Adam Philips’in, güncelliğini her daim korumuş olan “zina” tartışmaları nedeniyle gündeme getirilmesi gerekli olan kitabı Tekeşlilik, bugün yaşanan (modern) evlilik ilişkisini aforizmatik biçimde sorgulayan bir felsefe metni olma niteliği ile dikkat çekmektedir denebilir*. 

Ne kadar “Modern” görünse de, toplumsal ve kültürel ilişkilerini düzenleyen ilke ve kurallarının dinsel ve buna bağlı olarak ahlâksal nitelikli olma özelliği taşıdığı; buna rağmen bir “Avrupa Topluluğu üyesi olmaya heveslenen ve bunun için gerekli hukuksal düzenlemeleri yapmaya zorlanan ve kimi zaman bu düzenlemeleri pek de gönüllü olmadan yapan bizim gibi ülkelerin içine düştükleri trajik ve derin çıkmaz, sıra örneğin evlilik ilişkisi ve buna bağlı olarak “zina” gibi, hukuksal düzenlemelere geldiğinde iyiden iyiye somutlaşmaktadır.  

 Buzdağının suyun üzerinde görünür yüzü olan hukuk alanında bile köklü düzenlemelerin kolay kolay yapılamadığı bir toplumda, “Kopenhag Kriterleri”ni yerine getirmek aslında bir işe girmek için o işin gerektirdiği biçimsel koşulları (örneğin “yaş”, “askerliğini yapmış olmak” ya da “yüksek öğrenim görmüş olmak” v.b…) yerine getirmek demektir. Ancak, belki de yukardaki kriterlerden önce üzerinde durulması gereken, sizin çevrenizdekilerle ilişkilerinizde nasıl bir kişi olduğunuz (yani “huyunuz-suyunuz”) bir bakıma kişiliğiniz ise işe alındığınızdan bir süre sonra ancak anlaşılabilmektedir ne yazık ki… 

  Hukuk düzenlemelerinin kolay yapılamamasını doğal karşılamak gerekir. Toplum felsefesi açısından bakıldığında, bir toplumun hukuğu ve toplumsal gerçekliği, tıpkı bileşik kaplar gibi bir dengede olmak durumundadır. En temelde hukuğu belirleyen toplumsal gerçekliktir. Aksi taktirde, her gün çeşitli vesilelerle sayısız örneği ile karşılaştığımız işlevsiz bir hukukla karşı karşıya kalınır. İşlevsiz bir hukukta ısrar edilmesi ise totaliter yönetimlere giden yolu açar.  

En başta ekonomik, siyasal, eğitim ve evlilik ilişkileri olmak üzere, toplumsal ilişkilerin bir tür “sözleşme” ile kurulmuş olan ilişkiler olduğu düşüncesi, bu ilişkileri kurmanın, değiştirmenin ve yeniden-kurmanın insanın kendi elinde olduğunu bize düşündürmesi açısından felsefe tarihinde önemli bir düşüncedir.   

Böyle bakıldığında, toplumsal ilişkilerin “değişen” ilişkiler olduğuna ilişkin bilgiye rağmen insanoğlu, belirli bir tür toplumsal ilişki biçimini her zaman “korumak” istemiştir. Hatta bunu, iyi kötü bir birlikte-yaşama düzeni oluşturabilmek için gerekli olduğunu söyleyerek de temellendirmiştir. 

Ancak yukarıda da söylendiği gibi unutulmaması gereken şey, “korumak” istediğimiz her bir toplumsal ilişkinin ve bu ilişkilerle oluşan yapıların aslında her defasında belirli bir biçimde var olan ve yaşayan toplumsal ilişkiler ve yapılar olduğu gerçeğidir. Sosyoloji de bilim olarak, denebilir ki işte bu biçimi / biçimleri araştırıp ortaya çıkarmak için vardır. 

 

TEKEŞLİLİK - ÇOKEŞLİLİK

 

Buradan, insanlarımızı, insanın varlık yapısal özellikleri bakımından çok ilgilendirdiğine tanık olduğumuz, hukuk terminolojisiyle dile getirilen “zina” sorununun da doğrudan doğruya kendisine bağlandığı evlilik ilişkilerine geçilebilir.  

Pek yaygın olduğu görülebilecek olan ve ciddiye alınması gereken kişilerin de bugün söyleyip yazdıkları şey zina”nın evlilik ilişkisini öldüreceği ve sona erdireceği düşüncesidir. 

Evlilik ilişkilerinin kurulmasında ve yürütülmesinde, dünyada çok yaygın biçimde benimsenmiş, başta da değindiğimiz gibi bilgisel kökeninin üzeri zamanla adeta arkeolojik bir çalışmayı gerektirecek kadar örtüldüğü için dinsel ve ahlâksal kökenli olan bir ilke vardır: “Tekeşlilik (monogami)”. 

Bu ilkee vlilik ilişkilerinde somutlaşan “sözleşme” ilkesidir. Öyle bir sözleşme ilkesidir ki, insan denen canlı varlığın, J. Locke’un ve J. J.Rousseau’nun “doğa durumu” dediği durumdan çıkarak, kendi istenciyle (irâdesiyle) ve kendi elleriyle kurduğu “toplum durumu”na (bu bağlamda “aile durumu”na) girebilmesi için temel oluşturur. Çok daha açık bir deyişle, bu “sözleşme” ilkesinin;  insanın “biyolojik” bir varlık olduğu olgusunu ve gerçeğini görmezden gelmese bile, bu gerçeği onun istencinin ve başka özelliklerinin arkasında  tuttuğu söylenebilir. 

Böylece, aslında kendisine sadece “biyolojik” bir varlık olarak bakıldığında tekeşli olamayacak olan insandan, adına “evlilik” ilişkisi denen tekeşli bir ilişki kurması istenir ve beklenir. Bu beklenti haklı bir beklentidir. Çünkü insan biyolojik bir varlık olmasının yanında hayvanlardan farklı olarak daha başka özellikleriyle (örneğin kendine özgü bilme, anlama ve isteme yetisiyle, sanat yapmasıyla v.b…)  birlikte bir bütün olarak insandır ve böyle bir kararı sahip olduğu yapısal özelliklerinin birbirleriyle ilişkisinde bir bütün olarak çalışmasıyla alır.  

 “Tekeşlilik” ilkesi din(ler) ve ahlâk(lar) tarafından sahiplenilmiş anlaşılması güç bir ilkedir. Bu sahiplenmeyle insanın istenci din ve ahlâk (hatta ideoloji) gibi toplumsal olgular tarafından yönetilip yönlendirilir olmaya başlar. 

 “Tekeşlilik” ilkesinin anlaşılmasının bir güçlüğü, kaçınılamazcasına “Çokeşliliğe (poligamiye)” gönderme yapmasındadır. Bu yüzden “Tekeşlilik” kavramı, “Çokeşlilik” kavramı hesaba katılmaksızın anlaşılamaz. Bu şu demektir: Çokeşliliğe nesnel bir biçimde yaklaşamaz, onu “tabu” kabul ederseniz, - ki “zina” aslında bu “tabu” kabul etmeye karşı bir isyandır -  aynı şekilde “Tekeşlilik” de sizin için tabulaşır, kapalı ve anlaşılamaz kalır. Ayrıca şunu hiç akıldan çıkarmamak gerekmektedir ki, insan en temelde genellikle “hayvansal” diye nitelenen özelliklere de sahiptir. Burada Sigmund Freud’u anmak yeter sanırım. 

Din, ahlâk, ideoloji gibi toplumsal olguların yönetmediği / yönetemediği, yöneticiliğini sevgi ve saygı gibi etik değerlerin oluşturduğu istençler de kuşkusuz ki eksik değildir dünyamızda.  Ancak bu tür istençler o zaman toplumsal nitelikli istençler olmaktan çıkar ve sadece iki kişiyi ilgilendiren “özgür” istençler olur. 

Burada işler biraz karışıktır. Çünkü dışardan bakıldığında istençleri neyin / nelerin yönettiği açık ve seçik bir biçimde belirlenemiyor. İnsanlar yaşarken biri diğerinden çok farklı olabilen belirleyiciler birbirlerinin içinde düğümlenmiş durumdadırlar. Şu var ki bir ilişkinin belirleyicileri ve kurucuları olarak görünüşte hep etik değerlerin yer aldığı da bir gerçektir. İnsanlar birbirlerini genel olarak görünüşteseverek”(?) evlendiklerini söylerler.  

İki kişi arasındaki evlilik ilişkisinin temelinde kurucu motif olarak gerçekten de (ne olduğu bir yana) sevgi bulunabilir kuşkusuz. Ama bunun yanında “severek” evlenmek toplumca istenir ve taktir edilir bir değer olarak evlilik ilişkisini belirleyebilen bir başka motiftir. Bu durumda insanın kendisini başkalarından (“kocası” ya da “karısı” olacak kişiden bile) saklayabildiğini görebiliriz. İnsan kendisini saklayabilen bir varlıktır da. 

 

TEKEŞLİLİĞİ ANLAMAK ve AİLEYİ KORUMAK

 

Sosyolojinin olan biteni görünüş olarak saptayabildiğini / saptadığını söylemiştik. Gerçekten de Sosyolojinin “Aile Sosyolojisi” (bence “Evlilik İlişkileri Sosyolojisi” olması gerekir) adı altında bir çalışma alanı vardır. Ülkemizde de bu alanda önemli çalışmalar yapıldığını biliyoruz.  

Ancak sosyolojinin klâsik yöntemleriyle saptanması son derece güç olan, bu yüzden de onunla ilgili Sosyolojik bir veri olduğunu sanmadığım, bu aşamada sadece gözleme ve duyuma dayalı olan bir evlilik ilişkisinin varlığından söz etmemiz gerek: Zina”nın varolduğu ama sona erdirilmemiş / erdirilememiş evlilik ilişkileri.  

Toplumumuzda bunun ne kadar yaygın olduğu konusunda herkes ancak yaşadıklarıyla, gördükleriyle ilgili sanılara sahip olabilir. Örneğin benim sanım toplumumuzda bu tür evlilik ilişkisinin oldukça yaygın olduğu yolunda bir sanıdır. 

Bunun doğru olduğunu düşünürsek nedenlerini de araştırmak ilginç olabilir. Ama bu doğruysa, o zaman aileyi korumak isteyenlerzina”nın varolduğu ama sona erdirilmemiş türden evlilik ilişkisine dayanan aileyi mi korumak istiyorlar? Yoksa korunma istenen aile “birbirlerini her zaman seven ve sayan, birbirlerine ve aile yakınlarına tutku derecesinde düşkün, sıcacık bir yuvaya sahip v.b….” ve sadece kafalarımızda var olan ütopik bir aile mi ?..  Şayet “Aileyi Korumak”, sadece kişilerin attıkları imzaların korunması ise ve bu aile de “devletin temeli” olan aile ise, o zaman korunan bu tür evlilik ilişkileri değil midir ?.. 

Burada sorun, (gerçekten var olduğu kabul edildiğinde) bu tür evlilik ilişkisinin kendisi ile insanı mutlak anlamda “sözleşmeler”e bağlı olarak gören bakış arasındaki çelişkide yaşanmaktadır. İnsanlar genelde  “sözleşmeler”e (özellikle de “Toplum sözleşmesi” gibi sözleşmelere) bağlı değildirler ama bağlıymış gibi görünürler. İşte  böylelikle kendilerini saklamış olurlar.   

Bir başka açıdan sorun öyle sanıyorum ki, “Tekeşlilik” ilkesine bağlı olarak oluşturulmuş olan “aldatma” - “aldatılma”, “sadakat - “sadakatsizlik” gibi kavramların, içleri boş olduğukları halde hâlâ  onlara sanki bir anlamları varmış gibi değer verilmesinde yatmaktadır.  

Philips daha aforizmalarının başında şunu söylüyor: “Herkes tekeşliliğe inanmaz, ama herkes inanıyormuş gibi yaşar” (s.9.). 

Yazar, örneğin sadakatsizliğin “Tekeşlilik”le doğrudan bağlantılı bir olgu olduğunu düşünmektedir. Ona göre, “Tekeşliliği veri aldığımız, onu kural kabul ettiğimiz için böylesine bir sorundur sadakatsizlik. Belki de sadakatsizliği veri almalıyız, onu taciz olmadan, rahatlıkla varsaymalıyız. O zaman tekeşlilik hakkında düşünebiliriz artık” (s.10)   

“Tekeşlilik” ilkesini bir ikiyüzlülüğü doğurmadan, hukuk yoluyla yapılacak düzenlemelerle, işletilmesi sadece devlete bırakılmış bir ilkeymiş gibi görmek aslında hiç gerçekçi değildir. Çünkü “Tekeşlilik” son çözümlemede etik bir ilkedir. Bunun böyle olduğu bilinmediğinde; dörtte üçü suyun altında olan buzdağının sadece dörtte birini görerek onu gerçek sanıyoruz demektir. 

Bu yüzden günümüzde “Tekeşlilik” ve onunla bağlantısı kurulabilecek başka kavramların birer değer olarak, yeniden değerlendirilmelerine ihtiyaç vardır denebilir. 

Ama yeniden değerlendirebilmek ve ilişkilerimizi gerçekten de insanca bir temel üzerine kurabilmek için, kendimizi kandırmadan ve kim ne derse desin aldırmadan, yaşamda olup bitenlerle ilgili olarak doğru saptamalar yapmak, yani bir bakıma tartışma kabul etmez bir ilke olarak sunulan tekeşliliğin neliğini (mâhiyetini) tartışmak gerekmektedir. 

Bu yüzden Philips’in aforizmatik metni bizi “Tekeşlilik” üzerinde oldukça çarpıcı bir biçimde düşündürüyor ve bu yoldan evlilik ilişkisinin sorgulanabilmesine bir olanak hazırlıyor. Sonuçta da insan ister istemez “zina”yı önlemenin yolunun, hukuksal düzenlemelerden değil de böyle bir sorgulamayla oluşabilecek açık ve bağımsız bir bilinçten geçip geçmeyeceğini düşünmeye başlıyor…  

Yazımızı Philips’in şu ironik aforizmasıyla bitirelim: 

“Erotik hayatımız bu dünyaya yakışmayacak kadar iyi bir politika yapma girişimidir. Ama bu dünyaya yakışmayacak kadar iyi bir politika, terimlerde çelişkidir. En azından dünya bize sürekli bir haberci gönderip durumun böyle olduğunu bildirir. Haberci soluk soluğa yanımıza varıp durur: ebedi üçüncü şahıs.” (s. 57). 

 

*Adam Philips, Tekeşlilik. çev: Bülent Somay / Metis Yayınları, 133 s. 

 

Prof. Dr. İsmail Demirdöven 
Gercekedebiyat.com 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)