Türk Edebiyatı Bağımsızlığını Yitirdi / Halit Payza
Her yılsonu, yazın dünyası, geçmiş bir yılın değerlendirilmesinin yapıldığı bir günah çıkartma süreci yaşar. Bu biraz da geçmişe bakarak geleceği öngörmekten kaynaklanır, bir tür toplum mühendisliğidir.
Bitmek üzere bekleyen yorgun yıl içinde hangi kitaplar yayımlanmış, okur hangi yazarlara değer vermiş, hangi kitaplar okunmuştur? Böylelikle gelecek yıla ilişkin yayın planlamaları yapılır ve artık dev bir sektöre dönmüşmüş olan yayıncılık, kapitalizmin altın kuralı gereği az satan iyi kitaplar yerine, çok satan kötü kitaplarla okuru güdümlemeyi, yönetmeyi tasarlar/planlar.
Okur da bundan hoşnuttur, en çok satanlara bakar, kitap alırken az satan iyiler yerine çok satan, ilk ona, yirmiye giren kitaplar ve yazarları peşine düşer.
Sistemin işleyişi yalnızca bize özge değil. Yerli ya da yabancı yayıncılar aynı devinim noktasından hareketle daha çok satmayı, daha çok kazanmayı isterler. Kimi yayınevlerinin nitelikten çok, ticari kaygılarla kitap bastıkları ne yazık ki doğrudur.(*)
Yaşadığımız çağ, güdümlü, yönlendirilen, yönetilen, yönetenlerin ve yönlendirenlerin kurallar koyduğu, kendi koydukları kuralları çiğnemekten kaçınmadıkları bir dönemdir. Bu çağ sermayeden yana işleyen bir sistem olarak karşımızdadır. Sanatın kuralları değildir bunlar. Hiçbir sanatsal ve toplum yararcı politikalar, ilkeler değildir geçerli olan. Sanat, işlevini yitirmiş, anamalcı düzeni erekleyen saldırı imha silahlarıyla donatılmış, metalaştırılmıştır. Bedeli ödenerek kullanılabilen, alınıp satılabilen bir maldır şiir, resim, roman, vs. İçi ne kadar kötü olursa olsun, yapılan ve satışı gerçekleşen yalnızca ambalajıdır. Sanatın yerel, evrensel yasaları yok sayıldığında, geride orman yasaları kalıyor. Böylece yazar ve okur ortadan kalkıyor, meydan alıcı ve satıcıya kalıyor.
Menkul Kıymetler Borsası gibi Kerameti Kendinden Menkul Kıymetler Borsası olmaya doğru hızla yol alıyor yazın. Bu borsayı sermayenin ticari kaygıları ve çıkarları belirlemekte, ticaret yasaları yaratıcılığın yerine geçmektedir. Belirleyici olan paranın gücü ve satın alma özelliğidir. Yazarlar ve şairler kendilerine tanınan sınırlar içinde ve ona bu olanakları sağlayanların çıkarlarına dokunmaksızın yazarlık/şairlik yapmak zorundadırlar. İçlerinden gelen ses, yaratıcılıklarının sesi değil, ona fısıldayanların sesidir. Bu ses kapitalizmin, yenidünya düzeni, küreselleşme adı altında dünyaya dayattığı sistemin sesidir. Bu ses, düşünmemeyi, sorgulamamayı, ciddi yazınsal yapıtlar üretmemeyi önermektedir. Bu kapitalizmin sahte peygamberler ve sahte kutsal kitaplar aracılığı ile insanlara getirdikleri yeni dindir! Yazardan/şairden/sinemacıdan istenilen postmodernist bir algıyla, toplumun bilinçlendirilmesinden çok, eğlendirilmesini emretmektedir.
Bu sistem içinde, yazarlar arenada birbirleri ile dövüşmek zorundadırlar. Ölümüne yapılan bir dövüştür bu, arenaya kaç kişi girerse girsin, bir kişi çıkacaktır. Yayın ve kültür politikası bu olunca, metalaştırılmış ürünün satışı için bu kanlı dövüş de garantili satış belgesi niteliğine dönüşmektedir.
BAĞIMSIZLIĞINI YİTİREN TÜRK YAZINI
Türk yazın’ı artık bağımsız olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek durumundadır. Yayıncılık artık yayınevlerinden çok yayıncılık da yapan holdinglerin denetimindedir. Bertholt Brecht’in ünlü sözünü anımsamak zorundayız; “Banka soymak, banka kurmaktan daha ahlaksızca bir davranış değildir.”
Gittikçe büyüyen ve yeni bir yatırım alanı olarak görülen yayıncılık sektörü, kısıtlı sermaye olanakları, hatta kişisel kazançları ile ciddi yayıncılık yapan işlevleri yalnızca kitap yayımlamak olan yayınevlerinin yerini, diğer sektörlerde tekelleşmiş büyük sermayenin de kıskacı altına girmiş durumdadır.
Küçük ölçekli yayınevleri ve dergiler birbiri ardına kapanır, dağıtım olanaklarından yoksun kalırken, büyük sermaye hem yayım hem dağıtım ağları ile sektörde nerede ise tek söz sahibi olmaya doğru hızla ilerlemektedir. Uluslar arası finans sektörü ile bağıntılı büyük şirketler, sermaye yönetimi ve ihracı dışında yayıncılık da yapmaktadır.
Yayıncılık da yapan büyük sermaye şirketlerinin, hem yayınevleri, hem dağıtım şirketleri ve yayımladığı kitapları satabileceği kitapçı dükkânları vardır. Bunun dışında yazarları ve kitapları tanıtmak ve pazarlamak için görsel ve yazılı medyaya da sahiptirler.
Kapitalizm, kendi varlığını egemen kılmak, tek güç olarak varlığını geliştirebilmek için, kullanabileceği bütün enstrümanları, bütünün parçacıklarını, kendi yasalarını işletme mantığı ile yazarlar/şairler aracılığıyla da kabul ettirmek isteyecektir. Kendi dünya görüşünü yenidünya düzeni olarak, şairler/yazarlarca güzelleştirerek, çirkinliği gizlemeyi, gözden kaçırmayı deneyecektir.
İnsan gözden çıkarılmıştır, insan düşünmemeli, yalnızca tüketmelidir. Kapitalizmin sömürü mantığı insanı insan olarak değil, tüketici olarak görmektedir. Üretirken sömürdüğü yetmiyor gibi, tüketirken de kâr etmeyi düşünecek ve gerçekleştirecektir.
YAZARIN KİTABINA YAYINCININ YAZIN’A İHANETİ
Ülkemizde olduğu gibi dünyada da dergiler, gazeteler, yazınsal siteler, kitapevleri her yıl olduğu gibi bu yıl da yayımlanan kitaplar arasında en iyileri listeleyecekler. Hiç kuşku yok ki önceki yıllarda ortaya çıkan tablonun bir benzeri bu yıl da değişmeksizin ortaya çıkacaktır. Örnek olsun iyi bir yazar olduğuna yürekten katıldığım Hıfzı Topuz’un kitapları iki bin basılırken, isimleri medyatik çevrelerde çokça anılan, iktidarla iç içe geçmiş, arkalarında cemaatlerin bulunduğu yazarların ve macera, polisiye, fantastik, serüven, aşk, kişisel gelişim, diyet ve yemek kitapları, iyi kitapların aksine elli/yüz bin basarak kitapçı vitrinlerini, AVM raflarını işgal etmeye devam edecek.
Yazarın kitabına, yayıncılığın yazına ihaneti olarak adlandırıyorum bunu.
2013’te de Türk yazını adına hüzünlü bir sonuç ortaya çıkmış, Avrupa’da da Amerika’da da dünya yazınının incelenerek en iyilerin belirlendiği değerlendirmelerde ne yazık ki hiçbir Türk yazarının kitabının adı anılmamış, listelere girememişti. Türk yazını yok sayılıyor. 2013’de her nasılsa İspanya’da yayımlanan El Pais gazetesi, okurlarına hazırladığı ankette Mario Levi’nin İspanyolcaya çevrilen İstanbul Bir Masaldı kitabı yer almıştı. Bu yıl böylesi bir başarının da görünmeyeceği anlaşılıyor.
Yayınevleri şiirden sonra, öykü kitaplarını da -kimi istisnalar bir yana- basmıyorlar. Bir öykü kitabının yayımlanabilmesi için koşul; çok iyi bilinen ve satış garantisi olan marka değeri taşıyan yazarlardan olmak gerekiyor. Çoğu yayıncı roman dışı yapıtların yazarlarına, yazar olarak değil marka olarak bakıyorlar ve marka değeriniz üzerinden kitaplarınızı yayımlıyorlar. Yazar ve yapıt vahşi kapitalizm için meta konumuna indirgeniyor.
Yazmak yetmez, yazdıklarını satmak zorundalar. Çünkü piyasa tanrıları böyle istiyor. Onların istediği gibi yazar ve yaşarsanız kitaplarınız yayımlanıyor, billboardlarda, medyada reklamınız yapılıyor.
2013’te yayımlanan kitaplar arasında gerçekten ilgiye değer iyi kitaplar var. Ama aynı listede ‘bunlar bu listeye nasıl girdi’ diyeceğiniz kötü kitaplar da var. Henüz erken sayılsa da 2014’de yayımlanan kitaplar için de geçerli bu yargı. En iyi kitaplar ile çok satanlar listelerindeki ayrım, kitabın gerçekten de iyi olması değil, okunmasa da çok satması.
POLİTİK SİLAH GİBİ KULLANILAN ÖDÜLLER
Uluslar arası ödüller için de benzerleri söylenebilir. Nobel Edebiyat Ödülü gibi, Batılı ülkelerin denetiminde olan ödüller de politik bir silah gibi kullanılıyor. Batılı ödüller yazınsallığı kutsamaktan çok, kapitalizm yandaşlarına verdikleri birer yalancı emzik konumundalar.
İlk yazınsal ödül Fransız Şair Sully Prudhomme verilmiştir. Ödülü kazanan en genç yazar 42 yaşındaki Rudyard Kipling’ti. Ödül alan en uzun ömürlü mantıkçı/ düşünür Bertrand Russell, 1970’de öldüğünde 97 yaşındaydı. En genç ölen ödüllü Fransız düşünür, romancı, deneme ve oyun yazarı Albert Camu, 1960’da 46 yaşında trafik kazasında yaşamını yitirdi.
Yaşar Kemal’in her sene adının geçmesine karşın, 2006’da Nobel ödülünü kazanan ilk Türk yazarı Orhan Pamuk oldu. Pamuk ödül almadan önce Türklerin Kürtleri ve Ermenileri kestiğini söylüyor, rakamlar veriyordur. Nobel Ödül Komitesi elbette ki bunu karşılıksız bırakmayacaktır.
Uluslar arası nitelikli ödüllerin verilme nedenleri arasında yazınsal kaygılar, estetik niteliklerden çok siyasal kaygılar yer alıyor. Seçici kurullar yeteneğe değil, uluslararası kapitalist sistemi ve emperyalizme hizmeti ödül için gerekçe olarak değerlendiriyor. Özellikle uluslararası ödül belirleyen Seçici Kurullarda hükümet ajanları da yer alıyor. Bu da Seçici kurulların saygınlığı hakkında bir fikir verebilir.
Örnek mi?
Man Booker’ın uluslararası olmayan diğer ödül Seçici kurulunda 2011 yılında başkanlık yapan yazar Stella Rimington eski bir MI5 başkanıydı. İskoç yazar İrvine Welsh, bu ödülü ‘son derece emperyalist odaklı’ bulur. Kazananları ‘genellikle üst orta sınıf İngiliz yazarlar ile -büyük ihtimalle bu küresel mükâfatı meşrulaştırmak için- eski koloni vatandaşlarından’ seçildiği kanısındadır.
2011’de The Sense of an Ending adlı romanıyla ödüle değer görülen bir başka yazar, Julian Barnes da ödülü “şatafatlı bir piyango” olarak nitelendirir. Ödül artık hak olmanın ötesinde kumardır ya da açıkça ihanet ve alçalmadır.
Öte yandan, PEN/Faulkner Vakfı yetenekli genç yazarları ödüllendirmekten çok, Amerikan ideolojisine yakın yazarları ödüllendiriyor. Ödüllendirilen yazar mı, ideolojisi mi? Yazın, siyasete her zaman yenik düşüyor.
Ödüller şikeli karşılaşmalar olmaktan ileri gidemiyor. Ödüller ideolojilere kurban edilecekse, bunun için yeni kurbanlara gerek var mı? Sam Amca’nın parmağını uzatarak “I Want You-Seni istiyorum- demesi bunun için yeterli.
Alfred Nobel’in “bir idealist eğilimi en farklı şekilde ifade eden yazara” sözü çok tartışmalıdır. Nesnel hiçbir gerekçesi yoktur.
Tanrı buyruğu ya da kral sözü gibidir, ucu açık ve her anlama gelebilir. Salt bu kavram kargaşası nedeniyle Lev Tolstoy, Henrik İbsen “idealist eğilimli” bulunmamış ve asla ödüllendirilmemişlerdir.
Ödül kazanamayan yazarlar arasında kimler yok ki: Jorge Luis Borges, Bertolt Brecht, Paul Celan, René Char, Anton Çehov, Joseph Conrad, Julio Cortázar, Graham Greene, Aldous Huxley, James Joyce, Nikos Kazancakis, Arthur Koestler, D.H. Lawrence, Arthur Miller, Robert Musil, Vladimir Nabokov, George Orwell, Ezra Pound, Marcel Proust, J.D. Salinger, Tennessee Williams, Virginia Woolf, John Fowles, Lawrence Durrell. Ödül kazanamayanlar da en az ödül kazananlar kadar bilinen iyi ve değerli yazarlardır. Ancak ödülleri veren siyasal el, yazarları seçen siyasal göz bunları bir “idealist eğilimi en farklı şekilde ifade eden yazar” olarak seçmemiş ve görmemiş.
Sonuç olarak genel bir değerlendirme yapmak gerekirse; bizim yazınımız iki kanaldan akarak aynı okyanusa dökülüyorlar. Bir kanal sermayenin, siyasetin ve ticaretin emrindeki yazarların yazdıkları yapıtlardır, diğeri ise çok satmasalar, adları çok bilinmese de iyi kitap yazan yazarların yapıtlarının mecrasından oluşur. Bunlar çoğunlukla denizlere ulaşamadan kururlar, yolları kesilir.
Bu engelleri aşarak aynı ırmağa dökülenler de, ne yazık ki, döküldükleri havzalarda ilk kanaldan akan kötülerce, boğularak yok etmekte, dibe gömülmekte, yok saymaktadır. İktisattaki kural yazında da geçerlidir; “Kötü kitap iyi kitabı kovar.” Ya da “parasal haz yazınsal hazzı kovar.” Bu nedenle bizim yayıncılığımız bulanıktır, sular durulmaz.
Uyutmak politikanın, sermayenin, yanlı medyanın işidir. İnsanlar, sermaye tarafından daha çok tüketmekle, politikacılar tarafından kapitalizmin ve sermayenin iktidarının sürmesi, sömürü düzeninin geleceğinin güvence altına alınması için toplu hipnoz yönetmeleri kullanılarak ilerleme, kalkınma yalanları ile ve yandaş medyanın evlilik/yemek/yarışma programları, biri bitip diğerinin başladığı dizilerle uyutulurlar. Yazın da bu amaçlarla kullanılabilir.
OBEZ OKUR KALORİSİNE BAKMAKSIZIN DAHA ÇOK TÜKETİR
Okurlar için de budur. Her yıl giderek artan yayınevleri, bir önceki yıla oranla daha çok kitap yayımlıyorlar ve okurlar da bunca kargaşa içerisinde kitap satın alıyorlar. Yayınevi ve kitap sayısının artmasına karşın okur sayısındaki makas orantısız bir biçimde ve iyi kitaptan çok kötü kitap lehine açılıyor.
Bu nitelikli kitaplar ‘okur’ yaratmıyor, sadece kötü kitap tüketen ‘obez’ tüketiciler yaratıyor. Okur bu kitaplarla uyuşturuluyor ve düşünmesi, kitabı algılaması için çaba harcaması engelleniyor. Obez okur tükettiğinin kalorisini dikkate almaksızın daha çok tüketmeye hazırlanıyor ve ‘düş kurma’, ‘yeniden yaratma’ gibi yetileri köreliyor, giderek ortadan kalkıyor. Bu bir hastalık ve giderek salgına dönüşüp, kalıcılaşıyor.
Bu tüketim çılgınlığında hiçbir işlevi olmayan ödüllerin de payı var. Lâyık olanlar ödüllendirilmiyor ve ödüllendirilenler ödüllere lâyık olmuyor. İyi okur olmaya aday okur da böylelikle ödüllü kitap etiketi ile piyasaya sürülen kitabın peşine düşerken, lâyık olduğu halde ödüllendirilmemiş iyi yayınları ıskalıyor, okur olmaktan giderek uzaklaşarak, tüketici durumuna indirgeniyor.
Oysa uyandırmak yazarların/şairlerin/denemecilerin/felsefecilerin işidir.
Geleceğe kalacak, uzun yıllar okunmaya aday isimler elbette ki var ve var olmayı sürdürecek. Tek tek isim vermenin gereği yok. Nâzım Hikmet’in söylemiyle söylemek gerekirse; En iyi yazar belki de henüz yazar olarak ortaya çıkmamış olandır, belki o da geleceğe kalacaktır. Kaldı ki, bir yazarın geleceğe kalacak yapıtı, bu güne değin ürettikleri değil, belki bir tekidir. Bir yazar kusursuz başyapıtlar üretmez, kimi zaman kötü yapıtlar da yazar.
2013, 2014, öncesi ya da sonrası için durum budur. Yine de umutsuz olmak için hiçbir gerekçemiz yok. Çözüm yine biz olacağız. Dünyanın en güzel çiçeklerinden biri olan nilüfer, bataklıkta açarlar ve kendi güzellikleri ile dünyamızı güzelleştirirler.
Aslolan güzellik yaratmaktır.
(*) Bu değerlendirme içinde yazarın basım giderlerini üstelendiği yayınevlerini dikkate almıyorum.
Halit Payza
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR