iki kişi tek varlıkta bütünleşir: “[İslam Bey Zekiye’ye:] İşte gönlümüz ikiz yaratılmış, işte Allah seni bana beni sana vermiş… İşte sen can, ben vücut” (s.29). İslam Bey başka bir konuşmasında, yaralı durumdayken, Zekiye’yi başucunda görünce onun Zekiye olduğuna inanamaz, şöyle der: “Allah iki Zekiye yaratmaz. Gözlerimde aksin nasıl ikileşiyor ben hâlâ ona şaşkınım” (s.65). Yukarıda İslam Beyin Zekiye’yi bir ‘melek’ (şeytanın karşıtı) olarak tanımladığını gördük. Onun şu sözü de kanısının sağlamlığına bir kanıttır: “Allah bana Zekiye kılığında bir melek göndermiş” (s.65) [‘kılığında’ sözcüğünü ben vurguladım. EE]. Zekiye’nin on yedi yaşında, içi sevgi dolu, özgeci, sevecen ve ‘iffetli’ bir genç kız olduğu düşünülürse, bu imge yadırgatıcı olmaz, çünkü ‘melek’ bu tür genç kızlar için sıkça kullanılan bir ad ya da benzetme sözcüğüdür. Ancak Zekiye’nin de İslam Beyi bir ‘melek’ olarak görmesi yetişkin bir erkeğe uyarlanamayacak bir benzetme gibi görünebilir: “[Zekiye uyumakta olan İslam Beye bakarak:] Ne güzel uyuyor. Melek de uyusa böyle uyur” (s.61). Ama Zekiye ile İslam Beyin ‘ikiz’ olarak tanımlandıkları düşünülürse, her ikisinin de ‘melek’ olması anlaşılabilir. Zekiye’nin aynı yerdeki konuşmasında şunlar da var: “[Uyumakta olan İslam Beyin başını söz konusu ederek:] Kucağıma aldım. Aklım, gönlüm, ciğerim hep göğsüme, kollarıma geldi sandım” (s.62). Zekiye gördüğü bir düşü kendi kendine anlatırken şunları da söyler: “[İslam Beyin] Yüzüne baktıkça canım vücudumdan ayrılmış da kucağımda yatıyordu. Vatancığımda idik” (s.74). İslam Beyin bedeni ile Zekiye’nin tini bir araya gelip bütünleşebilecek uyumluluktadır. Öte yandan İslam Bey [genç erkek] ile Zekiye [genç kız] arasında var olduğu sanılan başkalıklar, cinsiyet ayrımları kolayca aşılabilen görüntüsel ayrımlardır. Aşağıda yeniden ele alacağımız ‘kılık değiştirme’ [travesti], cinsiyetten cinsiyete, kişilikten kişiliğe, durumdan duruma [hal] geçiş olgusu, şaşırtıcı değildir. Çünkü giysi dış görünümü değiştirirken öz, niteliğini korur. Zekiye erkek giysisi içindedir ama, İslam Beyin yurtseverlik üzerine söylediklerine verdiği karşılıkta şunu da söyler: “Bu sözlerinin sayesinde ben de erkek oldum. Hem gönlüm giysimden (daha) erkektir” (s.66). Zekiye’nin bu eril niteliklerine karşın, yiğitliğiyle göz dolduran İslam Beyin dişil ve çocuksu yanları vardır: “[İslam Bey:] Kız çocukları gibi memnunlukla ağlıyorum” (s.71), “[İslam Bey:] Sus. Beni yetim çocuklar gibi bağıra bağıra ağlatacaksın” (s.76). Ağlamak yalnızca İslam Beye özgülenmiş bir tepki değildir gerçekte; anasından (yurdundan) ayrılan yavrular ‘bütünleşmiş’ olarak ağlar: “[İslam Bey: milyonlarca nüfusu anasından ayrılmış yetimler gibi arkasından ağlatmak” (s.88). KİŞİDEN KİŞİYE GEÇİŞLER Yukarıdaki alıntıların savımıza dayanak olmaya yetecek nicelikte olduğu kanısındayız. Savımızı bir de şu sözcelerle yineleyelim: Yurt, yalnızca toprak değildir, o aynı zamanda tinsel bir tözdür. Bu töz, tıpkı bir ana gibidir: Doğurur, besler, büyütür, üzülür, hoşnut kalır ve ölür. Bu seziş biçimi, canlıcılık adını alır. Yurttaşlar bu tözden doğmuşlardır; görünümlerindeki başkalıklara, benzemezliklere karşın, öz bakımından bir ve bütündürler. Bu kavrayış biçimi kamutanrıcılık (panteizm) biçiminde düşünülebilir. Kamutanrıcılık öğretisine göre, ‘tanrı’ ile ‘evren’ bir ve tek olarak tasarlanır. Spinoza’ya (1632–1677) göre, tek gerçek, tanrıdır; evren tanrıda içkin biçimde bulunan bir parçadır. Diderot’ya (1713–1784) göreyse, evren gerçektir; tanrı, var olanların, varlıkların bütünüdür. Gerçekte bu öğreti Müslüman gizemciliğinden beslenmiştir. Bu öğretiye Müslüman gizemciliğinde ‘vahdeti vücut’ / ‘varlığın birliği’ adı verilir. Öğretinin kurucusu, Endülüslü bir Müslüman olan Muhyiddin İbn Arabî’dir (1165–1239). Muhyiddin İbn Arabî’nin düşüncelerini, üvey oğlu olduğu sanılan, Konyalı gizemci Sadreddin Konevî (1210–1274) dizgeleştirmiş, kuramsallaştırmıştır. Yerli ve yabancı pek çok yazınsal yapıtın dokusuna sinmiş olan bu seziş biçimi, Namık Kemalce de özümsenmiştir. Bütün varlıkların kaynağı tek bir töz olduğuna göre, her varlık bir başka varlığın görüntüsüne bürünebilir. Vatan yahut Silistre bu açıdan da örnek bir yapıttır. Örneğin, yapıtın başkişilerinden Zekiye, ‘kılık değiştirmiş’ (travesti) olarak Silistre kalesine girer. Öbür erkekler gibi giyinmiştir. Yapıt boyunca onu şu adlandırmalarla görürüz: Zekiye, Âdem, çocuk, gölge, öteki, kız… Zekiye kendi adıdır. Âdem kendisine yakıştırdığı addır. Öbürleri ise, kaledekilerin onu adlandırma biçimleridir. Zekiye kimsesiz bir kızdır. Bu bakımdan ‘anonim’ bir kişidir. Çünkü ne annesinin ne de babasının adlarını bilmektedir. Kendisine ağabeysinin adı sorulduğunda da “Acayip acayip şeyler soruyorsunuz!” (s.91) diyerek ağabeysinin adını vermez. Gerçekte, annesi de, ağabeysi de ölmüştür. Hiç tanımadığı babasını da ölü sanmaktadır. Ama kale komutanı Miralay Sıdkı Beyin kişiliğinde babasının varlığını sezer. Önce sevgilisi İslam Beye açılır ve şöyle der: “Ömrümde, mesela bizim Miralay Bey kadar babalığa yakışır bir adam düşünemedim” (s.75). Bu sezgisini destekleyen kanıtlar getirir daha sonra. Bu kanıtlar başka kişilerden alınan ve Sıdkı Beyde bütünleştirilen özelliklerdir. Zekiye, Sıdkı Beyin babası olduğundan kuşku duymadığını kendisine şöyle anlatır: "Ninem de [annem de] benim için gönlünde bir üzüntüsü olduğu vakit yüzüme tıpkı böyle bakardı… Bak! Yürüyüşüne dikkat et, kardeşim de bir telaşı olduğu zaman tıpkı böyle gezinirdi. Şimdi benim için ağlıyor değil mi? Ben de biri için ağladığım zaman, bilirsin a, tıpkı ellerimle gözlerimi böyle kaparım. Vallahi babamdır, billahi babamdır. Gönlüm beni böyle sevgi işlerinde hiçbir zaman aldatmaz” (ss.91,92). Sonunda Sıdkı Beyin Zekiye’nin babası olduğu anlaşılır. Ama Sıdkı Bey yalnızca Zekiye’nin babası olmaz, yakında damadı olacak olan İslam Beyin de babası olur. İslam Beye oğlum diyerek onun babası olduğunu / olacağını önceden sezer ve sezdirir. Bir konuşma sırasında Sıdkı Bey İslam Beye "Gel oğlum! Gel beyim! Gel aslanım!" (s.87) demiştir. İslam Bey bu sözdeki “oğul” yakıştırmasını özellikle benimser ve Sıdkı Beye şöyle der: “Siz bana demin oğlum demediniz mi? Ben de size baba diyeceğim. Baba sözünden daha büyük, daha kutsal bir şey bulamıyorum ki, onunla sesleneyim” (ss.88, 89). İslam Beyin bu sözündeki “kutsal” önadı önemlidir. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi, kutsal olan, vatan ile İslam Bey idi. Bu kez ‘baba’ da kutsal bir varlık olarak nitelendirilmektedir. Başka bir deyişle, kutsal önadı, üç ayrı varlığın ortak niteliğidir; dolayısıyla ayrı ayrı görünen varlıklar gerçekte tek bir ‘bütün’ olan bir varlığın [tözün] başka türlü görünümleridir. Sıtkı Beyin de ‘vatan’ olduğuna ilişkin başka bir kanıt da oğlunun ölmeden önce söylediği son iki sözcüktür. “Oğlu da [oğlum da] vefat etmiş. Son nefesinde iki söz söylemiş: Önce, ‘Babacığım!' demiş; sonra, ‘Vatan…’“ (s.58). Böylece ‘baba’ ile ‘vatan’ göstergeleri aynı gösterileni (kavramı) imlemektedir. KILIK DEĞİŞTİRME Oyundaki kişiler, olduklarından başka türlü görünmek için bilinçli biçimde davranabilirler. Bunun ilk örneğini, yukarıda söz konusu ettiğimiz gibi, Zekiye verir. Zekiye ‘kılık değiştirme’ yoluyla başka bir kişiliğe bürünür. Bunu İslam Beye karşı duyduğu derin sevi nedeniyle yapmıştır, yani onun bu girişimi, ‘olumlu yanıltmaca’ olarak değerlendirilebilir. Başka bir 'kılık değiştirme’ ise, kaleden çıkıp düşman cephaneliğini havaya uçurmayı üstlenecek kişilere ilişkindir. Kale komutanı Sıdkı Bey, “Orduya [düşman birliğinin içine] kılık değiştirilerek girilecek…” (s.72) demiştir. Zekiye bu görevi üstlenmek isteyen ilk kişidir. Sıdkı Beye şöyle der: "Orduya kılık değiştirilerek girilecek buyurdunuz. Rumeliliyim, biraz lisan bilirim. Kılık değiştirmek de bana sizden kolaydır. Kılık değiştirerek girdiğim yerde kendimi pek çabuk tanıtmam” (s.72). Sonunda, bu görevi üstlenen kişiler şunlardır: Zekiye, İslam Bey ve Abdullah Çavuş. [Bu sonuncusu, bütünlük duygusunun sayısal olmadığı düşüncesindedir. Çünkü o, “Bir adam eksilmekle kıyamet mi kopar?” demiştir (s.86)…] Buradaki ‘kılık değiştirme’ işi savaş ve çarpışma ortamında olduğu için ‘olumlu yanıltmaca’ olarak değerlendirilebilir, ama şu durumu da belirtmek gerekir. Casusluk, yukarıda belirttiğimiz gibi, ‘şeytan’la özdeşleştirilen bir olgudur, dolayısıyla ‘olumlu’ değildir. Bunu Sıdkı Bey de içine sindirebilmiş değildir gerçekte: “Casus kullanmayı milletimin şanına yakıştırmadım ki” (s.87). Bununla birlikte, kılık değiştirme işi Sıdkı Beyce de yıllarca uygulanmıştır. Sıdkı Bey, yıllar önce, haksız yere kurşuna dizilme cezası almış olan bir komutan arkadaşını kurşuna dizme görevini kabul etmeyince ordudan atılmış olan Miralay Ahmet Beydir gerçekte. Ahmet Bey ordudan atılmanın utancıyla evini barkını terk edip kayıplara karışmıştır. Uzun süre dağlarda, ormanlarda yaşamış, insan olmaktan utandığı için hayvan olmak istemiş, hayvanlar gibi yaşamaya, onlara öykünmeye başlamıştır: “Vahşi hayvanlar gibi ormanlarda, ağaç kovuklarında saklanırdı. (…) İnsan, gözünde o derece alçaktı ki kendinin de insan olduğunu düşündükçe, kendi kendisini aldatmaya çalışır, karnını doyurmak için dağ başlarında dört ayaklı yürür, ağzıyla otlardı” (s.56). Ahmet Bey daha sonra Sıdkı adıyla yeniden er olarak orduya girer ve bu adla Miralaylığa dek yükselir. Oyunda kendisini Ahmet’in eski arkadaşı olarak tanıtır, ondan söz ederken “o” adılını kullanır, onu “kendim gibi bilirim” (s.53), “her halini bilirim, kendimi bilir gibi bilirim” (s.57) der. Miralay bunları Rüstem Beye anlatırken ondan şunu ister: "Şimdi bir de kendinizi Ahmet Beyin yerine koyun" (s.54). Bu, aynı tözden insanların birbirlerinin yerine geçebilecekleri anlamına gelir. Rüstem Bey de bu anlayışı özümsemiş bir kişi olarak Miralay Sıtkı Beyden şu istekte bulunur: “Beyim! Ahmet Bey benim arkadaşımdı, kardeşimdi… Öldü… (…) Fakat bana yine kardeş lazım… Sen yerini tutar mısın? Yerine seni koysam kabul eder misin? Edersin değil mi? Ben Ahmet Beyi öldü biliyorum; ben Sıtkı Beyin sevgisini istiyorum. Ağzımdan Ahmet Beyin adını kim işitirse Sıdkı Beyi getirsin” (s.59).
TİNSEL EYTİŞİM Kişilerin tinsel durumu da tözlerine uygundur. Bu ortak tin, dış görünümdeki ayrımlara karşın herkeste tektir. Dış görünüm aldatıcı olabilir: “Şimdi kırmızı görünen şey, gözünü açıp yumuncaya kadar sarı olur. Şimdi doğru görünen şey, gözünü yumup açıncaya kadar eğrilir” (s.56). Örneğin vatan savunması söz konusu olduğunda çok ilgisizmiş gibi görünen kişiler ortak bir itkiyle devinirler. İslam Beyin şu gözlemi günümüz için de geçerlidir: “Osmanlılar söz arasında vatan için kaygılanmaz gibi görünürler; o kadar kaygılanmaz gibi görünürler ki, konuştuğun adamı taştan yapılmış resim sanırsın. Hele karşılarında bir düşman göster! Hele vatanın kutsal topraklarını bir yabancının pis ayağıyla çiğneyeceğini anlasınlar; işte o vakit halka başka bir hal geliyor; işte o vakit insan en miskin köylü ile benim aramda hiç fark bulamıyor; işte o vakit o abalı kebeli Türkler, o tatlı sözlü, yumuşak yüzlü köylüler, o çifte koşulur öküzden fark etmek istemediğimiz zavallılar aradan bütün bütün kayboluyor da yerlerine Osmanlılığın, kahramanlığın ruhu meydana çıkıyor. (…) Kimse (…) yavrusunu koruyan dişi aslandan, anasını sakınan erkek insandan geri kalmıyor” (s.63) [Bu alıntıda vurgulamak istediğimiz sözcükleri koyu harflerle biz yazdık. EE] Son satırlardaki ‘dişi aslan’ ile ‘anasını sakınan erkek’ arasındaki yakınlaştırma bir kez daha dikkatimizi çekmektedir. Yukarıda Ahmet Beyin (Miralay Sıdkı Bey), hayvanlara öykünerek dört ayak biçiminde otladığını öğrenmiştik. Dolayısıyla insan ile hayvan arasında da olumlu anlamda ‘geçiş’ olanaklıdır. Gene son alıntıya dönelim. Orada, birdenbire ortaya çıkan ‘kahramanlık ruhu’ söz konusu edilmiştir. ‘Ruh’ sözcüğü oyunun sonunda bir kez de Sıdkı Bey için kullanılmıştır. Bunu görmek, baştan beri ileri sürdüğümüz ‘bütünlük’, ‘teklik’ savlarını daha da pekiştirmektedir. İslam Bey Miralay Sıdkı Beye şunları söyler: “Beyim, şu tabyada hepimiz organ idik, alettik; ruh sendin. Ölümden korkmadın; hiç ruh ölümden korkar mı?” (s.93). Her şey ‘bir’ ve ‘tek’ ise, sevgi de değişmez, o da ‘bir’ ve ‘tek’ olarak tasarlanır. Çeşitli sevgi türleri arasında karşılaştırma yapmak yanlıştır. Örneğin Zekiye, ölmüş annesine, babasına, kardeşine duyduğu sevgilerin yerine İslam Beyin sevgisini koymuştur (s.30). İslam Bey de benzer biçimde düşünür ve Zekiye’ye şöyle der: “(…) gönlümde kendi aşkınla vatan aşkını karşılaştırmaya kalkma” (s.76). Zekiye de sevgi eytişimini gerektiği biçimde özetler. Bu özet, birlik / teklik izleği üzerine sergilemeye çalıştığımız kanıtları ve savları onaylayan bir sonuç sözcesi gibidir. Zekiye İslam Beye şunları söyler: “Sakın kıskanma! Babamı kıskanmazsın değil mi? Vatanın için beni bıraktığın gibi, bana da kendin için babamı bıraktırmazsın, değil mi?” (s.92). Görünürdeki geçici ayrılıklar, kopukluklar yanıltıcıdır. Sonuçta her şey ‘bir’dir ve ‘bütün’dür, yani ‘tek’tir. Vatan yahut Silistre böyle söylüyor. Gizemci öğreti de böyle söyler. Ertuğrul Efeoğlu
(Hürriyet Gösteri, Sayı 299, Eylül 2009)
Gerçek Eedebiyat
YORUMLAR