Orda bir köy var uzakta / İsa Küçük
Değerli yazar ve şair Ahmet Kutsi Tecer’in kült şiirini anımsamam boşuna değil. Ertuğrul Taylan’ın “Kuyubaşı” isimli romanını okuyorum. Roman, köy öğretmeninin mektuplarından, arkadaşları ve kendisiyle mektuplaşmalarında oluşuyor.
Kendisiyle mektuplaşmalar diyerek günlükleri işaret ediyorum. Günlük, insanın kendisine yazdığı mektup değil mi? Yayımlanınca hepimizin oluveren mektuplar. Ertuğrul Taylan, çoğu insanın cesaret edemediği günlük ve mektuplarını roman akışı içinde bütünleştirerek bu kez bize, kamuoyuna gönderiyor. Kuyubaşı, son dönemde okuduğum sürükleyici romanların arasına aniden giriverdi. Bitirmeden elimden bırakamadım. Heyecanlı ve sürükleyici. Kitapta yer alan her mektup diğerlerinden bağımsız fakat onların bir parçası, bütünleyeni. Tek bir öyküye dayanmıyor roman. Birden çok öykü barındırıyor içinde. Her mektup “yeni bir pencere”, bir sonrakinin ya da öncekinin eksiğini tamamlayan bir öykü. Düşündürücü, anımsatıcı ve bilgilendirici. Kuyubaşı Köyü’nün asker-öğretmeni Fuat Çınar’ın, “köylünün milletin efendisi olduğu” bir dönemde, arkadaşları Cemal, Hayati, Nihat ve sevdiği kızla mektuplaşması. Çekingen, mahcup bir aşk… Mektuplar, yazıldığı yıl (1960-61) muhatabına neler anlatıyordu? Aradan 60 yıl geçtikten sonra bize ne anlatabilir? Bu soruya -bir dileğimi de belirterek- yanıt verebilirim. Umalım ve dileyelim ki, Kuyubaşı, toplumbilim çalışanların dikkatini çeksin ve okusun. Toplumbilim araştırmacıları için başvuru kaynağı olabilecek kadar “malzeme” taşıyor içinde. Sağlam temelli bir köy monografisi özelliği yanında romana hayat veren kimi sözcükler nedeniyle etimolojik öneme de sahip olduğunu söyleyebiliriz. Çağdaş şairlerimiz İsmet Özel’in “Akla Karşı Tezler” ve Şükrü Erbaş’ın o şiirden “el alan” ya da yanıt arayan “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz” şiirlerini henüz yazmadıkları bir dönemde, o sorular ve yanıtlar kapışmasında Ertuğrul Taylan, Kuyubaşı’nda, köyü ve köyde yaşananı tekrara düşmeden günümüze aktarıyor. Şiirlerden çok önce bulduğu yanıtları ve başka soruları ustaca duyurmaya çalışıyor. Yazar, günlüklerle bağlantı kurarak kitaba bütünlük kazandırıyor. Akışı ve öyküyü yenileyerek güncelliyor, böylece okuru zinde tutmayı başarıyor. Gözlemler, fısıltılar, dedikodular, umutlar ve umutsuzluklarla ortaya çıkmış bu özgün eser, zaman tünelinin içine çekiyor. Belirtmemiz gerekir ki, mektup edebiyatının genel özelliğine uygun olarak Yazar, Kuyubaşı’nda olaylardan çok durumları anlatarak bize ve gelecek kuşaklara değerli armağanlar veriyor. “Armağan” bireyseldir, sansür ve otosansürden uzak olduğu görülmektedir. Bu haliyle 60 yıl öncesine ait değerli bir Türkiye fotoğrafı sunmaktadır. Ertuğrul Taylan, mektupları, bize, Nurullah Ataç’ın -asıl mektubun “içtenliği ve gelişigüzelliğiyle”- diğerlerinden ayrıldığına (sayfa 9) işaret ettiği tanımlamasını esas aldığını imleyerek gönderiyor. Böylece amacı ve sınırlarını da açıklamış oluyor. Mektuplar içten, sade ve duygulu. Gerçek bir öğretmenin duyarlılığını taşıyor. Okurken kendi kendime sordum: -Dijital çağın bir armağanı ya da cezası olarak yaşantımızdan neredeyse çıkardığımız mektup- yazmayalı ve okumayalı kaç yıl oldu? Soruma yanıt ararken başka sorular da takıldı aklıma: Günümüz insanı, özel yaşamının bile neredeyse bütün ayrıntıları ile ortaya serdiği sosyal medya çağında mektuplaşmanın yarattığı büyülü duyguyu yaşayabilir mi? Her şeyin ortaya saçıldığı ve bu durumun tarafları mutlu ettiği bu dönemde, yazanın mektuba döktüğü sırlar, yazandan çok yazılana ait olan mektuplar, günümüz insanı için ne anlam taşıyabilir. Belki bir boşluk duygusu belki de o boşluğu doldurmak duygusu? Yazıldığı tarihten 60, Cumhuriyetimizin kuruluşundan 100 yıl sonra “mektuplarda” anlatılanı derinliğine okumaya çalıştım. Taylan’ın titizlikle seçip günlük veya mektuplarda yer verdiği şiirlerde şairlerin sesine kulak verdim. Çocukluğunu köyde yaşamış ve sonraki 50 yılını taşrada, çoğunluğu köye yönelik çalışmalarda geçirmiş biri olarak diyebilirim ki artık “o köy” yok. Ne köy öğretmeleri var ne de köy ve köylüler. Tutum ve davranışlarımızı besleyen gelenek ve göreneklerimiz kaybolup gitti. O kayboluş sırasında topraktan, sudan, kısaca üretimden, üretim gücünden gelen anlamlar ve sözcükler de öldü. Cumhuriyet dönemi ressamlarımızdan, yazar ve şair Bedri Rahmi Eyüboğlu, bir şiirinde “Ne zaman bir köy türküsü duysam/ Şairliğimden utanırım” der. Ölen o büyülü sözcükler ve anlamlarla birlikte türkülerimiz de can çekişir oldu. Ertuğtul Taylan’ın yayımlanmış olan “Sıradaki Kaymakam”, “Kaymakam Günlüğü”, “Ankara Günlüğü” adı altında topladığı günlükleri ışığında Kuyubaşı romanında anlatılanların otobiyografik özellikler taşıdığını belirtebiliriz. Kaymakam ve vali yardımcısı olarak uzun yıllar taşrada çalıştıktan sonra İçişleri Bakanlığında Genel Müdür Yardımcılığı ve Ankara Vali yardımcılığı görevlerinde bulunan Ertuğrul Taylan’ın yazdığı Kuyubaşı, köy edebiyatımızın temel eserleri sayılan “Yaban” ve “Bizim Köy”ün dile getirdiği konu ve sorunların değişmediğini gösteriyor. Kuyubaşı’ında çocukluk ve gençliğini 1980 öncesi kırsal kesimde yaşamış olanlar, genç bir öğretmenin yaşadığı mutluluk, sevinç ve hüzünlü çaresizliğinin kekremsi tadını duyumsayacaktır. 1990 sonrasında doğanlar, “Küçük Prens” ten taşıp gelen sevinçler arasında tuhaf bir gezegene “uzay yolculuğu” yapacak, ve orada “Küreselleşme” etkisiyle kaybolmuş, bugün kolay bulamayacağımız değerlerin bu topraklardaki izlerine rastlayacaklardır. *Ertuğrul Taylan, Kuyubaşı, Dorlion yayınları, 2020 İsa Küçük
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR