Tarkovski hep yarına yakışacak / Mustafa Ziyalan
Nihat Ziyalan'ın Alengirli Filmler kitabı önemli bir sinemacı ve şairin yazdığı önemli sinema yazıları içeriyor.
“Açardı kıllı parmaklarıyla keşişler koca kitabı: Eylül. / Kar atıyor şimdi Yasin doğan hasadın ardından. / Sana ellerden bir boyunluk verdiydi ya orman, öylece ölü, adımlar da geçersin ipi.” Andrey Tarkovski’nin Andrey Rublev filmini her andığımda çok önceleri Celan’dan çevirdiğim bu şiir -Donyağı Şavkında- gelir aklıma hep: Ortaçağ. Sonra Nostalghia’da kendini yakan çılgının yerini alıp, elinde yanan bir mumla boş bir havuzu geçerek dünyayı kurtarmayı deneyen -ipi adımlayıp geçen- adamı anımsarım: Yalnızlık, Kemal Demirel’in andığı, herkeslerin sustuğu yerde konuşarak gösterilen has kahramanlık... Tarkovski, filmlerini hep böylesine bütüncül bir imgeye dönüştürmeyi başarmıştır benim için: Ivan’ın Çocukluğu yitirmiş olmaktır, Solaris -tanrı gibi susup bize belleğimizin en acımasız yanlarını yollayan gezegen- trajedidir. Stalker -sizi hiçbir biçimde açıklanamayan, kendini ele vermeyen o bilmecemsi bölgeye götüren rehber- doruğuna kıyamette ulaşan bir “yokülke”dir. Ayna, bir şiirdir örneğin benim için. Evet, herkes için başka başka, bambaşka şeylerdir bu filmlerin hepsi. Benim için filmlerini birer imge, birer imge evreni olarak yarattığı için sinemada şiir yapan bir ozandır Tarkovski, yoksa filmlerinde Arseni Tarkovski’nin şiirlerini andığı ya da filmleri kimi şiirleri anımsattığı için değil. (Yapıtın üstüne söylenen her söz o yapıtın yanında olduğu gibi, Tarkovski’nin filmlerinin yanında da baştan gölgede, yaya ve bayat kalacaktır.) Bu filmlerdeki nesneler ne örneğin Pudovkin’in öngördüğünce filmin amacına hizmet ederler, ne de -özellikle Fransız sinemasında kimileyin önerilmiş olduğu biçimde- tümüyle başlarına buyrukturlar. Tarkovski’nin filmlerinin bir amacı, bir efendisi yoktur, daha çok yönsemeleri, ya da gösterdikleri yönsemeler vardır. Filmlerinin bir yazgısı vardır Tarkovski’ye göre. Üç aşağı beş yukarı bir şiir için de söyleyebileceğimiz kimi şeyleri ödünç alırsak, bu yönsemeler görüntülerden, seslerden kaynaklanan ama onlara indirgenemeyecek bir imgeler örüntüsüne doğrudur. Sinemaya özgü, öteki sanatlarınkiyle özdeş olmayan, onlarla olsa olsa kendine özgü etkileşimlere giren bir örüntüdür bu, bir anlamda imgelerden, görüntülerden yola çıkarak yine imgelere varır sanki sürekli. Örneğin, Nostalghia’dan bir sahneyi anımsıyorum: Yukardan düşen damlaların üzerinde parçalandığı, çevresini üzerinde yansıtan, ıslaklığın ortasında duran bir şişe, bir başına. Ya da gözün -gözümüzün- iki pencerenin arasındaki gölgelere, karanlığa daldığı, sonra alışarak, gölgeleri kat kat soyarak, irkilerek içerdeki, altlardaki adama ulaştığı sahne: O gölgelere karışmış adama. Bu filmde ürkütücü güzellikte görüntüler, dahası fotoğraflar vardır, ama film hiçbir zaman bir fotoğraflar dizisi olup çıkmaz. (Fotoğraf dizisi olarak kalıp hiçbir zaman film olamayan filmin en göz okşayıcı örnekleri su perisi meraklısı fotoğrafçı David Hamilton’un kitsch filmleridir.) Bundan da öte, filmin bütününden sökülebilir bir kamera hareketi göze batmaz. Örneğin Michalengelo Antonioni’nin müthiş Yolcu’sundaki üstüne yazılar yazılan omega harfi biçimindeki o en son kamera hareketini alalım. (Kamera camdan çıkar, alanın üzerinde dolaşır, artık öldürülmüş olan Jack Nicholson’un yattığı odaya döner yine.) Buna benzer bir şey kolay kolay gözümüze çarpmaz Tarkovski’nin filmlerinde. Neden? Tüm görüntüler birbirine damarlarla, sinirlerle, o yönsemelerle bağlanıp şiirsel bir varlık oluşturur da ondan bence. Kendinden -Mühürlenmiş Zaman’ından- ödünç alarak söylersek, sunuş biçimiyle sunduğu -örneğin duygusal harçla mizansen- arasındaki uyumsuzluk, çelişki, dahası uçurumda ivmesini artırır bu yönsemelerin, şiirsel varlığı besler, -sıklıkla anılardan, düşlerden imbiklenen şimdiki sinema zamanının, sinema uzayının kendine özgü biçimde kurulmasına yardımcı olur. Kurban’da kıyameti -kıyametini- atlatabilmek -atlatabilmemiz- için evini yakan adamı anımsıyorum ister istemez. Jean-Luc Godard -örneğin Adı Karmen’de- sinemanın öncelikle sol beyin yarıküresiyle alımlanması gereken, semantik bir olgu -da- olduğunu göstermiş olabilir. Tarkovski sinemanın, filmin poetik bir süreç olduğunu yaşatmaktadır bize, filmlerini şiirsel bir süreç olarak yaşantılamamızı önermektedir sanki, bize siirin bir yaşama, bir bilgi biçimi olduğunu duyumsatmak istemektedir. Böylece -varsa- kendi gerçeğimizi yeniden yoğurmak, kim bilir belki de ötekilerle iletişim kurmak olanağına kavuşabiliriz. Bugün ya da yıllarca önce ölmüş olabilir, ama Tarkovski bence hep yarına yakışacak. Yarınların da ona yaraşır yarınlar olmasını diliyorum. Donyağı Şavkı’nın sonuyla söyleyecek olursam: Daha koyu bir mavi düşer saçlarının payına Mustafa Ziyalan
seviden söz ederim,
kabuklulardan, kavkılılardan, bulut öbeklerinden söz ederim
yeğnicecik tomurcuklanır bir tekne yağmurda.
Küçük bir aygır kopup geçer yapraklanan parmakların üstünden.
Açılır koca kapı, kara.
Bir şarkıdır tuttururum: Nasıl yaşadık?
Neden?
Hiç yaşadık mı biz burada?
(Alengirli Filmler, Dedalus y. İst. 2012 s.15)
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR