Oğuz Tansel: Bir Kentli Sanatçı Şair Ressamdan “Üç Kanatlı Masalkuşu”na Şiirli Mektuplar… / Ümit Sarıaslan
Aydın Oğlu Aydın Koyun bakışlı çatal dilli Oğuz Tansel’in can dostu, sanat yoldaşı ve mektupdaşı Metin Eloğlu’nun kendisine yazdığı mektuplar Ozanın çocuklarınca kitaplaştırıldı. Canım Oğuzcuğum adıyla 2012’de YKY’ce yayımlanan Metin Eloğlu’nun bu mektupları, gerek tek başlarına, gerekse tümü birden bir başka şiiri kurup gövdelendiriyorlar. Dahası şiir ülkesini... Eloğlu’nun Tansel’e mektuplarında o kadar zengin bir tanıklık, yine bir o kadar varsıl bir yaşanmışlıklar zincirinin besleyip beklediği not, saptama, çizgiden çıkmalar çizgiye çağırmalar, renkli ve siyah beyaz fotoğraf var ki, hayatın ve insanın türlü çeşitli (!) nice resmini tersi ve yüzüyle bir araya getirebiliyorsunuz. Ya bunu yaparken hep mizahla, yergi ve alayla, iğneyle ironiyle dolup boşalıyor kalemin mürekkebi. Bektaşi kafası tanrıdan topluma, ağaçtan tohuma neye bakıp, neye yaklaştıysa aklın ve yüreğin kardeşliğiyle yapmış bu işi. Yerip yergilediğini, iğneleyip çimdiklediğini, hatta savaş açıyor gibi göründüğü kişi, konu, olay, düşünce, eylemi bile!... Hangi insani toplumsal konuya batırırsa batırsın kalemini barışçı olmuş barışçı kalmış mizahında. Oktay Akbal’a selam olsun: “Mektuplar yaşamın kendisi. Ölmez onlar. Yazarı çekip gitse de sımsıkı sürdürürler yaşamlarını. (…) Bir ömür içindeki değerli anlar, senin yaşantına katkı olmuş, düşünceni duyarlığını genişletmiş, sonsuzlaştırmış şiirler gibi…” (Bir Çoklu Yalnızlıkta, Cumhuriyet, Evet-Hayır, 15 Temmuz 2012). Şimdi, ömrümüzün Oktay Akbal’ın çerçevelemesi dışında kalan (!) anlarını da düşününce, Metin Eloğlu’nun Oğuz Tansel’e yazdığı mektuplar 1958’den 1985’e ülkemizin ve insanımızın öyküsüne, toplu resmine dönüşüyorlar. Ya da şiire dökülmüş bir uzun Bektaşi Fıkrasına!.. İlhan Abi’nin penceresinde (Eş’eb!.. Cumhuriyet, 17 Mart 1998) tanıştığımız, Erken İslam’da toplumun güler yüzünü vurgulayan Arabın Nasreddin HocasıEş’eb’den bizim Bektaşi Babasına bir eskimez şiirli mektup gibi… 1974’lerden 1984’lere kimi yakın eden ırağı, kimi ırak kılan en yakını rakı şişesinde balık olan Eloğlu’nun Tansel’e mektupları 1945’le 1975 arası Türkiyesi’nden kerteriz değerinde fotoğraflartaşıyor. Çağın çalkantılı sularında yol alan devlet gemisiyle, güvertesindeki yolcuların mizah ve acı yüklü koşuşturmaları okuru günden güncelden alıp tarihe yolculuğa çıkarıyor. 20 Haziran 1984 tarihli mektubundan bir bölüm Eloğlu’nun: “Milletin yazlama işgüzarlığında İstanbul daha da cıvıdı, koflaştı. ‘Toprak çeker’ gibisine Çamlıca’da bir kulübeye sığınmayı nasıl da özlüyorum! Telefonsuz, gazetesiz, pimpis ilişkilersiz… ‘Kocamak değil’ diye avunalım mı? Gerçekten âhir vaktimizde usa sığmaz bir bozgun yaşıyoruz!” Sanki on yıl önce, 6 Nisan 1974’te yazdığı o mektubun devamı gibi bir kahırlı tablo. Yıllar yılları kovaladıkça boyayageldiği resminde ışığın ve renkliliğin hep azaldığı bir tablonun başında… Bektaşi’nin kimi kara, kimi yangılı yıldızlı mizahında okuru gülümsetip düşündüren tat ve tutum eşiği Eloğlu’nda güneşini gülüşünü arayanresimlere dönüşmüş. Arkasından, sondan bir evvel ki (!) mektuplar… Yıllar süren yayım serüveniyle Bektaşi mizahına yeni bir pencere açan o kitaptan yansıyan toplumun gülümseyen yüzü, yine bize bakıyor. 15 Temmuz 1984 tarihli mektubunda ne diyor bakınız, dostu, canyoldaşı, Oğuzcuğu’na Metin Eloğlu: “Can dost, kekemeliğimden seziyorsun hangi havada olduğumu, şu günlerin Türkiyesi’nde yaşamak sağlığa aykırı! Yine de her şey bizim…” Sevgili Ozanların izniyle burada kendi eşiğimden dilime düşeni demeyeyim; ama şunu dememe izin istiyorum: Evet! “Her şey bizim” ve bizden. Olan ve olagiden her şeyde hakkımız kadar sorumluluğumuz, sorumluluk payımız da var; alacağımızdan çok borcumuz!... Masalların m-asasını hayatımızın ortayerine taşıyan, bize, halkın yaratıcı gücünün gülümseyen göklerinden yedi renkli güller derleme sevinci veren Oğuz Tansel, Adnan Binyazar’ın demesiyle,“Bir kanadı halk, bir kanadı duygu, bir kanadı bilgelik bir masal kuşu” gibi yaşadı ve göçtü dünyamızdan. Dostu, kardeşcağızı, “Bir Yapayalnız” dediği Eloğlu için yazdığı ağıtta yine birmasal dünyasından sesleniyordu bize: “Doydum insan zehrine gitmeliydim/ Dünyamızı güzelleyenden önce”. Acının ve ölüm yalnızlığının boyadığı bu dizelerin hemen ardından da umutla seslenerek, hem dostuna hem onun adında yarınlara: “Çile biter, çiçeğe durur umut/ Bu ateş küllenmez YANAR kalır.” Evet! Oğuz Tansel’in, o “üç kanatlı masalkuşu” düş düşün göklerimizde kanat çırpmayı sürdürüyor. Metin Eloğlu için yazdığı ağıt, yalnıza ve yalnızlığa türkü olmaktan çıkıyor; insanın, insan olmanın türküsüne, umuda ezgiye dönüşüyor. Dün de bugün de masalların gerçek, gerçeklerin masal olduğu, olagittiği bir güncellikte… (Ümit Sarıaslan, Ankara, 21 Mart –21 Aralık 2016). *) P. N. Boratav, önsözünde bu derlemenin Ahmet Halit Yaşaroğlu’nun emeğinin verimi olduğunu belirtiyor. **) M. Eloğlu’nun demesiyle “yılan hikâyesi”ne dönen bu kitap yayımlanma noktasına evrilince, bu kez de zaten çıplak ayaklı fakiri, yılan sokması tehdit ve tehlikesi kuşatacaktır! Çünkü “memleket saat ayarı” 12 Mart’a beş kala’yı göstermektedir. “…Yapıtın dizin ve illüstrasyonuna kimsenin çıtı çıkmıyor da, Pertev Bey’in önsözü bu baskıya konulmasa olmaz mı? Deniliyor. Salt bankaca yayınlarda dört solcuyu birden sunmak sakıncasından ötürü.” “B”uyrunuz, haksız mıyız? Bu kitabın yayımlanma öyküsünün de ayrı, apayrı Bektaşi fıkralarını emzireceğini söylemekle… Tövbe hâşâ bir kitapta “dört solcu”! Hiç olacak iş mi? Dört dörtlük tehlike! 1965’teAğaoğlu Yayınevi’nce basılması olasılığı gündeme gelen kitaba o zaman iç desenleri Ferit Öngören çizmeyi üstlenmiş. Önsöz için Abdülbâki Gölpınarlı’yı düşünüyorlar o sıra… Aradan beş yıl geçip de, kitap basılma aşamasına gelince, iç desenleri Abidin Dino çizecek, önsözüPertev Naili Boratav yazacaktır. Eh! Bektaşi fıkralarını şiirle güzelleyip güncellemek “suç”u bir yana dursun; dördü de dört dörtlük solcu dört dev sanatçı bir kitapta, üstelik Baba Erenlerle yanyana, kolkala gelince banka n’etsin, kanka n’etsin (Ayrıntıları kitapta). … Son bir not: 1984’te İsmail Gençtürk’le Hasan Hüseyin’i (Korkmazgil) Maltepe Camisinden uğurlamaya gittiğimizde Oğuz Tansel de oradaymış. Mektuplardan öğreniyoruz. Ozanın Ozanı sonsuzluğa uğurlaması ne yaman ve esinli bir imgedir arkada kalanlara... Nerden bilebilirdik gidip de ellerini tutmayı, kucaklamayı “üç kanatlı masalkuşu”nu. İsmail’e de Hasan Hüseyin’e de, Oğuz Tansel’e de bin saygı selam… 21 Aralık 2016-Ankara. Ümit Sarıaslan
Sözde aydın oğlu aydın
Kepçe kepçe karıştırır ortalığı
Sade suya tirit düşünceleri
Kazanı yalan dolan kaynar
Gündüzü gece eder kuş beyni
İsterse öküz altına buzağı kor
Fil doğurtur karıncaya
Aydın oğlu aydın
Karga oğlu karga
(Gözünü Sevdiğim, Dost Yayınları, Birinci Basım, 1962 Ankara).
Anılan kitapta her iki kültür sanat ve yazın insanımızın 1970’te yayımlanan Bektaşi Dedikleri adlı ortak kitaplarının yayımlanma öyküsünü okurken notlar almaya başlamıştım. Bu fıkraları günün diliyle güncellemek, şiirin hırkasına sararak Konya’dan dünyaya salmak düşüncesi, 1962’de Oğuz Tansel’in kitaplığında bulunan bir Bektaşi Fıkraları derlemesini (*) birlikte okurlarken akıllarına düşer.
Bektaşi Fıkraları, özlerinde taşıdıkları mizah çiçeğiyle zaten zekânın şiirli toprağında köklenip göveren düşdüşünsel verimlerdir. Öyledir de iki şaman adam, iki özgün özgürlükçü ozan, masallardan masalara, odalardan ovalara, Hanyalardan Konyalara, curcunaistandan şiiristana açılan kapıları hababam zorlayan iki dev adam yan yana gelince iş değişir!... Ben 1977 baskısıyla tanıştım Bektaşi Dedikleri’yle (Sander Yayınları, Cep Dizisi).
Yıllar sonra, bu kendi küçük, dalında taşıdığı rüzgârı babayiğit kitapçığın düşünceden raflara uzanan öyküsünü okuyunca; o güllü dikenli, yapraklı pıtraklı yayımlanma öyküsünün deayrı bir şiir olduğunu düşündüm hep. Bektaşi mizahının özünde taşınagelen iğneli üvendireli şiir ve şiirsellikten de beslenen bir şiiröykü ya da.
19 Kasım 1958’den 18 Ekim 1984 tarihli son mektubuna kadar, ellerinde bekleyen bu mektupları yayımlamakla ortaya çıkardıkları iş, hem Oğuz Tansel’in hem Metin Eloğlu’nun dallarına binmiş acıyı ve ağrıyı büyük ölçüde dindirmiş olmalıdır öteevrende. Ancak bir eksiğiyle: Eloğlu’na varıp ulaşan Oğuz Tansel mektuplarının da bir gün bir biçimde bu kitabın yanında yer alması, alabilmesi “yaralı” umudunu da yedeğinde taşıyarak…
Kendileri de şiirsel öykünün birincil özneleri olan o insanların, kitap sonuna babaları Tansel’in Eloğlu’nun ölümü üstüne yazdığı Ağıt’ı koymalarıyla bu yapıt (Mektuplar), “Bektaşi Dedikleri”nin esini ve etkisine ulanıp eklemlenen bir başka toplumsal tarihsel varoluşun şiirli öyküsüne dönüşmüştür. Her sayfasında kültürel toprağımızın, dildüşünsel varlık ve ıramızın binbir renkli çiçeğinin ışıdığı, düşte ve düşüncede insanın ve insanlığın evrensel kıyılarına, insana ve insanca olana yelken açtığımız bir yolculuğu bize miras bırakarak.
İşte, 1962’de başladıkları, ancak 1970’de yayımlayabildikleri o görkemli yapıtın, Bektaşi Dedikleri’nin önsözünü Tansel’in Konya Lisesi’nden Öğretmeni Pertev Naili Boratav yazacaktı. Bektaşilik ve Bektaşi Fıkraları Üstüne Birkaç Söz başlıklı o yazıyı beklerken, Boratav’ın adının kitabın ilk basımına konulup konulmaması (!) tartışmalarına değindiği bölümler apayrı ve acıklı bir mizahı emziriyor Eloğlu’nun (**).
12 Marta çeyrek kala, kitabın yayımlanıp yayımlanamaması kaygısı şairleri karakazanlarda kaynatacaktır! Şöyle diyor 21 Ekim 1970’te yazdığı mektubunda. “…Betik 160 sayfa tutuyor. Yani 10 forma. Boratav’ın önsözü de noksansız ve adıyla girecek. Bir çelmeleyen olursa, belki, soyadını “B” olarak koyacağız.” “B”uyrunuz! Bu da apayrı bir Bektaşi fıkrası değilse nedir?..
Ekmek gibi su gibi, hava gibi güneş gibi yaşamın ve yaşamaların olmazsa olmazı kılmış mizahını. Eloğlu’nun Tansel’e yazdıklarında göverip gövdelenen mizah da aynı gelenekten besleniyor. Uğur Mumcu’nun kulakları çınlasın!
Gerçekten bu mektuplar karanlığın karanlıkçılığın, bağnazlığın zorbalığın, yalanın dolanın, zırzopluğun fırdöndülüğün, soygun ve talanın yorgun ve yaralı coğrafyasında bir pulsuz dilekçegibi duruyorlar köşelerinde.
Ya insanlık algısı ve dayanışmasının yılkısında daha binlerce yıl tozup tozusa da zarfı, mizahla karılı hamuru, içi içeriğiyle onarıp ondurucu, sayrılık sağaltıcı bir yaşama iksiri gibi hep aranacaklar.
Yerginin ve eleştirinin çiçekli bahçelerinde dikenle gülün barış içinde göverip gövdelendiği bir düşdüşünsel insanlık serüveni, Tansel’le Eloğlu’nun emeklerini de katıp içine, içimize işliyor. Eş’eb’den Hoca Nasreddin’e, Baba Erenlerden bu iki toplum ve düşün öncüsüne; Oğuz Tansel’e Mektuplar, Bektaşi Dedikleri’ni aratmaz bir mizah ve yaşamsal varsıllık dağarıyla kuşatıyor okuru. Kendilerine çevrilen gözleri ve gönülleri…
Dibi delik tencereye dönen hayatın mutfağında gırtlağı da delindikten (!) sonra, Eflatun’un gemisi değil ama, Eloğlu’nun kanadı kırık kadırgası sonsuza yelken açacaktır… Artık Tansel’e yazdığı bu dönem mektuplarında saklı kalacak pekçok sarsıcı “Metin Eloğlu şiiri” de o yolculukla birlikte sonsuzluğa ırayacaktır. Onun içindir, Tansel’in Eloğlu’na yazdığı mektupları da okumak özlemi duymamız… Gerçekleşme olasılığı olup olmadığını bilmemekle birlikte bu şiirli mektupların “iki yakası”nı bir araya getirmek için…
İşte: “Yaşamımda ilk kez bunaldım şu boz duvar yığınlarından, yamru yumru yollardaki kurukalabalıktan, kimkime dumduma gidişatın zifirinden… Eh, buna bir de ‘yarınlar güvencesi’nden yoksunluğu ekle! Şişenin kulpuna sarılmaz da n’eylersin?..”
GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR