Ödüller: Öncesi ve ötesi
Bir halkın, bir toplumun, ulusun edebiyatına neler kaynaklık eder, neler yansır? Elbette tüm ayrıntıları, karmaşıklık ve çelişkileriyle özgün yaşamı ve onunla etkileşimli alanlarda kendine özgü yorumu… Edebiyatının özgünlüğünü ve yerelliğini bunlar belirler; evrensel düzeye yükselmesi ise yazarlarının, şairlerinin yetisine bağlıdır. Bu yeti ve onun gelişmişi olan yetkinlik, gözlem, anlama, yorumlama ve en önemlisi dilini en üst düzeyde kullanarak estetik biçimde anlatma gibi bileşenlerden oluşur. Italo Calvino’nun “Klasikleri Niçin Okumalı?” adlı kitabı ne üzerine olabilir? Yanıtı belli. Peki, bizim gibi toplumların, değil bu soruyu sorduracak, klasik denebilecek kaç yapıtı var? Yanıt tartışmalı. Ama en cömert değerlendirmeyle bile övünülecek sayıda değil. Tarihsel süreçte uygarlık atılımları, aydınlanma ve ilerleme dalgaları, bir rüzgâr akımı gibi; bir yerden doğuyor, “doludan boşa” akıyor, bir yerlerde kırılmalara/kesintilere uğrayabiliyor veya şiddetlenerek geri dönebiliyor. Somutlarsak, Çin-Hindistan-Mısır-Mezopotamya-Anadolu-Antik Yunan kültür/uygarlık rüzgârı yüzyıllar içinde yol alıyor, geçtiği yerlerden katkı alarak güçleniyor, Avrupa’nın ortaçağ karanlığına çarpıp parçalanıyor, en güçlü kolu dönüp İslam aydınlanmasının meşalesini yakıyor; bugün, “İslam rönesansı/aydınlanması” veya “İslam’ın altın çağı” denen dört yüz yıllık dönemi başlatıyor. Bu dönemin ortalarında, dini görünümlü, yağma amaçlı “Haçlı Seferleri” İslam coğrafyasını hedef alıyor ve oradaki toplumlarda kalıcı bir travma yaratıyor; Amin Maalouf’un deyişiyle, “Haçlı seferlerinde Hıristiyanlar (Avrupalılar) Müslümanlardan alabilecekleri ne varsa alıp götürürken, Müslümanlar ‘kafir’ dedikleri haçlılardan gelebilecek her şeye (bilime, kültüre, sanata, felsefeye, teknolojiye…) kapılarını ve kendilerini sımsıkı kapatıyor. Bunun ilk sonucu, ne yazık ki, İslam aydınlanması meşalesinin, İslam âlimi sa(y/n)ılan dogmacıların eliyle söndürülmesi oluyor. Diğer bir sonucu olarak, Avrupa’da yüzyıllardır donmuş olan Antik Yunan kültürünün hamuru da katılıp karılmış ve zenginleştirilmiş olan İslam kültürü yeniden kıtaya taşınıyor ve Antik Yunan kültürünün canlandırılmasının, yani Rönesans’ın mayası yapılıyor. Başka bir deyişle İslam coğrafyasında kırılan, dağılan “o rüzgâr”, doğudan dönüp batıda, Avrupa’da yeniden esmeye başlıyor. Osmanlı ile fetihlerin, yayılmanın, büyümenin doruğunda olduğu varsayılan “İslam âlemi” giderek derinleşen bir uykunun kucağında debelenirken, Avrupa uyanıp silkiniyor, yarattığı yeni rüzgâr başka coğrafyalara taşı(nı)yor; rüzgârının hortumları donmuş uygarlıkları yutmaya, kasırgaları uykudakileri dağıtıp sürüklemeye başlıyor. Gücü değişken olsa da esintisi sürekli olan bu rüzgârların “doğru zamanda, doğru yerde” yani yolu üzerinde bulunmak ve kendini bunlara açıp yararlanmak, o da yetmez katkıda bulunmak toplumların gelişiminde önemli ölçüde etkili olmuştur, olmaktadır. Konumuz bağlamında söylersek, ancak bu rüzgârlardan payını alan toplumların “klasikleri” yani kalıcı (ve evrensel) yapıtları oluşmuştur. Bu rüzgârlar Anadolu üzerinden geçerken yelkenini şişirenler yalnızca Ege halkları olmuş ne yazık ki. Anadolu ile birlikte çok geniş bir alana altı yüz yıl egemen olan Osmanlı, ancak kendi “kapalı devre” rüzgârını yaratabilmiş, kısır döngüsünde giderek kirlenen bu rüzgârda zehirlenerek dönemini kapatmıştır; ardında, (mimarlık dışında) bir tek klasik eser bile bırakamadan… Cumhuriyet aydınlanması, batısı ve kuzeyindeki esintilerden yararlanarak kendi çapında “gecikmiş bir rüzgâr” yaratmış, bu rüzgâr, başka coğrafyalarda da esmiş, ancak çıkarı etkilenen dış ve iç güçlerce kısa sürede yavaşlatılıp durdurulmuştur. Yine de Osmanlı’nın yirmide biri gibi bir sürede onun en az on katı kalıcı ve daha nitelikli yapıt yaratmıştır. Gelişmelerin, yansıma biçiminde, daha geç ulaştığı edebiyat alanında, ilerlemeler hatta sıçramalar olmasına karşın ne yazık ki “evrensel klasik yapıtlar” çıkaracak düzeye erişilememiş gibidir. Yine de, halkının çoğunluğu Müslüman olan ve başka bazı ülkelere göre Cumhuriyet Türkiye’sinde azımsanmayacak atılımlar, ilerleme, üretim ve birikim sağlanmış, bilim, sanat, kültür, edebiyat alanlarında değerli yapıtlar ortaya çıkmıştır, çıkmaktadır. Sanat ve edebiyat, genellikle yaşamın bir yansısı sayılır. Ancak çiçek bolluğuna karşın çalışkan ve becerikli arılar olmadan nasıl bal üretilemezse, arılar olsa bile çorak bir çölde, değil bal üretimi, arıların yaşaması ve üremesi de olası değil. Aynı örnekten sürdürürsek, nasıl ki her bal, derlendiği bitki ve çiçeklerin tat ve kokularını alır ve ona göre çeşitlenip adlandırılır ama arıların ürünü dünyanın her yerinde balsa, nitelikli sanat, edebiyat yapıtları da kendi toplumlarından doğar ve hem toplumlarının özgün hem de yaratının evrensel özelliklerini yansıtırlar. Yerelden evrensele ilkesinin temeli de budur. Edebiyat yaşamın yansısı ise, neyi, nasıl yansıttığı belirleyici önemdedir. İçiyle, dışıyla; tüm karmaşıklığı, çelişkileri, ilişkileri, gizleri ve başka yanlarıyla insanı ve toplumu, zaman, mekân ve canlı, cansız ilişkili nesnelerle birlikte yansıtması beklenir ki ayna tuttuğu alan, konusu, odağı, öznesi de budur. Anlatısının temel taşları, belirli bir zaman kesitinde, bu verili araç-gereçler ile dildir. Kuracağı yapı, yani nasıl anlatacağı ustalığına bağlıdır. Somutlamak gerekirse, bilim olmayan (veya bilimin yeterince gelişmediği) yerde bilimkurgu olmaz, olsa da sığ ve yetersiz kalır; ancak düş gücü ve kurguya dayalı masal ve fantastik anlatı olur, bunlara “büyülü gerçekçi” demek de durumu değiştirmez. Kavram olarak “büyülü gerçekçilik” devekuşu gibi “ne düş ne gerçek” durumuna düşebilir. Felsefenin genişçe bir tabana yayılmadığı, sıradan bir şarkıcının “felsefe yapma” diye “şarkı” bağırdığı bir toplumda felsefik derinliği olan yapıtlar yazılabilir mi, yazılsa okur bulur mu, okunsa anlaşılır, etkiler mi? Dansöz gösterilerinin; şaklabanlıklar, siyasi ayak oyunları, dalavere ve mizansenlerin “tiyatro” olarak nitelediği yerde tiyatro; bıçkınların “caz yapma” diye posta attığı, “aranjman” veya uyarlama adı altında şarkıların taklit edildiği, arabesk diye “şarkı-türkü çorbası” yapılan yerde müzik; çalıntı tezlerle, ithal ve taklitle bilim ve teknoloji olabilir mi? Bunun gibi, “kısa kes” anlamında “kes edebiyatı” denen, herkesin “hayatım roman” dediği, okuma ve eleştirme kültürünün yeterince gelişmediği; esinlenme veya alıntı diye aşırma(intihal) yapılan, ticari amaçla hedef kitle gözetilerek çalakalem öykü, şiir, roman yazılan yerde de edebiyat olmaz. Bu, “olmaz” dediklerimin tümü vardır da yeterince nitelikli, düzeyli değildir. Ortamın ve insanın uygun olmadığı, örneğin cinayetlerin “akıllıca tasarlama olmadan”, bir anlık öfke ve dürtüyle işlendiği, ardından pişmanlık duyulan yerde iyi polisiye; korkuların içsel, psikolojik ve sanrılardan oluştuğu yerde, korku ve polisiye edebiyatı gelişebilir mi? Ödül konusuna gelince, öncelikle, ödüller bir ulus veya dünya yazınının verili bir zamandaki düzeyini ölçemez, değiştiremez; amacı da bunlar değildir; karşılaştırabilir, özendirebilir, gelişmesine katkıda bulunabilir, ancak. Bu konuyu kapsayan “Yazarlar, Kitaplar ve Okurlar” başlıklı yazımdan alıntılarla sürdürüyorum: “Açıktır ki, (başarıya) övgülerin en somutu ve bazen, maddi ve/ya manevi olarak en değerlisi o alanda verilen ödüllerdir.”(…) Belirtmek gerekir ki becerinin nesnel bir ölçütü ne yazık ki yok. Bu nedenle övgünün (ve ödülün) gösterilen beceri ile her zaman orantılı olduğu söylenemez.” (…) “Orhan Pamuk’un 2006 yılı Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması bir ilktir ve kuşkusuz Türkiye ve edebiyatı açısından çok değerlidir. Bu ödül Türkçe yazan bir yazara, dolayısıyla Türkiye edebiyatına verilmiştir. Bu ilk (ve dilerim son olmayan) ödülle birlikte Türkçe edebiyat ürünlerinin dünyada daha yaygın tanındığı ve birçok yazarın yapıtlarına daha çok dile çevrilme yolunun açıldığı söylenebilir. Ödülün verilmesinde -varsa- başka etmenlerin rolü abartılıp başarı gölgelenmemelidir. Sonuçta ödül, yazarın ürünlerine verilmiştir. Bunun yanında elbette yazdığı dile de. Bu noktada belirtmek gerekir ki, değerlendirmeler çeviri üzerinden yapılıyorsa kuşkulu sonuçlar doğurabilir; kendi dilini iyi kullanamayan yazarların ödülüne, çevirmenleri de ortak edebilir.” (…) “Bir çiçekle bahar gelmez diye bir özsözümüz var. İmlediği gibi, bir ya da birkaç yazarımızın uluslar arası alanda ödül alması, edebiyatımızın dünya birinci liginde yer aldığı anlamına gelmeyebilir. Prof. Aziz Sancar’ın Nobel Kimya Ödülü almasının, ülkemizin kimya alanında o düzeye geldiğinin göstergesi olmadığı gibi.” (…) “İkinci olarak, Nobel dâhil ödüller, verildiği kişinin “iyi yazar, büyük yazar” olduğunun “tescili” değil, göstergelerinden biri sayılabilir ancak.” (…) “Üçüncüsü, ödüler yazarı büyütmez; almamanın iyi yazarları küçültmeyeceği gibi. Uzun yıllardır verilen ödüller incelendiğinde birçok ödüllü yazarın silinip unutulduğu, ödül al(a)mamış birçok yazarın da, değerinden bir şey yitirmeden, hatta bazen daha da değer kazanarak okunurluğunu sürdürdüğü görülebilir.” (…) “Ülkemizde başta şiir alanında olmak üzere çok sayıda edebiyat ödülü verilmektedir. Olumlu yanı ağır basan bu ödüllerin, düzenleme yanlışlarından kaynaklanan sakıncaları da az değildir. Öncelikle, denebilir ki bu ödüllerin çoğu bir tür sınav ya da yarışma şeklinde düzenlenmektedir ve başvurup “katılanlar arasından” en iyi bulunana verildiği varsayılır. Başvurmadığı için katılmayanlar da göz önüne alındığında, katılanların “en iyilerinin” yeterince iyi olup olmadığı tartışma götürür; ödüllerin katılanların “en iyilerine” verildiği de. Seçici kurul üyelerinin yetkinliğinden yapıtların okunup okunmadığına, verileceği yapıtın önceden belli olup olmadığından, hatır gönül işlerinin karışıp karışmadığına değin kuşkular hiç de eksik değildir. “Büyük kentte ikinci olmaktansa üç haneli bir köyde birinci olmak yeğdir” düşüncesindeki bazı katılımcılar ve “bir şekilde” ödül kapanların “ben oldum” kanısına/sanısına kapılma olasılığı da cabası! Ülke edebiyatına katkı amaçlarken ödüller bu ve benzeri nedenle istemeyerek zarar da verebilir.” (…) “Öte yandan ödüllerin “verilme amacı”, bu amacın açıkça bilinirliği ve ona uygun dağıtımı, üzerinde titizlikle durulmasını zorunlu kılacak ölçüde önemlidir.” “Ülkemizde ödüllerin büyük çoğunluğu yaşamda olmayan eski yazar/şairler adına/anısına her yıl düzenlenmektedir. (…) Yaş sınırı konarak çocuklara, gençlere veya “ilk kitap” denerek yeni başlayanlara verilen ödüllerin amacı koşullarına içkindir ve teşvik/destek için verildiği açıktır. Bunun dışındakilerin amacının bir bakıma belirsiz bırakıldığı söylenebilir. Bu, sakıncalı sonuçlar yaratabilecek bir tutum gibi gözükmektedir. Amacın özendirme ve/ya destekleme mi, emeği, başarıyı, ülke yazınına katkıyı ödüllendirme mi olduğu açık, net olmalı ve ödülün verileceği yazar/şairler ve/ya yapıtlar bu amaca uygun olarak saptanmalıdır. Nedeni ve önemi şu: Özendirme/destek amaçlı ödüller bu doğrultuda daha çok, genç ve/ya yeni başlayan yazar/şair adaylarını, kendini ve yazınını geliştirmeye, daha çok ve sürekli üretmeye, düzey yükseltmeye yöneltebilir. Böylece ülke yazınının yeni kalemler, yeni yapıtlar kazanmasına katkıda bulunur. Amacını, ülke yazınına katkıyı, emek ve başarıyı ödüllendirme olarak saptaması durumunda bir ödül organizasyonu, hem ustaların onurlandırılması hem de ardıllarının özendirilmesi bağlamında doğru bir görevi yerine getirmiş sayılır. Özellikle, başvuru şeklinde değil de, ödül adaylarını da seçici kurulun saptadığı ödüllerde bu amacı gütmek hiç de güç değildir. Örneğin, ülkenin yazın tarihinde bir yeniliği, sıçramayı simgeleyen, çığır açmış, yeni bir kulvar açmış, akım başlatmış yazarların, şairlerin anısına verilen ödüllerin, onlara layık, çizgisini anlamış ve özümsemiş, onun ardılı ve sürdürümcüsü sayılabilecek ama onları aşabilen ve yazınını ileriye taşıyan meslektaşlarına verilmesi daha doğru olmaz mı? Ödül verilecek kişileri saptarken, yeterli bir süre yazın alanında uğraş vermiş, yapıtlarıyla kendilerini kanıtlamış, özgün, nitelikli ve düzeyli çizgilerini netleştirmiş olmalarını dikkate almak gerekmez mi? Örneğin, eleştirel bir tavırla tüm kitaplarına “hiçbir ödüle katılmamıştır” diye yazdıran usta yazar Leyla Erbil’e doğrudan 2013 PEN Öykü Ödülü verilmesi gibi… Yazıncılığa ömrünü adamış, ülke yazınına şu veya bu düzeyde katkıda bulunmuşlara, 25. yıl, 50. yıl, onur, ömür boyu başarı ödülü sunulması gibi…” “Henüz yolun başında, bir iki ürün vermiş, başarılı ve umut vaat eden, ancak başarı çizgisinin yukarıya mı aşağıya mı döneceği, yazınının ne yöne evirileceği belirsiz yazarlara, şairlere bu ödüllerin verilmesi ne derece yerindedir? “Erken” ödül verilen yazarların, yazı(n)dan kopması veya düzey yitirmesi olasılığı, o yazarlar, ülke yazını ve ödül açısından bir sakınca, bir olumsuzluk değil mi? Sait Faik Hikâye Armağanı, Orhan Kemal, Yunus Nadi ve verilmekte olan başka birçok ödülün çoğu zaman biraz da bu nedenle tartışmalara yol açması, övgü yerine olumsuz eleştiriler alması düşündürücü değil mi?” “Nedeni ve gerekçesi ne olursa olsun, ödül verirken yapılan her yanlış seçimin hem ödülü verene hem de alana ve ülke yazınına zarar vereceği kolaylıkla savlanabilir. Ödüllü yazarın yazmayı bırakıp yitmesinden, oldum sa(y/n)ıp kendini geliştirmez duruma gelmesine, yazınında niteliksel düşüşe değin birçok olasılık ve örnek söz konusudur. Bu tür olumsuzluklar, ödüllü yazarı örnek alanların da çıtasını düşüreceği gibi, nitelikli yazıncıların gözünde ödülün değersizleşmesine yol açabilir. Çoğu zaman tartışmalı olan ve eleştirilen seçici kurul üyelerini eleştiriye daha da açık, üstelik eleştirileri de daha da haklı duruma getirebilir. (…) Ödülün de seçici kurulun da değeri, ödül verilen yazar, şair ve yapıtlarının düzeyine koşut olarak yükselir veya düşer. Ödüllerin ticari amaçlara alet edilmesi, bir tür reklam aracı olarak kullanılması da üzerinde durulmadan geçilemeyecek bir diğer sorun.” İlgilenenler, araştırırlarsa, ünlü yazarlar adına konulan ödüllerin, son yıllarda artan biçimde onların ardılı, sürdürümcüsü olmayan, ondan da öte onların görüşlerine, yaklaşım ve anlatım biçimine kısmen veya taban tabana zıt yazarlar ve ürünlerine verildiğini görebilir, saptayabilirler. Bu durum o yazarlara yapılabilecek büyük haksızlık ve saygısızlıklardandır. Ödül alanları bilmem ama verenler bilir ki, verileceği kişi veya ürünün önceden belirlendiği, hatır için, torpille veya bir yayınevinin isteği üzerine verilen ödüller de var ne yazık ki. Bu tür yanlış uygulamalar ödülün ve seçicilerin saygınlığına gölge düşürür, yayınevi ve seçiciler dışındakilere, yazarlara, şairlere, şiire ve yazına yarar sağlamak, olumsuz etkisi de olasıdır. Ek: Bu yazı yazıldıktan iki hafta sonra, (bence çok şişirilen) çok övülen, çok ödüllü ve çoksatar bir yazar, aralarında biri önemli bir ödül verilmiş yazarların olduğu birçok kadına cinsel tacizle gündeme geldi. Öncelikle, eleştirmenden yayıncısına; yazarında okuruna herkesin “yazarın, şairin (özel) yaşamı, yazdıklarına dâhil” mi, konusunda bir karar varmalarında yarar var, derim. Taciz ve başka olumsuzlar, aşırı övgü ve ödüllerin, yeterli felsefik, sosyal ve kültürel donanımdan yoksun yazarların kimyasını ve gerçeği değerlendirmelerini bozabileceğini, kendilerini dev aynasında görmelerine yol açabileceğini ve belki de, ya kişilikleriyle bağdaşmayan veya derindeki bastırılmış gerçek kişiliklerini ortaya seren davranışlara yöneltebileceğini göstermektedir. Bunda, ünlü, varsıl, başarılı, güçlü, popüler… görülen birine tutunarak bir yerlere gelinebileceğine inanan (tutkusu yeteneğini aşan) bazı kadınların (ki son on yıllarda her alanda böyleleri çok çoğalmıştır) doğrudan veya dolaylı etkisi, katkısı, cesaretlendirmesi de göz ardı edilmemelidir. Unutmamalıdır ki her madalyonun öteki yüzü, her dağın bir de ardı vardır. Ali Günay Gerçek Edebiyat
(Deliler Teknesi, Ocak-Şubat 2021, Sayı: 85)
YORUMLAR