New York’a Geliş / Özgen Ergin
Almanca kursuna başladığım akşam Holly tam karşımda oturuyordu. Kısa saçlı elma yanaklı, gürbüz yapılı dolgun bedeniyle köylü kızlara benziyordu. Dalgın, mavi şehla gözleriyle buluşabilmem ancak ders bittikten sonra gerçekleşebilmişti. Çıkışta, ders boyunca yanımda oturan Şilili Elsa ile tanıştılar,...
New York’taki yerleşik göçmenler, “Herkesin New York’a bir geliş öyküsü vardır” dermiş. Benim New York’a geliş değil, gidiş öyküm var. Günün birinde oraya yeniden gitmek, yıllar sonra Holly ile bir daha görüşebilmek düşleri kuruyorum yıllardır.
New York’un dünyaca ünlü Kennedy değil de ünsüz La Guardia havalimanında geçiş işlemleri bittikten sonra küçük çantamı aldım elime, çiçekçi aramaya başladım. Holly’nin benimle birlikteyken çok sevdiği, “Kır papatyalarının anası” dediği krizantemlerin arasına iki tane de günebakan çiçeği eklemelerini, elimle göstererek söyleyebildim. Çıkış kapısına yürürken büyük bir sabırsızlık ve her saniye artan bir merakla Holly’yi aradı gözlerim. Kırk beş yaşında sarışın, dolgun bedenli, elma yanaklı, şehla mavi gözlerinin parlaklığını yitirmemiş bir kadın aranıyordum. Çekine çekine bana yaklaşarak, tanımak için çevremde dolanan ya da beklemediğim bir anda, koşup boynuma sarılacak bir kadın...
Karşılayıcıların birinin elinde, yukarı kaldırılmış beyaz karton üzerine mavi keçe kalemle yazılmış adımı gördüm: “Ms. Ergin”. Kartonu tutan, ince uzun boylu, buğday benizli, yirmi beş-yirmi yedi yaşlarında genç bir adamdı. Filmlerde ve Irak savaşlarında gördüğümüz Amerikalılar’a hiç benzemiyordu. Genç kızların çelik mavisi dedikleri koyulukta, arkaya taranmış uzun düz parlak siyah saçları, koyu mavi çekik gözleri vardı. O anda şimşek hızıyla geri, geçmiş yıllara gider gibi oldu belleğim... hesap yapamaz, yılları sayamaz bir haldeydim; yoksa benden miydi?... Ayrılmadan önceki son günlerimizdeki, son sevişmelerimizde Holly benim de işime geldiği gibi korunmuyor, “Senden bir bebek götüreceğim New York’a” diye kahkahalar atıyordu yatakta.
Çekinikçe yaklaştım genç adamın yanına, “Ben Ergin” dedim. Gülümseyerek elindeki kartonu az aşağıya, yüzüme dönük indirdi, “Görmüyor musunuz? Bayan Ergin’i bekliyorum” dedi. Küçümser, alaycı bir dalga mı yayılmıştı yüzüne?... “Ben babasıyım, o gelmeyecek. Ben geldim. Holly nerede” dedim. Büyük bir şaşkınlık geçirdi, siyah ince kaşları çatıldı, yüzü asıldı. Kaşlarını kaldırarak bir an düşündükten sonra, “Tamam, tamam anlaşıldı. Sizi anneme götüreyim.” Eliyle yol gösterirken neredeyse öfke ile söylendi: “Annem karşılamaya gelemedi, araba kazasından sonra tekerlekli sandalyeyle yürümek zorunda kaldı.”
İşte benim New York’a geliş öyküm, böyle başladı...
Uçakta yolculuk boyunca, “Kolay İngilizce?” kasetini dinliyordum. Sıkıldığım anlarda Salinger’in son öykü kitabının yapraklarını çevirirken dalgınca düşünüyordum...
Yıllarca önce, Amerikan öğrenim sistemli Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ni ziyaret ederek, Amerika karşıtı gösteri yapan gençlere öğüt vermek isteyen büyükelçinin zırhlı makam arabasının, öğrenciler tarafından yakıldığından birkaç gün sonraydı. Bir diskoya gidip sanki bu girişimi kutlamak istemiştim. Çoğunluğu siyah olan Amerikan askerlerinin ve ancak yine çoğunlukla Amerikan Kız Kolejli öğrencilerin gidebildiği bir disko vardı Kızılay yakınlarında. Adı, “Clup 47”mi, “Disko 51” mi neydi? Akşamları Çankaya’daki ünlü bir Pup’da barmenlik yaptığım için, gençlerin içeri girmek için kapısında kuyruk oluşturduğu, her türlü ot ve hapın servis edildiği bu diskoya girip çıkmam zor olmuyordu. Bara yanaşıp iki siyah Amerikalı’nın arasında yer bulmak isterken, uzun bacaklı taburede oturan, kolejli Leyla’nın kalçasına takılıp kalmıştı gözlerim. Beyaz kot pantolonunun sağ arka cebine kırmızı-mavi tükenmezle, “Park Yapılmaz” deseni çizmişti. Hiç unutmam, gece yarısı rahatlığıyla dirseğimi bara dayarken omzumu omzuna teğet dokundurdum. Başını çevirdiğinde gülümsediğini gördüm. Yeşil ipek gömleğine dökülen siyah saçları, fosforlu disko ışıklarında parlayan, ışıl ışıl bakan siyah gözleri vardı. Tabureden yuvarlak bir kavisle taşan daracık kalçasına bakarak, o anda aklıma geleni söyleyivermiştim: “Park cezası ne kadarsa, ödemeye hazırım... kaç dakika park edebilirim?...” Şımarık bir kahkahayla karşılık verdikten sonra, müziğin gürültüsü yüzünden kulağıma eğilerek, “İstediğin kadar” demişti. O günlerde, Amerikan askerlerinin gittiği diskolara dadanan kolejli genç kızlar, böyle abuk sabuk şakalara kah-kah, kih-kih gülmeye ve öyle esnek görünmeye bayılırlardı...
Kızım Biriz üniversitenin tasarım bölümünden en yüksek notla diploma almıştı. Hemen, işe girip para kazanmak, yeteneklerini göstermek istiyordu. Başvuru dilekçeleri ardı ardına geri gelince sevincimiz uçup gitmiş, kızım da neredeyse bunalımlara girmişti. O günlerde, okuduğu tasarım dergilerinin birinde Hollywood’da çekilen en ünlü filmlerin afişini yapan genç bir Türk tasarımcının başarılarını okuyunca, ciddi ciddi New York’a gitmeyi kurmaya başladı. Biz de karımla kara kara düşünmeye başladık. Hiç olmazsa kızımıza ilk birkaç hafta yardım edecek, yol gösterecek bir tek tanıdığımız bile yoktu. Holly aklıma geliverdi. Ayrılırken ona, “New York’a gidince birkaç günde unutursun beni” dediğimde, göz yaşları içinde boynuma sarılırken, “Tekerlekli sandalyeye dek bekleyeceğim seni. Mutlaka gel! Bir hafta kal, beğenmezsen geri dönersin” demişti.
Almanca kursuna başladığım akşam Holly tam karşımda oturuyordu. Kısa saçlı elma yanaklı, gürbüz yapılı dolgun bedeniyle köylü kızlara benziyordu. Dalgın, mavi şehla gözleriyle buluşabilmem ancak ders bittikten sonra gerçekleşebilmişti. Çıkışta, ders boyunca yanımda oturan Şilili Elsa ile tanıştılar, sonra Elsa bana, “Kahve içmeye sen de gelir misin” dedi. Kahvelerimizi içerken, üçümüz de kendimizi anlatmaya başladık. Kısaca özetleyecek olursam: Elsa, iki çocuğu ve kocasıyla Pinochet rejiminden kaçıp gelmişti. Holly liseyi bitirdikten sonra annesinin isteği ile İsrail’e gidip gençlik kampında karın tokluğuna üç ay çalışmış, Almanca öğrenmek için de iki aylığına buraya gelmiş, uzaktan akrabaları olan yaşlı bir kadının evinde kalıyormuş. “Evde kalma karşılığı her gün iki saat temizlik yaptırıyor bana, yemekleri de çok kötü” diye sızlanıyordu. Bir hafta sonraki kurstan sonra kahveye ikimiz gitmeye başladık. Yaşlı kadından o denli bıkmıştı ki, bana taşındı.
İngilizce bilmiyordum, Almancam berbat, onunki benden de berbattı. Baş başa, uzun uzun konuşamadığımız için, bol bol sevişiyorduk. Annesi için çok konuşmazdı. İkinci dünya savaşında Berlin’den Amerika’ya götürülen yetim bir Yahudi kızıymış. Babası için Holly, “Gerçek bir Kızılderili, omzuna değen düz saçları hâlâ simsiyah, inanır mısın kır düşmüş bıyıklarını boyuyor gizli gizli” der gülerdi. Daha çok, Alman Yahudi’si annesinden değil, Kızılderili babası ve babaannesinden bahsederdi: “Babam annemle evlenmeden önce topluma uyum sağlayabilmiş, ahşap oymacılığında üstün yetenekli, ısmarlama mobilya yapan bir delikanlıymış. Küçük bir fabrikada çalışıyor. Yıllardır en büyük zevki, bahçemizde sebze meyve yetiştirmek. Evlendiklerinden altı ay sonra Kuzey’e gidip annesini getirmiş. Ninem çok otoriterdir ama çok da şekerdir, evde onun dediği olur, ablamla ben büyük bir suç işlersek, önce ninemize söyleriz, o işleri hep tatlıya bağlar. İlk gördüğünde saçlarının ve gözlerinin rengi yüzünden, sana mutlaka büyük bir yakınlık duyacaktır.”
Hemen eski adres defterlerini karıştırmaya başladım. Birkaç defter karıştırdıktan sonra Holly’nin adresini buldum. Kim bilir nerelere taşınmıştır, “New York’un dışında, New Jersey’e giderken küçük bir koruluğun içinde eski bir çiftlik” diye anlattığı evlerinde, annesi babası ya da mutlaka bir yakını oturuyordur düşüncesiyle, kızıma İngilizce bir mektup yazdırdım. Bir hafta sonra karşılık geldi, hem de Holly’den. Çok sevindiğini, büyük bir sürpriz yaptığımı, kendim gelmek yerine kızımı göndermemi bağışlamayacağını, kızımın istediği kadar onlarda kalabileceğini yazmıştı.
Biriz bilgi almak için gittiği konsolosluktan sevinç içinde dönünce, iş iyice ciddiye bindi. Alman uyruklu olduğu için çok yakın davranmışlardı. Baba kız, iki yıldır Alman vatandaşıydık. Ama gelin de bana sorun. Ankara’da, -şu sıra yetmiş sekiz yaşında- yalnız başına yaşamak zorunda kalan babamın dediği gibi, “Evlat ayrılığının acısı içime kor gibi düşmüştü.” Ben de onun gibi, çocuğumdan ülkeler boyu uzakta mı kalacaktım yaşlı yıllarımda? Bir şişe kırmızı şarap açtım, ilk yudumun buruk tadını bir süre ağzımda tutarken ben-benci duygularımı ayağa kaldırmaya başladım. Amerika’ya, özellikle New York’a giden yetenekli genç bir insan, orada başarılı olursa, asla geri dönemezdi. Baksana bana, bu yıl, gelecek yıl derken, otuz yıllık göçmenlik sürüp gidiyor. Üzüm kızı kırmızı şarap, yıllardır yüreğimde beslediğim, altmışsekizli ruhumu ayağa kaldırmış, damarlarımdaki kanı, beynimdeki düşünme yeteneğini hızlandırmayı başarmıştı. Kızımın beynini, yıllanmış Amerika karşıtı politik tavrımla nasıl yıkayabileceğimi tasarlayarak uykuya daldım.
Ertesi akşam eve geldiğimde kızımı, annesi ve oğlan kardeşi ile yemek masasının çevresine oturmuş, içinde bol bol Amerika ve New York sözlerinin geçtiği koyu bir sohbete dalmış buldum. Midemden yüreğime doğru ince bir jilet sızısı geçti yanıcı bir sıcaklıkla. İşimin daha da zorlaştığını anladım. Karım ile oğluma, bizi yalnız bırakmalarını söyledim. İş çantamı açtım, içinden siyah bir kutu ve iki kitap çıkarıp, son derece hüzünlü bir yüzle masanın sol yanına koydum. Yaktığım sigaranın ilk dumanını bir solukta dışarı bırakırken, törensel bir yavaşlıkla kutuyu açtım, ellerim titreyerek uzattım.
“Babaaa! Bu ne? Bu da nereden çıktı?”
“Bilirim... eski gümüşü seversin.”
“Bu gün özel bir gün değil ki?..”
Yüzüme en üzgün, an acı çeken maskemi takmam zor olmadı, gerçekten üzülüyordum.
“Bizler için bundan sonraki her gün özel. Sen gittikten sonra, her günümüz sana özlem içinde geçecek, New York’ta seni neler bekliyor, düşündükçe delireceğim sanıyorum, sevgili kızım rahmetli annemin bir sözü vardı hiç aklımdan çıkmaz: her şeyin bir de tersini düşünmek gerekir...”
Rol mu yapıyordum, bilmiyordum. Rol yapayım derken, gerçekten de çocuk sevgisiyle buğulanan sesim titriyor, gözlerim doluyordu. Amerika Devletini alçaltan incelikli bir konuşmaya başlarken, kızımın altını değiştirdiğimden tutun da, ana okuluna götürüşüm, ilk bisikletini alışım, diploma töreninde profesörlerin karımla beni coşkuyla kutlamaları... buna benzer fotoğraf kareleri gözlerimin önünden öyle büyük bir hızla geçiyordu ki, neler söylediğimi bilemiyordum. Antika gümüş bilezikten sonra, kitaplardan ilkini çektim önüme. Tam konuşmaya dramatik bir ses tonuyla başlayacaktım ki, sözümü kesti: “Ama baba ben uçak biletini aldım! Üç gün sonra uçuyorum New York’a!...”
İşte o anda kalbim duracak sandım. Kendime gelmek için mutfağa girdim, bir bardak soğuk su içtikten sonra döndüm. Tek söz söylemeden, çok üzüldüğüm ve sinirlendiğim anlarda yaptığım gibi, alçak yuvarlak sehpadaki mermer topu aldım, avucumda çevirerek sıkmaya başladım. Fısıltıyla, “Beni üç dakika yalnız bırak” dedim. Avucumda sıkıştırdığım mermer topu çevirdikçe, fildişi üzerine açık kahverengiden siyaha ulaşan değirmi damarlı yolları görüyordum. Topu sıkarak çevirirken parmaklarımın sızlayarak güçlendiğini duyumsuyor, burnuma yaklaştırdığımda terimin taşa sinmiş kokusunu soğukkanlılıkla içime çekiyordum. Her parmağımın gücünü ayrı ayrı mermer topun çevresinde hırsla sınarken kızımı düşünüyordum. Yeni... ya da değişik, beklemediği bir tuzak tasarlamalıydım. Çağırınca hemen geldi.
“İşte bak, uçak yolculuğunda okuman için sana iki kitap aldım. İlki, ünlü bir Amerikalı yazarın filme çekilen, ‘Dövüş Kulübü’nden sonra yazdığı roman. New York Yeraltı Edebiyatı’nın yaramaz çocuğu Chuck Palahniuk’un Türkçe'ye çevrilen son kitabı, ‘Tıkanma’... Elbette seni New York’a gitmekten vazgeçirmek istemiyorum, hatırına toz konmasın, ama gerçekleri de göstermek benim babalık görevim değil mi yavrum?... İzin verirsen bu kitaptan tek bir paragraf okuyacağım. Sen ne olsa, tamamını yolculuk yaparken okursun. Romanın baş kişisi Victor Mancini, Amerika için hiç de iç açıcı şeyler söylemiyor... başlıyorum: Burası Amerika. Kendinizi tatmin etmekle işe başlarsınız ve grup sekse kadar ilerlersiniz. Önce biraz ot içersiniz, sonra eroine terfi edersiniz. Kültürümüz böyle: daha büyük, daha iyi, daha güçlü, daha hızlı. Anahtar kelime, ilerleme...”
Bunları okuyunca kızımın yüzünün nasıl da kıpkırmızı olduğunu gözlerinizin önüne getirebilirsiniz. Neredeyse dili tutulmuştu. Gözlerinin dolduğuna aldırmadan, ikinci kitabı çektim önüme. “Bak işte, terbiyeli, saygın bir yazarın kitabını da getirdim: U.S.A’nın pisliklerini yalnız kendi ülkesindeki değil, tüm dünyadaki okuyucuların gözleri önüne bilimsel ve sosyolojik bir biçimde seren Michael Moore’nin, ‘Salak Beyaz Adam’ adındaki kitabı” dedikten sonra, “acelesi yok sonra okursun” diye ekledim, arkama yaslanarak bir sigara yaktım. Bu türlü girişimlerim genellikle bizim evde çok etkili olmuştur. Sözgelişi: oğlumun ergenliğinden beri, tek kulağına küpe, sol meme ucuna gümüş kanca, sağ omzuna kartal dövmesi gibi isteklerine karşı yaptığım beyin yıkama işlemlerinde hep ben kazanmışımdır.
Kızım Biriz, neredeyse büyük bir gayretle akvaryumdaki balıklar gibi ağzını açtı, solgunca baktı gözlerime. “Bileti ne yapacağız, o kadar para ödedim, geri veremem ki? Holly’ye beni karşılaması için mektup bile yazdım.”
O anda aklıma geleni söyleyiverdim:
“Biletin parası senden değil, benden çıkıyor! Biletteki adını değiştirirler, bir haftalığına ben giderim. Hem Holly’e ayıp olmamış, hem de bilet yanmamış olur...”
İşte benim New York’a geliş öyküm...
Özgen Ergin
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR