Son Dakika



Son yıllarda hiçbir şiir ödülü haberi, Hüseyin Haydar’ın Doğu Tabletleri’ne Yunus Nadi Şiir Ödülü verilmesi kadar sevindirmedi beni. Çünkü, “zor günlerin şiirleri”ni yazıyor Hüseyin Haydar.

“Zor günlerin şiirleri” son yıllarda pek yazılmaz ve yazılanlar da görmezden gelinir olmuştu. Şiirini yitiren Batı’dan esen yellerin etkisiyle (ama çağdaşlaşmanın, Batı uygarlığının Batı Yeli değil!) bireyci bir gizemciliğin ürünü olan kapalı kaçış şiiri “popüler” olmuştu ülkemizde. Bu şiirlere “berat” verilmesi, doğal olarak genç şairleri de etkiliyor ve onları da böyle şiirler yazmaya özendiriyordu.

İşte, Hüseyin Haydar’ın Doğu Tabletleri’nin ülkemizin en saygın ödüllerinden biri olan Yunus Nadi Şiir Ödülü ile taçlandırılması, genç şairlere de örnek olur beklentisiyle beni umutlandırdı.

Peki hem tarihçi olarak hem bir şair olarak beni bu denli heyecanlandıran -ve genç şairler adına da umutlandıran- Doğu Tabletleri nasıl bir şiir kitabı?

Doğu Tabletleri’ndeki tabletler, ne salt müzelerde rastladığımız tarih tabletleridir, ne de son yıllarda çokça örneğini gördüğümüz, birtakım manzumeleri ya da “kerameti kendinden menkul” bazı sayıklamaları şiir diye yutturmaya yarayan sanal sanat tabletleridir. Bu tabletler, dün-bugün-yarın çizgisinde tarih bilinci, Türkiye ve Türkçe sevgisi, ve insana inanla yoğrulmuş “Emeğin yüceliğine, insanın yaşama direncine/ Yerin ve göğün varlıklarına ve bütünlüğüne…(Adanış, VI).” adanmış gerçek şiir tabletleridir

Evet, bu tabletlerde tarih var; ama, şiire dönüşmüş bir tarih var. Nasıl ki Nazım, Türk tarihine gönderme yaparak “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / bu memleket bizim” diyorsa, Hüseyin Haydar da Uzak Asya’dan Akdeniz’e aynı tarihin izini sürüyor ve “Kısrak başı damgamızı dört denizin arasına vurduk” diyor (Ellinci Tablet, Ergenekon). Bilge Kağan’dan Mustafa Kemal’e ulusal önderleri, Kaşgarlı Mahmut’tan Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya Türkçenin ustalarını dizeleriyle taçlandırıyor.

Yalnız, altını önemle çizmek gerekir ki, bunu yaparken, Türk şovenizmi ya da ırkçılığı yapmıyor. “Kan bağını damarda değil bayrakta bildik” diyor (Yirmibeşinci Tablet, Türk).

Ülkemizde, etnik milliyetçiliğe bağlı kardeş kavgasının körüklendiği, herkesin yalan yanlış bilgilerle tarihçi kesildiği, ulus devleti ve Cumhuriyet devrimlerini savunmanın değil, yadsımanın aydın olanın ölçütlerinden sayıldığı, kısaca at izinin it izine karıştığı şu günlerde, sağlıklı bir tarih anlayışıyla yazılmış şiirlerdir bu şiirler. Hüseyin Haydar’ın şiirlerine egemen olan tarih anlayışı, eklektik değil bütüncül bir tarih anlayışıdır. O, geçmişin bir dönemine öykünmediği gibi, küçük bir dönemi sahiplenip büyük bir geçmişi dışlama yanılgısına da düşmüyor.

Şair, üzerinde yaşadığı ve vatan olarak içselleştirdiği toprakların tüm tarihine sahip çıkıyor. Ödül nedeniyle kendisiyle yapılan söyleşide dediği gibi: “Derdim, Doğu’nun tarihini yansıtmak değil. Ben bugün, çözümü şiir gerektiren sorunlara, tarihin derinliğine kurduğum masada çözüm arıyorum. Masa tarihe kuruludur, ama üzerindeki sorun bugündür.” Cumhuriyet Kitap Eki, 10 Mayıs 2011)

Şair, bu bağlamda çok önemli bir şey daha yapıyor, Türk söylenine (mitolojisine) eğiliyor.

Ne yazık ki Türk söyleni, Türk yazınında pek kullanılan bir kaynak değildir. İşte şair, Doğu Tabletleri’nde, bu genel eğilimin tersine, Türk söyleninin / söylencelerinin birçok ögesini günümüze taşıyor ve onlara çağdaş anlamlar yükleyerek dizeleştiriyor. Daha doğrusu, güncel olanı şiirleştirmede söylen ögesinden yararlanıyor. Bu ögelerden biri de Ergenekon’dur:

“Çakal hesabına bozkurt kanı dökene, ‘Ergenekon’ dediler.

Ant içtiler ve Asena’nın en yiğitlerini biçtiler.

Adları Uğur’du, Doğan’dı, Taner’di, Turan’dı, Muammer’di,

Adları Bahriye’ydi, Bedrettin’di, Eşref’ti, Necip’ti…

Daha acı olacak kiralık katil toplayanların akibeti.

Uma kuşu çırpınıyor: Ergenekon! Er gene!

Düşman planını bozan yiğitler gladyo zincirinde,

Gladyonun gırtlağı yiğidin pençesinde!

Ağır zincir şakırdıyor: Gel gene, demir dağı del gene,

Yedi kat yürek, yedi kat bilim…

Yel kıbleden esiyor, bebeğimizi göğe kaldır sevgilim! (Ellinci Tablet, Ergenekon)

 

Şairin, bu tabletlerden yansıyan belirgin özelliklerinden biri de kötümserliğe karşı iyimserliği, umutsuzluğa karşı umudu öne çıkarmasıdır.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1920’de “ ‘Biteceğiz, bitiyoruz, bittik’ nakaratı bizim milli marşımızın güftesidir…”(2) dediği gibi, bugün de aynı kötümserlik içinde olduğumuz yadsınamaz. Ama Hüseyin Haydar, bu kötümserlik havasına kapılmayıp, “Daha acı olacak kiralık katil toplayanların akıbeti” diyerek umut veriyor bize…Bu kaos ortamını yaratan erk sahiplerine de “Ey düşman eliyle tahta çıkanlar, halinize ateşin dili ağlayacak” diye sesleniyor yiğitçe (Kırkbirinci Tablet, Tebliğ).

Şair, ödül töreninde yaptığı konuşmada ise doğrudan şairlere seslendi:

“Şiir siyasetin çözemediği bazı sorunları çözer. Toplum bir buyruk yollar şaire. Der ki, bu sorunu şiirle çöz. Şiirle çözülecek sorunlar yığınıyla karşı karşıyayız değerli dostlarım. Bölünüyor Türkiye’miz! Kardeşlik türküleri söyleyeceğiz… Kardeşliği yücelteceğiz. Ülkemizi savunacağız. Komşumuza karşı büyük bir saldırı var, hani komşu hakkı? Hani komşuluk düşüncesi, dayanışması? İşte şiirin vazifesi burada başlar. Bencillik, bireycilik, kaypaklık, korkaklık… hastalık almış yürüyor. Şiir bunları kendine dert edinecek. Burada şairlere görev düşüyor. Şairlerin ortaya çıkma vaktidir.”

Bilmem ki “şuara” bu çağrıya kulak verir mi?

Ama ben kendi adıma, bütün kalbimle katılıyorum Hüseyin Haydar’a…

A. Kadir Paksoy
(Berfin Bahar / Kültür Sanat Dergisi/ Ağustos 2012 , Sayı: 174)
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)