Ölüm ne çok istedi beni / Tacim Çiçek
Birazdan
anlatacaklarım artık geride kaldı. Çok mutluyum. Sonunda
sevdiğimi ikna edebildim. Birkaç gün sonra evleneceğim onunla.
Merak ettiniz değil mi? En iyisi her şeyi en başından anlatmak. Bir En
çok ondan kaçtım ama dünya küçükmüş gibi hep onunla
karşılaştım. Onunla
ilk kez karşılaştığımda kaç yaşındaydım, doğrusu pek
anımsamıyorum; ama bıyıklarımın yeni terlemeye başladığını,
dünyayı değiştirecek bilgileri insanlara ulaştırdığımda
sihirli bir değnek gibi onların yaşamlarını güzelleştirecek,
yüzlerinde güller açtıracak, ışıltılı gözlerle çevresine
mutluluk saçacak fikirler edinmeye başladığımı çok iyi
anımsıyorum. Âdeta bambaşka biri olmuştum. Yürümek ne söz
uçuyordum. İşte böyle bir coşkuyla evimize döndüğüm bir
öğleüstü okulun dış kapısında gördüm onu. Mahalleden
tanıdığım, kendisine çok saygı duyduğum, hatta imrendiğim bir
insan oluvermişti kısa zamanda. Mahalleye
yeni taşınmışlardı. Bilgili, görgülü bir ailesi vardı. Yine
de çoğu mahalleliye göre, soğuk ve gizemlilerdi. Bu yüzden
onlara mesafeli ve soğuktular. Benim yaşımdaki çok az kişi
onunla samimiydi. Konuşunca ağzından bal damlardı. Ondan
etkilenmemek olanaksızdı. Bana tuhaf gelense sanki bir başka
dünyaya aitmiş gibi olmasıydı. Yüzünde kendisini sakladığı
izlenimi veren bir ifade de seziyordum, hatta bizden birinin içine
gizlenmiş bir yaratık olabileceğini de düşünüyordum çoğu
zaman. Onu
dinleyince bunlardan utanıyordum ve kendime kızıyordum.
Karşımda
görünce onu hem sevindim hem de şaşırdım. Korkuyla karışık
bir duygu da oluştu bende. Titredim bir süre. Göz göze bile
gelmekten korktum onunla yan yana yürürken. Aklıma bütün olumsuz
düşüncelerim geldi. Bir yılanla yürüyormuşum duygusuna
kapıldım ve iyice tedirgin oldum. Onda anlamadığım ve bu yüzden
de adlandıramadığım bir şey vardı. Sesi de kendisi de güven
vermiyordu. Sesi yılan ıslığıydı âdeta. Gitmesini istiyordum
bir an önce. Hiç niyeti yoktu ve sanki içinden yüzlerce benzerini
çıkarıp beni kuşatıyordu.
Beni
boğmaya çalışıyordu. “Hayatlarınız
size ait değil aslında. O size ödünç verildi. Ne zaman, nerede,
nasıl ve neden geri alınacağını bilemezsiniz. Ben, ödünç
verileni almaya görevlendirilmişlerdenim. Zamanından önce ödünç
verileni isteğinle verirsen eğer bana, seni sonsuzluğun ödülüyle
ödüllendiririm. Ödünç verileni vermemek gibi bir şansın yok
asla, zorluk çıkarırsan da acılı bir yaşamla cezalandırılırsın.
İstesen de kurtulamazsın acılı yaşamın cezasının
sürekliliğinden.” dedi ve değişti karşımda.
O
sevecen maskesi düştü, göründü yüzü: ölüm fedaisiydi.
Beni
aralarına almış ve hızla akıp giden arabaların arasına çekmeye
çalışmışlardı. Güçlü bir çift kolun beni kenara çektiğini
ve korkulu gözlerin hayretle çevremde toplananların “niçin
çocuğum hayatına kıymak?!” diye sorduklarını anladığımdan,
nice sonra kendime gelebilmiştim. Bana
ne olduğunu, beni kurtaranların neyi ima ettiğini, ima edileni
niçin yapmaya çalıştığımı hiç anlamadım ve ailemle bile
paylaşmadım. Mahalleye geldiğimde, gizemli ailenin taşındığını
ve aynı anlarda da sıra arkadaşımın kendisini bir arabanın
altına atarak canına kıydığını öğrendim. İki Onu
sonraları daha çok düşündüm. Neredeyse onunla uyuyup uyandım.
Sokakta, okulda, evde ve yaptığım bütün çalışmalarda bir
biçimde benimleydi. Bir yerden tanıyordum onu. Sonunda buldum. Öyle
bir rahatladım ki anlatamam. Tonlarca ağırlığın altından
çıkmışım gibi.
Ortaokul
ikinci sınıfta arkadaşımızdı. Daha doğrusu bir komiserin oğlu
olarak çıkmıştı karşımıza. Şimdi bunu daha iyi anladım. O,
komiserin oğlu olarak aramızdaydı. Onun kılığına girmişti.
Soğuk
biriydi. Sınıfta
ve okulda pek arkadaşı yoktu
desem hiç abartmış olmam. Birilerinin dikkatini çekmek için akla
hayale gelmeyecek şeyler yapardı. Kimse de onu ciddiye almazdı.
Bazen onun büyüsene kapılan olurdu, ama bu çok uzun sürmezdi.
Çünkü
o, onları kazanmaktan çok kaybetmek için yanına çekerdi. Onun
büyüsüne kapılanların ya canları yanardı ya da başlarına hiç
ummadıkları şeyler gelirdi. Fakat birazdan anlatacağım olayı
kendisini bilemem, yalnız kimsenin beklemediğinden adım gibi
eminim. Nasıl
anlatsam ki…
Korkunç
ve inanılmazdı.
Okulumuz
normal öğretimliydi.
Teneffüslerimiz
yirmişer dakikaydı. Mevsim
kıştı.
Yağmur
bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Hava kapalı ve kasvetliydi.
Kimimiz koridorlarda, kimimiz de sınıflardaydık.
Teneffüs
başıydı. Şeytanî
bakışlarla ortaya çıktı.
Bağıra
çağıra, “İsteyeni şurasına tutarak bayıltabilirim,” dedi
ve sol elinin işaret parmağıyla boynunun sol tarafına dokunarak.
Gösterdiği yerden şahdamarın geçtiğini daha sonra öğrendik
çoğumuz. Beyne oksijen de taşıdığını bu damarın… Kısa
zamanda ateşli bir tartışma başladı, “yapamazsın”,
“yaparım” etrafında. Bir anda kendimi bu tartışmanın
ortasında buldum. Babasının komiser olduğunu ve evde bundan çok
söz edildiğini, kendisinin de o tekniği iyi öğrendiğini,
istersem deneyebileceğini, ama benim çok korkak olduğumu söyledi
ve kenara çekildi. Âdeta, avına zehrini akıtıp bir kenarda
bekleyen bir engerekti o an. Bir
tuhaf oldum. Hiç
düşünmedim olabilecekleri ve atıldım. Birden
bir elin omzuma pençe gibi yapıştığını ve beni engellediğini
gördüm.
Sınıfımızın
en iri yapılı ve sessiz öğrencisiydi. “Bende
deneyebilirsin söylediğini, yalnız bir şartım olacak; beni
uyutamazsan seni pataklayacağım kabul mü?” dedi. O, öneriyi
hemen kabul etti. Hepimiz gibi biliyordu ki o, sözünde dururdu.
Sonunda öğretmen masasına uzandı. Ayakları yerde kaldı.
Etrafına toplandık. O, arkadaşımızın sol tarafına geçti. Sağ
elinin işaret ve başparmağının arasına o damarı alıp şöyle
bir sıktı.
Ne
kadar sıktı anımsamıyorum. Sonrası
felaketti. Yıkımdı. Onu
uyandıramadı. O
panik içinde kaçmaya çalıştı. Yüzünün
maskesi düştü.
Ölüm
fedaisi olduğunu bir kez daha gördüm. Ondan
son anda kurtulduğuma sevinemedim. Daha
sonraları da çıktı karşıma o! Nasıl
mı?! Üç Ondan
iyice eminim artık. O,
kafasına koyduğunu her ne biçimde olursa olsun yapabilecek
biriydi. Kullandığı yöntemler, girdiği kılıklar ona göre
“mübah”tı. Acımasızdı. Bu yüzden de duygusuz bir kiralık
katilden farksızdı. Hatta onlardan da beterdi. Ne yapar eder
odaklandığı işi sonlandırırdı. Yeryüzünün en korkunç
katiliydi sezgilerime, düşüncelerime ve onunla ilgili
duyduklarıma, okuduklarıma göre. Bu beni ürkütüyordu, temkinli
yapıyordu, ama sonsuza dek ondan korumaya yetmiyordu. Biliyordum
bunu. Ben
hep onu düşündüğüm için mi aklımdan çıkmıyordu, yoksa
aklımda olduğu için mi gözümün önünden hiç uzaklaşmıyordu.
İşte anlayamadığım buydu. Biliyordum
ki benim büyümem de her canlınınki gibi ters bir büyümeydi. Bir
sigarayı düşünün, yaktığınız andan sonra usul usul tükenir.
Su dolu bir bardak da yudum yudum boşalır. Bunu anlayabilirsiniz.
Ama ölüme büyüyen bizlerin çevresinde işinin oldukça ehli ve
üstelik de kılıktan kılığa giren canileri anlayamıyorum. Türlü
tuzaklarını ve şaklabanlıklarını… Zaten o kadar hızlı
büyüyoruz ki yavaşça öldüğümüzün farkına bile varamıyoruz.
Ne yaptığımı bir bilsem, bana onca zamandır ecel teri döktüren
ve beni köşe bucak kendinden kaçırtan bin bir suratlı katilin
iplerini elinde tutana isyankâr olmayacağım ‘yokum’ diyeceğim
bu oyunda ve onu bekleyeceğim.
Artık
itiraf etmeliyim ki o, babamın kılığında da karşıma çıktı. Sanıyorum
ikinci sınıf öğrencisiydim.
Sevimli
ve ufak tefektim. Annem
ne yaparsa yapsın babamız eve gelmeden yaptığı yemekten
yedirmezdi bize. Açlıktan ölsek bile. Onun da böyle bir huyu
vardı. Bu daha çok akşam yemeği için geçerliydi.
O
gün her nasıl olduysa çok acıktım. Babam
da geciktikçe gecikti. Dakikalar,
saniyeler gün oldu neredeyse.
Ya
inadı tuttu sanki annemin, bir lokma ekmek bile vermedi açlığımı
bastırsın diye. Yalvarmalarım,
ağlamalarım işe yaramadı. Babam
mantıyı bir de patlıcan yemeklerini severdi. Her gün üç öğün
bunlardan birini koysanız sofraya, ilk kez yiyormuş gibi iştahla
yerdi.
O
akşam da mantı vardı ana yemek olarak. Birazdan
anlatacaklarım birdenbire aklıma geldi. Ağlamayı, yakarmayı
bıraktım. Dışarı çıktım. Evimizin bahçesinden bir avuç
toprak aldım cebime doldurdum. Usulca eve girdim. Şöyle bir
kolaçan ettim etrafı, annem kardeşlerimle oturmuş onlara bir
şeyler anlatıyordu. Beni unutmuştu anlaşılan. Bir gölge gibi
süzüldüm ve mutfağa girdim. Aceleyle kapağı açtım ve
tenceredeki yemeğe cebimdeki toprağı olduğu gibi boşalttım.
Koşarak dışarı çıktım. O an annem beni gördü ve bir şey
yaptığımı anladı sanıyorum. O mutfağa girerken ben de soluğu
sokakta aldım. Mevsim
yazdı. Hava
güzeldi ve arkadaşlarımla her zaman buluşup oynadığımız alana
gittim. Oyuna
kaptırdım kendimi.
Açlığımı
da, kabahatimi de unuttum. Annem
yaptığımı öğrenmiş.
Babam
gelince de bir güzel anlatmış.
Babam
da hiçbir şey olmamış gibi küçüğümü göndermiş.
Babamın
sağındaki sandalyede otururdum. Yemekte
sık sık bana dönerdi ve okulda ne olup bittiğini sorardı. Ben de
güzel güzel anlatırdım. Ben anlattıkça da gururlanırdı. Sonra
da “bir hikâye kitabı daha hak ettin.” derdi ve sözünü
tutardı. Yalnız ben okuduktan sonra okusunlar diye sınıf
arkadaşlarıma verirdim. O bunu küçüğümden öğrenirdi ve
kızardı. Onların
da babaları onlara alsınlar
derdi. Nasıl
ki tek kanatlı bir kuş uçamazsa siz de yalnızca okul kitaplarıyla
kültürlü olamazsınız
derdi. Başka konularda da konuşurdu benimle. En büyük benim diye
bir an önce okuyup adam olmamı (ne demekse) rahat bir ekmek kapısı
kazanmamı ve böylelikle kardeşlerime iyi örnek olabileceğimi
uzun uzun anlatırdı… Neyse…
Gerçekten
de unutmuştum.. Babam
kaşığı tabağa daldırdı ve mantının içine çoktan karıştığı
için üstte görünmeyen toprağı çıkardı ve burnuma dayadı. O
an bir tuhaf oldum. Kaçabilmem
olanaksızdı. Köşe duvarıyla babamın arasındaydım. “Ulan
it,” dedi bağırarak, “bu nimettir! Kazanmak için alnımızın
damarı çatlıyor sen içine ediyorsun öyle mi?!!!” Başka da bir
şey demedi. Sağ dirseği ile öyle bir vurdu ki bana arkadaki
duvara çarpıp kendimden geçmem bir anda oldu.
Sonrası
mı?
Gereksiz
ayrıntı o kadar. İşte
onu babamın kılığında gördüm ve niyetini çok iyi anladım. Günlerce
yarı baygın hastanede yatmışım. Benden ümit kesilmiş bir ara.
Derken yaşama sıkı tutunmuşum. Tedaviye yanıt vermişim,
iyileşmişim. Doktorlar, bizimkilere, “Kontrolünüzde olsun,
üstüne gitmeyin, ağır bir darbe almış kurtulması mucize.
Zamanla arayı kapatıp eskisi gibi olur, ama sabretmeniz ve ona
katlanmanız gerekecek.” demiş.
Annem,
bu durumdan kendisini sorumlu tuttu ve üstüme titredi. Âdeta
koruyucu meleğim oldu.
Babamsa
evin içinde bana karşı bir gölge olmaya özen gösterdi. Bunu
başardı da. Hatta benle
göz göze dahi gelmedi
desem abartmış sayılmam. Ondan ürkmeyeyim istedi.
Ben
yeniden doğmuşum gibi ikinci bir hayat yaşamaya başladım. Kim
bilir belki de bu anlattıklarım ikinci hayatımın sonuçları. Dört Farkında
olmak büyük bir bela... Çünkü
düşünüyorsun. Hissediyorsun. Görüyorsun. Ve
acı çekiyorsun. Bu
yüzden o hayatıma girdiği andan itibaren düşündüğüm şu:
Dönüşü olmayan yolculuğa çıkmak bütün acılarımı bitirecek
mi acaba? Niçin
mi? Ondan
sonra hayatımı hiçbir zaman eskisi gibi yaşamayacağımı
öğrendim.
Onunla
olduğum sürece öğrendiğim bir şey daha var. O da şu: Kendisine
olan aşırı sevgimi ve ilgimi kötüye kullandığı ve beni
isteklerine âlet ettiği gerçeği. Başta buna ihtimal vermedim,
ama aradan günler geçtikçe bu gerçekle yüz yüze geldim. Kimi
zaman ağladım, kendime kızdım. Kimi zaman unutacağım
dedim.
Hiçbiri olmadı. Daha çok bağlandım ona. Sevdim. İstese canımı
da verirdim. Bana
açık açık söylemişti aslında niyetini.
Ya
ben anlamamışım ya da anlamak işime gelmemiş.
Nasıl
mı? “Bana
bel bağlama. Beni o kadar büyütme gözünde ve asla çok sevme.
Hele elini bir verirsen elime alıp götürürüm seni kendi dünyama.
Orada kaybolursun.” demişti bir keresinde. Buna benzer çok şey
söylemişti aslına bakarsanız, ama ben inanmak istemediğim için
dinlememişim dediklerini tam olarak. Onunla
nasıl mı tanıştım.
Bunun
hiç önemi yok ki.
Ben
yalnızdım.
O
da yalnız mıydı inanın bilmiyordum.
Ondan
çok korktuğum için kapalı bir kutudaydım âdeta. Küçücük bir
delikten yaşadığım kutuya ışık ve hava giriyordu. Bunlarla
yetiniyordum. Kendime bir dünya kurmuştum. Onu unutmaya kendimden
uzaklaştırmaya çalışıyordum. Derken yeni taşındıkları için
bizimkilerle tanışmış ve bir hoş
geldin
ziyaretinin arkasından annemin davetine uyarak bizim eve oturmaya
gelmişlerdi. Onların kızıydı. Onun hep benle ilgilendiğini ve
arkadaş olmak istediğini zamanla anladım. Çok direndim. Ama
sonunda pes ettim. O, içinde yaşadığım kutunun kapağını açtı.
Beni dışarı çıkardı. O, çok korktuğum şeyi bana unutturdu.
Birbirimiz içindik sanki. El ele, göz göze, orası senin, burası
benim deyip durduk. Bununla yetinmedik. Aynı evi paylaşmaya,
evlenmeye karar verdik. Doğrusunu
söylemek gerekirse karar veren bendim. Niyetimi öğrenince havalara
zıplamadı. Hatta durgunlaştı. Sanki bunu hiç beklemiyormuş gibi
surat yaptığını şimdi daha iyi anlıyorum.
Hiç
aldırmadım. Sessiz
kalmasını sevincine bağladım. Yüzümde
güller açtı. İçimdeki
buzlar eridi. Yaşama
çelikten bağlarla bağlandım. Her
şey bambaşka oldu. Doğa
güzelleşti, içim yaşama sevinciyle doldu. Gözlerim
parladı. Yüzüme
renk geldi. Kulaklarım
tüm seslere açıldı. Tenim
canlandı. Benimle
birlikte Uyuyan
Güzel’in
sarayına dönüşen evimiz ve içinde yaşayanlar uyandı.
Kış
çoktan yerini bahara bıraktı. Bütün
bunlar ben sevdiğim için gerçekleşti diyebilirim. Ama
o… Dedim
ya… O
nedense pek istekli değildi. Ona,
“Çok düşündüm,” dedim, “işte yaşamak bundan güzel
olamaz. Yaşamak bu! Günlerimi birlikte geçirebileceğim tek insan,
benimle evlen artık!” O
da bana, “Evlenmeyelim,” dedi, “çünkü evlenirsek birbirimizi
kaybederiz.” Başka
da bir şey demedi. Oysa
beni elde etmek için ne oyunlar etmişti.
Sonunda
ona âşık olmuştum. Bu hoşuma da gitmişti. Yoksa benim dönüp
bir kızın yüzüne bakacak ne cesaretim ne de isteğim vardı.
Çünkü aklımda yalnızca kılıktan kılığa giren ve neredeyse
aklımı çelecek olan o vardı ve çevremden uzaklaşmıyordu.
Beni
ondan sığındığım o soyut kutu koruyordu. İşte
o çoktandır yok! Bunun
nedenini hiç bilmiyorum. Ama şöyle bir şeye bağlıyorum onun yok
oluşunu, ya benden ümidini kesti ya da sevdalandığım için bana
acıdı.
Nedeni
ne olursa olsun onu unutmuştum. Onu
unutmak müthiş güzeldi.
Onsuz
günler geçirmek de.
İş
dedim. Aş
dedim.
Eş
dedim. Yaşlanmak
istedim dostların, arkadaşların kederlerinden dolayı da olsa. Ağlamak,
gülmek ve geleceğe dair hesaplar, planlar yapmak… Ama
eş için söylediğime başta eş seçtiğim gönül koydu,
söylediğim gibi. Sonra
annem, babam ve kardeşlerim engel olmak istedi. Sanki
ben evlenince hepsini bir daha görmeyecekmişim gibi. Babam
babalık yaptı günlerce. Amcalarım ve dayılarım da üstlerine
düşeni… Konuştular benle, beni caydırmak için. Hiçbirinin
sözü iğne olup batmadı canıma. Hiçbir sözleri pranga olmadı
bedenime.
Sonra
annem…
Duygularını
gözyaşlarıyla, isteklerini bakışlarıyla ifade eden canım annem
uğraştı, didindi. Gözyaşlarını ve bakışlarını umman yaptı
çevremde, yine de aştım bu ummanı ulaştım varmak istediğim
kıyıya. O
kıyıda beni o dünya güzeli bekliyordu. Yalvarıyordu
evlenmeyelim
diye. Ama
ben, etrafımda
fır dolanan, beni tavlamak için kılıktan kılığa giren ve akla
hayale gelmeyecek kurlar yapan ölüm olduğunu bilsem de ondan
vazgeçemeyeceğimi
dedim ona. Ne
söylediyse, ne yaptıysa kararımdan döndüremedi beni. Evet
dediğinde öyle bir baktı ki yüzüme, o an örümcek ağında
çaresiz bir sinek olduğumu anladım, içim cız etti ama yine de
aldırmadım. Bir
tek doksan altılık dedem benden yanaydı. “Bırakın
ya,” demişti, “o hayatını dilediği gibi yaşasın size ne
bundan!” Ve
sonunda o an geldi.
Benim
en mutlu günümdü.
Onlar
içinse her şey hüzündü. Kara bir gündü yani. Şimdi bedenimi
bırakıp onunla dönüşü olmayan yolculuğa çıkarken anlıyorum
bunu. Evet, yanlış duymadınız, onunla gidiyorum. Sonunda
istediğim oldu ve evlendim onunla. İlk
gecemde sevdiğime dokunduğum anda o çıktı karşıma.
Nasıl
mı oldu bu?! Sevinçliydim.
Gözlerim parlıyordu. Ona
sokuldum. Sımsıkı sarıldım. Duvağını açtım. Gözleri
kapalıydı. Gergindi, huzursuzdu. Benden kurtulmak istiyordu.
Dudağımı dudağına bastırıp onu sakinleştirmek istiyordum.
Kalbime söz geçiremiyordum. Kafesi istemeyen özgür bir kuş gibi
çırpınıyordu ve âdeta bedenimden fırlayıp gitmek istiyordu.
Sonunda bana karşı koyamadı.
Dudaklarını
dudaklarıma verdi.
Dudaklarımız
birleştiği anda oldu o tuhaf ve inanılmaz şey! Birdenbire… Gördüm.
Dudağını
açıp dudağıma yapıştırdığı anda içinden bir yaratık gibi,
o çıktı ve onu öpmek için açık olan ağzımdan canımı emdi
bir anda. Bir yandan da, sevdiğimin görmediği güçlü ellerini
boğazıma doladı, bir engerek oldu, sevdiğimin dudaklarıyla
dudaklarıma yapıştı. Nefesimi kesti. Bir anda sonsuz bir
karanlıkta kaldım. Canımı bedenimden, bir koyunun derisini
kesmeden çıkarır gibi çıkardı. Karanlık dağıldı. Anlatılmaz
bir aydınlık içinde buldum kendimi. Uyuyorsunuz ve bir süre sonra
uyanıyorsunuz, sonra yaşama yeniden başlıyorsunuz ya. İşte öyle
bir şeydi o anlık karanlıkta kalmam ve karanlıktan kurtulmam. Sudan,
havadan biri oldum.
Yatakta
iki büklüm olan bedenim bir garipti.
Ben
tuhaf bir canlıydım.
Yataktaki
ben cansızdım.
Yanımdakine
baktım.
Bir
şeye benzetemedim. Beni
yolculuğa hazırlamıştı bir çırpıda.
Az
ötemde, gördüm canhıraş haykıran sevdiğimin yüzünü. Kan
çanağına dönen gözlerini de. Hiçbir şey hissetmedim. O,
beni anlamış gibi, “Bu yolculukta ve benim dünyamda bedenine,
sevdiklerine, bu dünyada sana gerekli olan hiçbir şeye ihtiyacın
yok. Yani orada hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacın olmayacak.”
dedi. Bütün
sevdiklerimin ta başından beri benim bu yolculuğuma çoktan hazır
olduklarını ancak yola çıktığımda anladım.
Bildim
ölümün ne çok istediğini beni. Ve
benim gibi herkesin de bunu bildiğini. Tacim Çiçek Gercekedebiyat.com
YORUMLAR