Umudaslan / A. Kadir Paksoy
'Kırk yıllık' arkadaşı A. Kadir Paksoy Ümit Sarıaslan'ı yazdı.
Ümit Sarıaslan. Artık fiziksel olarak yaşamıyor. Dümeni sonsuzluğa kırdı. İnsan çok sevdiği birini yitirince ne diyeceğini bilemiyor. Sözcükler de acıdan boğuluyor. İlk aklıma gelen anacağımın ona seslenişi oldu: Umudaslan! Nereden başlayacağımı bilemiyorum. Kırk yıllık bir dostluk. Birlikte dergiler çıkardık, iki ortak kitap yayımladık. Deyim yerindeyse ikimiz bir adamdık. Sanki Tanrı tek bir adam yaratmak isterken ikiye bölmüştü. Ona iyi çalışan bir beyin vermiş, bana iyi çalışan bir kalp. Yahu günde beş yüz sayfa okunur mu? Vallahi okuyordu. Bana da bir kalp doktoru sormuştu, bir bayılma sonrası kardiyolojiye gitmiştim, ağır spor mu yapıyorsunuz bayım, demişti. Kanımda kreatin kinaz diye bir madde fazla çıkmış, bu da kalp kaslarının zarar gördüğü anlamına geliyormuş, ağır spor yapanlarda ya da ağır iş görenlerde olurmuş. Şiir yazıyorum bayım deyince de gülmüştü doktor!... “Üstâd” demiştim ona kırk yıl önce tanıştığımız gün. Aslında “Üstâd” yerine usta sözcüğünü benimserim ama bir kere ağzımdan çıkmıştı ve öyle de kaldı. Özel bir ada dönüştü. Evet, o üstâddı ben tilmiz, o Sidherta’ydı ben Gautama, o Mustafa Kemal’di ben İnönü, o Fidel Kastro’ydu ben Che Guevera, o Hacı Bektaş’tı ben Yunus, ve özellikle o Metin’di ben Zeki… Ama her zaman o oydu, ben de ben. Bu yüzden dostluğumuz baki kaldı. Bize “eküri” diyordu dostlar. Eküri ne demek? Fransızcada (écurie) ahır/ahırdaş anlamında kullanılsa da Türkçede daha çok sürekli birlikte olan, birlikte güzel işler yapan anlamında kullanılmaktadır. Elbette, ne güzel işler yaptık birlikte. Ama daha çok onun sayesinde, onun emeğiyle. Ankara’da meşhur Tavukçu Lokantasında bir gün bizi gören Mustafa Ekmekçi Ağabeyimiz, birlikteliğinize imreniyorum, demişti. Sevgili Muzaffer Ağabeyimiz (Erdost), ortak kitabımız Başak ve Asma’yı resimlemiş, Sevgili İlhan Abi (Selçuk) bile şapka çıkarmıştı bu dostluğa. Masalara akşam güneşi düştüğünde nasıl geçerdik Sakarya Caddesinden, ardımızda bize yetişmeye çalışan ağaçlar hâlâ gözümün önünde… Şimdi vicdanını yitirmiş bir kentle karşı karşıyayım. Evet evet, o kentin vicdanıydı. Bu benim sözüm değil. Türkiye’nin ilk Kültür Bakanı Talat Sait Halman söylemiş ve yazmıştı bunu… Ortak bir davamız vardı: Rayından çıkarılan Cumhuriyet trenini yeniden rayına oturtmak. Ona göre ülkemizin gelişememesinin en önemli nedeni, Cumhuriyetin Kuruluş Döneminden sonra demiryolu politikasının terkedilmesi, demiryolu yerine karayoluna ağırlık verilmesiydi. Bu nedenle, öğretmenlikten emekli olunca bu alanda yoğunlaştı, art arda çok önemli yapıtlar üretti: Cumhuriyet Treninden Tanzimat Trenine, Demir Ağlardan Örümcek Ağlarına, Pamukova Dosyası… Ben de bu konuda ona hak vermekle birlikte, ülkemizin gelişememişinin en önemli nedeni olarak tarih bilincinden yoksunluğu görüyordum. Bu yüzden, onun da özendirmesiyle Tarihin Talihsizliği, Ulus Devlet ve Tarih Eğitimi’ni kotardım… Elbette en önemli ortak yanımız şiire olan tutkunluğumuz, bağlılığımızdı. Ama onun şiirleri Anzer balı ise, benimkiler Atatürk Orman Çiftliği balı sayılır, halk işi… Şimdi onun Sözün Kanadında’dan şu dörtlüğü nasıl anımsamam: “Işık kırılır taş olur ses parça parça Söylenmiş ve söylenmemiş sözler Tüm imgeler bir imgeye dönüşür sonra Tersinir yaşamı ölüm kurulur başköşeye” İşte ölüm gelip kuruldu başköşeye. Anadolu gezilerimiz yarım kaldı (Bkz. Anadolu Anadolu, A. Kadir Paksoy/Ümit Sarıaslan, Kültür Bakanlığı Yayını, 2001). Bana adadığı bir şiirinde şöyle demişti: “Oraya gideceğiz Buraya gideceğiz Çekip gideceğiz” (Kadir’le, Dipnozlar, Kendi Yayını, 2003) Ve çekip gitti. Bilmiyorum, kurtuldu mu yoksa: “İş güç aş ekmek Artık ne geçim derdi Ne yer ne yurt özlemi Kaçgöç bitti Bitti kaçmaca kovalamaca Toprak yalnızca Kanayıp duran gölgesi bir de” (“Ölümü Gurbet”, gercekedebiyat.com) Yahu diyeceksiniz, bu dostuna karşı hiç mi kırgınlığın yok? Olmaz olur mu, var. Bir “kalleşliği” var bana: İkimiz de bıyıklıydık. Bir gün, bu bıyık iyi bir şey olsa Atatürk kesmezdi, deyince kesmiştik bıyıklarımızı birlikte. Ama üç beş yıl sonra bizim Üstâd yeniden bıyık bıraktı. Savunmasını da şöyle yaptı: Metroda, otobüste beni Yaşar Nuri Öztürk sanıp “Hocam, dinimize göre şu nasıl, bu nasıl, ne dersiniz” demelerinden usandım!... Eh neyse, bir hafifletici nedeni var ama ben onu bıyıksız haliyle çektiğim bir fotoğrafındaki gibi anımsayacağım A. Kadir Paksoy Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR